$2.99

28 Aralık 2006 Perşembe

Wah Pedalının Kendini Soloda Tekrar Yarattığı An.

you'd love to be so far away
it's not a long way to go, it's gonna end in your pain
greet open handed stranger
create the turmoil, you're not sane
i want the last one to go to embers will revive,
so stay

you want to live a life time each and every day

you've struggled before, i swear to do it again
you've told it before till i, until i'm weakened and sore

seek hallowed land

you'd love to see right through my veins
the pale reflection tells all, predomination's sustain
crawl over land or mountain in
sight the ultimate escape
a silhouette subsiding, enticed unable to relate

you want to live a lifetime each and every day

you've beckoned before, you'll never do it again
you've prayed before who are the prayers for

beg one the fools that lead me - i need not to know
accept reclining spirit i need to endure
you try to live a lifetime each and every day
in this short time of promise, you're a memory...

Paradise Lost - Hallowed Land.

24 Aralık 2006 Pazar

Live Free, or Die Hard

Hayatımın ilk ve en önemli aksiyon filmiydi Die Hard, lise sıralarının üzerine adını kazıdığımı hatırlıyorum. İlkinin üzerinden 18 yıl geçtikten sonra, 4 Temmuz 2007'de serinin dördüncü filmini izleyebileceğiz.

Fragman aşağıda , ben filmin nasıl bir bakış açısına sahip olduğu konusunda fragmandan ve özellikle filmin adından kıllansam da; gördüğümüz en iyi aksiyon filmlerinden biri olacak gibi görünüyor.

McClane artık iyice kaşarlanmış olmalı, With a Vengeance'de ilk iki filmdeki çekingenliği ve sersemliği üzerinden nasıl atmış olduğunu hatırlarsak, bu filmden beklentilerimizin yükselmesi için ortaya bir sebep daha çıkıyor demektir.

23 Aralık 2006 Cumartesi

Atla Gel Şaban

Kemal Sunal, büyük bir yetenek olmasının yanı sıra, büyük oyuncuları büyük filmlerde buluşturmak gibi tali bir görevi başarıyla yerine getirmiş bir oyuncu. Süt Kardeşler, Davaro, Kibar Feyzo ilk aklıma gelenler.

Bir de Atla Gel Şaban var tabii, nasıl unutabiliriz.

Kemal Sunal'ın Natuk Baytan dönemine ait filmlerden biri olan Şiki Şiki Baba, bugüne dek izlediğim en iyi komedilerden biri. Senaryosu Aydemir Akbaş'a ait olan film, basit bir durum komedisinin kaliteli oyunculuk ve iyi yönetimle birleştirildiğinde ne kadar farklı yerlere gidebileceğinin en güzel kanıtı olarak Türk Sinema tarihinde gururla duruyor.

Şiki Şiki Baba dediğim zaman, unutmuş olanlar varsa onlar bile hatırlayacaktır. Bakınız, filmdeki unutulmaz performanslardan biri;



Dinçer Çekmez'ın performansına özellikle dikkat etmenizi istiyorum; sakin olmaya çalışması, dönüp arkaya baktığı anlar, arkaya bakmadan konuştuğu anlar sinema tarihine geçecek kadar başarılı. Azap içinde bir insanın kızgınlık ve çaresizlik içerisinde gidip gelmesini bu kadar başarılı ve bu kadar komik özetleyebilen çok az oyuncu gördüm bugüne kadar, Dinçer abi bunlardan biri. Kendisini en son Kerem Alışık'ın oynadığı bir dizide görebilmişiz, tabii ben en son Şaban Askerde isimli faciadan hatırlıyorum. Bu sahnede sessiz bir rolde rahmetli Erdoğan Dikmen'i de görüyoruz hatta. Kamera hareketleri fantastik, Kemal Sunal'ın önünden filenin sallandırıldığı sahne, ve önde oturan şahsın ( adını ne yazık ki bulamadım ama amca yardırmış ) birden başörtülü olarak çıkması inanılmaz birer tat katmış.

"- Kocakarı, dedikodu yap.
- Ah dostlar, bende bir gelin var, düşman başına...
- Daha kırıt."

Dinçer Çekmez, "Kel, şarkıya başla!" talimatı üzerine la havle çekerek önüne dönüyor ya, işte bunu okulda öğretemezsiniz, şu anda televizyonlarda izlemekte olduğumuz mafya-ağa-orospu-150.000 dolar versem benimle yatar mısın dizilerinin hiçbirinde de bulamazsınız.

Bir de buradan buyrun, kopuşlardan kopuş beğenin.



Dikkaaaaat, Yüksel Gözen geliyoor ve hızla geçiyor ! Diyaloğun karaktere verdiği derinliği usta oyuncunun nasıl yansıtttığını farketmemek mümkün değil. Belki de defalarca izlediğiniz için; televizyonlar tarafından ucuzlatılmış olması sebebiyle sıradan bir film olarak göreceğiniz "Atla Gel Şaban"da, bu oyuncu kısa kısa sahnelerde oyunculuk dersi vermiş. 91 yılında vefat etmiş olan oyuncunun adını ilk defa duyduğunuza bahse girebilirim. Özcan Deniz desem, Haluk Bilginer desem hepiniz sıraya girersiniz, o da ayrı bir konu.

Günümüz terimleriyle değerlendirdiğimizde mafya üyesi olarak adlandırılacak bir karakter, kafasına başörtüsünü geçirdiği an birden değişiyor, eski minibüslerden, minibüse binen yakışıklı erkeklerden, orasını burasını elleyenlerden bahsetmeye başlıyor. Karakterin içindeki kadın konuşmakta artık, yüz hatlarının hareket edişinden o an Yüksel Gözen'in artık oynadığı mafya üyesi, mafya üyesinin de derinlerinde saklamakta olduğu kadın haline geldiğini hissetmek; işte sinemanın ve sinemada büyük bir oyuncu izlemenin büyüsü tam da burada. Minibüs simülasyonunun ikinci gerçekleşmesi sırasında başörtüsünü kimse uyarmadan kendi takıyor, artık o anı onun da heyecanla beklediği apaçık ortada. Derinliğe bakın, inanılmaz.

Geçtiğimiz birkaç yıl için konuşsaydık, Türk Sinemasının zorlu bir yol ayrımında olduğunu söyleyebilirdik. Bir tarafta insanların yüreklerini koyarak, bu topraklardan kopardıkları parçalarla bezeyerek yaptıkları filmlerin, bir tarafta da "Dışarıda bu işler nasıl yapılıyor?" diye kafa patlatan, kimi para kazanabilmek için, kimi de çok beğendiği Fransız filmleri gibi ağır alt metinlere sahip filmler çekebilmek için çırpınan yönetmenlerin filmlerinin olduğu - pek homojen sayılmayan - iki cepheli yapı; bugün çökmüş durumda.

Sinemamız , iki taraftan birini seçerek ilerlemek yerine, evrim geçirerek ilerlemeyi tercih etti. İşte bu sebepten, artık Küçük Kıyamet gibi efekt zengini filmler izleyebiliyoruz, senaryoları ne kadar boş ve basit olsa da. Ve bu sebepten, Serdar Akar mümkün olduğunca stilize etmeye çalıştığı sinemasını önemseyerek hala başarılı filmler çekmeye devam ediyor. Basit, avam, ne sanatsal ve ne sosyal hiçbir yenilik getirmeyen dizilerden kazanılan paralar artık sadece bu iki kanala doğru akıyor.

Bunlardan hangisi denize ulaşmaya daha yakın peki derseniz, net bir fikrim olduğunu söyleyemem. Ama şurası kesin ki, ben sinemada görsellik karşısında diz çökmektense ağır ve iyi örülmüş bir kurgu karşısında ezilmeyi tercih ediyorum.

Bunu anlayanlar , neden Atla Gel Şaban'ın benim için bu kadar önemli olduğunu, Yüksel Gözen'e böylesine bir saygıyla yaklaştığımı da anlayacaktır.


Bonus 1 :



Bonus 2 :

Yeni bir Blog - Hemzemin

Bugün şans eseri bir blog farkettim, hemzemin, biri Amak-ı Hayal'den olmak üzere iki alıntıyla giriş yapmış. Eğer böyle devam edecekse, sık sık ziyaret edeceğiz demektir. Tebrikler.

İhsan Oktay Anar'ın kaleminden Çaldıran meydan muharebesi, vaktiniz varsa muhakkak okuyun.




Buradan.

22 Aralık 2006 Cuma

Lemmy Ayar Veriyor!

Hehe, başlık biraz televole tarzı oldu; farkındayım ama yazmış bulunduk artık.



Bu video, Motorhead'in Almanya'da TV Stockcar Challenge organizasyonunda verdiği ufak konserden alınmış bir görüntü. Playback yapıldığı söyleniyor ama, sanmıyorum. Lemmy'nin albümdeki kaydıyla buradaki kayıt arasında yer yer farklılıklar var, pek playback yok gibi.

Asıl önemli nokta, çalınan şarkıda bence. Sözler aşağıda, bakın bakalım; Lemmy Sword of Glory çalarak -istemeden de olsa- Almanlara nasıl bir mesaj vermiş olabilir ;

"isten,

where are we to go from here in time,
do you see the future, do you know,
what can you expect from years to come,
and what can you do now to make it so,

all of history is there for you,
all the deeds done in the world are mad
if you don't know what has gone before,
you'll just make the same mistake again & again & again.

soldier, soldier, see where we were,
you have to know the story,
older, colder, life isn't fair,
got to grab the sword of glory,

if you can't see what bloody fools we were,
then you were also born a bloody fool,
listen to the hundred million dead,
they didn't know it, but they died for you,

all you know is that you're young & tough,
don't you think those millions thought the same,
if you don't know where it all went wrong,
you'll just make the same mistake again & again & again.

soldier, soldier, see where we were,
you have to know the story,
older or colder, life ain't fair,
got to grab the sword of glory,

read the books, learn to save your life,
how can you find the knowledge if you don't,
all the brave men died before their time,
you'll either be a hero, or you won't,

don't you realize the ony way,
is see why all those brave men died in vain,
if all that slaughter doesn't make you sad,
you'll just make the same mistake again & again & again.

soldier, soldier, see where we were,
you have to know the story,
older or colder, life ain't fair,
got to grab the sword of glory."

Haha.

Edit : Hassiktir, valla playback yapmışlar. Olsun, adamlar aynı çalar gibi efor harcamışlar ama :) Tabi neden böyle bir şeye gerek duydukları ayrı bir konu, öğrenirsem yazarım.

Chinese Democracy - Çıkış Tarihi

Evet, Axl Rose, üzerinde on küsür senedir uğraştığı albüm yerine; Çin'e demokrasi getirmeyi deneseydi eminim daha az vakit harcayabilirdi.

Albüm çıkış tarihi, ikinci bir duyuruya kadar ( hehe ) 6 Mart olarak belirlenmiş hazret tarafından.

Buyrun, bu da link.

21 Aralık 2006 Perşembe

TYTZ

Bakınca tırlatmamak elde değil, etrafta neler yaşanıyor, boktan havanın üzerine bir de neler ümüğümüze çökmekte şöyle bir bakalım ;

  • Konya Numune Hastanesinde bir testis muhabbetidir gidiyor. Gencecik bir çobanın testislerindeki acıdan dolayı hastaneye başvurduğu, o gece ve takip eden sabah görevdeki kadın doktorlar tarafından erkek olduğu için ultrasonunun çekilmediği söylendi ilk. Gündeme Hürriyet gazetesi ve yıldız oyuncuları Uğur Dündar tarafından getirilen bu haber, bir gün içerisinde toplumsal mücadelede yeni bir cephe açılmasına sebep oldu. Bugün geldiğimiz noktada; hasta yüzleştirildiği kadın doktoru o gece hiç görmediğini, aslında hastaneye bile gelip gelmediğinden emin olamadığını söyleyecek kadar korkmuş , babası da "Bize -O bayan ultrason çekemez- denildi, biz de bunu hastamız erkek olduğu için çekmiyor şeklinde anladık, ortada bir yanlış anlaşılma olmuş." şeklinde beyanatlarda bulunuyor. Arada geçen zamanda sözkonusu iki bayan doktor, mücadeleye hazırlanmış olacaklar ki kendilerini bu akşam haber bültenlerinde özgürlük bayrakları dalgalandırırken gördüm. Ortada ciddi bir dezenformasyon mücadelesi olduğu bariz, benim kafama takılan nokta olayı örtbas etmek isteyecen olan tarafın - ki bu tarafın hükümet yanlıları olduğu düşünülebilir- böylesine kısa sürede nasıl büyük bir beceri göstererek tutanakları , hasta ailesinin ifadesini ve hastanenin geçmişe dönük kayıtlarını değiştirmeyi başarabildikleri ? Yoksa Aydın Doğan tarafından Hükümetin cezaalanına indirilen ve kaleci tarafından başarıyla savuşturulan bir orta mı izledik ?
  • Bir de Cevahir olayı var, bildiğiniz gibi bu alışveriş merkezinde son hafta içerisinde sular bir türlü durulmadı. Nasıl olduğunu hala anlayamadığım bir biçimde ölen iki çocuk, bir adet de güvenlik görevlileri tarafından dövüldüğü kamera kayıtlarıyla ispatlanan beş yaşında çocuk var. Ölümlerin kaza olmadığını kimse düşünmüyordur umarım, beni düşündüren nokta ise dayak olayının ne zamana ait olduğu, ve neden şimdi gündeme taşındığı ? Burada da mı bir pislikle karşı karşıyayız yoksa ?
  • Hehe, Ekşi Sözlük'te darbe olmuş bugün arkadaşlar. Çoğunuz görmüşsünüzdür ama Moderatorler ve Preatorlerden oluşan bir grup, yönetimi ssg'den ve darbe dışında kalan moderasyon ekibinden aldıklarını açıklamışlar. Cunta yönetimi, bugün saat 22:00'ye kadar açıklanacak olan listeler üzerinden seçime gidileceğini ve yeni bir konsey oluşturulacağını belirtmiş. Arkadaşlara bravo diyor , olaya kefal sürüsü gibi atlayıp sabahtan beri sayfalar satırlar dolusu yazı kaleme alan arkadaşlara bereket diliyoruz. İnsanoğlu bir tuhaf, bazı şeylere fazlasıyla değer verip ciddiye alıyoruz sanırım.

17 Aralık 2006 Pazar

Kiev Çıkartması !

Böyle buyrun efendim, söylenecek çok şey var ama nasıl sıraya dizip anlatacağımı bilmiyorum. Belki ilerleyen zamanda aklımdakileri yazabilirim;



Konuyla ilgili daha donanımlı hale gelmek isteyen arkadaşlar "Gemide" filmini izleyebilirler, hatta burada konuşan elemana ve dinleyen arkadaşların alayına çok yakışacak bir söz sarfediliyor filmde Erkan Can tarafından;

İğrençsiniz ibneler !

İki Adımda Kendini Ayı Kapanına Teslim Etme Sanatı

Sevmiyorum bu tarz konularda yazmayı artık bunun farkında olmalısınız, ama bir taraftan da şeytan dürtüyor işte. Rahat duramıyorum, birşeyler batıyormuş gibi geliyor.

Ahmet Hakan bey kardeşimiz bugün bir yazı yazmış, daha doğrusu her zaman olduğu gibi anlatmak için sahip olduğu tek hikaye olan "Cemaatten indim Cemiyete" masalının kim bilir kaçıncı bölümüne devam etmiş. Önemli kısım, alttaki başlıkla ayrılmış bölümde. Bakın orjinali burada; ben sadece o kısmı alıntılıyorum;

"Fazıl Say’ın evinde

EĞER, "Bu adamda da iyiden iyiye Hıncal Uluç’laşma temayülü başladı" demeyeceğinizi bilsem, olaya "Fazıl’ın evinde olağanüstü bir gece... Kimler yoktu ki..." türünden bir giriş yapardım.

Ve fakat... Gelin görün ki "Davranışlarını başkalarının tepkilerine göre ayarlayan bir adam" olmaktan vazgeçemiyorum.

Ayrıca... Pusu kurup üzerime çullanmak için fırsat bekleyenim bir hayli fazladır.

Bu nedenle ne yazık ki "Fazıl Say’ın evinde" başlığının vaat ettiklerini yazamayacağım.

Bunun yerine evdeki buluşmanın asıl nedeni üzerinde duracağım:

Efendim, Fazıl Say, Názım Hikmet şiirlerinden yola çıkarak yaptığı besteleri "Názım" albümünde toplamıştı.

İşte bu albüm çerçevesinde Aspendos Tiyatrosu’nda verilen konserin DVD kaydı hazırlanmış.

Harika bir konser. Mükemmel bir çekim ve kurgu. Adamın tüylerini diken diken eden besteler. Ve çok profesyonel bir yorum.

Tam da Názım şiirlerinden yapılan bestelere doyduğumu düşünüyordum ki, bu konser karşısında "Demek ki olay daha bitmemiş" deyiverdim.

Fazıl Say’ı ve emeği geçenleri kutluyorum.
"

Senin ben ferasetine kurban olayım abicim, bakın şimdi nereden tutarsanız tutun yazı elde kalıyor.

Bir kere bize dayatılan noktadan başlayalım; neymiş, Ahmet Hakan Hıncal Uluç değilmiş. Kendisi benim anlattığı masalı dinlediğim kadarıyla Hıncal Uluç olabilmek için sağ elinin serçe parmağını verebilecek bir insan ama, yazıya olmadığını söyleyerek başlıyor. Bizim Hıncal Uluç'a benzediğini düşünmememiz için yazısına geçirdiği akşam'ı anlatarak başlamadığını söylüyor.

Peki yazının içeriği ne ? Fazıl Say yeni bir dvd çıkartmış da, onun tanıtımı yapılıyor kısaca. İlan bölümünde değil, Hürriyet Gazetesi'nin fikirlerini açıklaması için ona ayırdığı alan olan kendi köşesinde. Bu tavır siz kimi hatırlatıyor peki ? Durun, cevabı daha vermeyin.

İçeriği anladık, peki yazının başlığı ne ? "Fazıl Say'ın Evinde". Güzel kardeşim, sen dvd tanıtmak için yazmıyor musun bu yazıyı, yazıda da bir kertik bile başka bir şeyden bahsetmemişsin zaten. Hani yazsan HU gibi "Ortam şöyle güzeldi, muhabbet böyle ballıydı, arkadaşlar Ahmet abi Ahmet abi sensiz olmaz abi diye çağırdılar da gittim." şeklinde birşeyler , bu başlığı hoş görebiliriz. Tamam deriz, adam Hıncal Mıncal ama konusuyla alakalı başlık atmış.

E, peki sen niye bu başlığı attın ?

Ben söyleyeyim, çünkü sen sadece davranışlarını başkalarının tepkilerine göre ayarlamakla kalmıyor, bizim tepkilerimizi de davranışlarınla yönlendirmeye çalışıyorsun. Bir düşün bakalım, neden bu yazıda başlıkta ve ilk paragrafta senin Fazıl Say'ın evinde olduğun bilgisi yer alıyor ? Neden biz senin böyle bir davete katıldığını öğreniyoruz ? O cemiyetin içinde yer alabiliyor olmak, seni geceleri mutluluk gözyaşları içerisinde yatağında ağlatacak kadar mutlu ediyor diye olabilir mi? Senin aslında Hıncal Uluç ile aynı çöplüğe dadanacak kadar önceki kuru, yalıtılmış hayatından koptuğunu farketmemiz için olabilir mi ?

Geç bunları, geç. Tamam biliyoruz bir konu üzerine fikir yürütüp yazı yazmak gibi somut bir yeteneğin ne yazık ki yok, polemik adını verdiğin boyalı bir totemin var; onu taşıyarak bir yere gelmeye çalışıyorsun. Anlayışla da karşılıyoruz ama, bizi böylesine salak yerine koyma lütfen.

Hadi şimdi, hazır ayaktayken bana bir çay koy.

Ps: Unutmadan, gördün mü yine koyduk pusuyu ?

Binlerce Yüzün Fotoğrafı - Bölüm 1 - Harcanmış Hayat

Onu ilk gördüğümde, neden böyle olduğunu asla anlayamayacağımı düşünebilecek kadar toy ve tecrübesizmişim sanırım. Böyle düşünmekle kendime haksızlık ediyor olabilirim, ama bazen verilen kuvvetli bir nefes halinde dışarı attığım çözümsüzlük, o zamanlar pek de yanılmadığımı doğruluyor.

Gözleri içe dönükmüş gibi yuvalarında çok hareket etmeden duruyor, içeride gördükleriyse hayata karşı her geçen gün daha soğuk, iki yüzlü, kinci ve kelimeyi Nietzsche'nin ( ve tabii ki onun ihtiyar yarı tanrısı-şeytanı-lanetli çirkin kralı Arthur Shopenhauer'in ) pek sevdiği şekliyle kullanırsak insan yapıyor. Attığı her adımda sanki kağıttan bir kaplan olmadığını hissettirmek ister gibi gürültü çıkartarak yürüyor, gövdesini devirerek, dünya üzerinde bırakacağı tek anının toprağa ( ve yüksek binaların soğuk betonlarına ) uyguladığı bu ufak sismik kuvvet olduğunu biliyormuş gibi heybetli yürüyor. Eh, bu konuda cüssesinden yardım almıyor olduğunu kimse söyleyemez, ben yürürken kendimi en coşkulu olduğum anlarda kemanın üzerinde tutkuyla gezinen yay gibi hissederim, o ise kocaman bir davula monte edilmiş cross tokmağı olduğunu düşünüyor olmalı.

Ne yaparsa yapsın gidip geleceği yol; vuracağı nokta asla değişmeyecek olan bir tokmak. Oysa bir yay, tozlu tellerin üzerinde sonsuza kadar özgür yaşayabilir. Tabii ki, kafasında tüm gerçekliğin bu tellerden ibaret olduğuna dair bir soru işareti yoksa.

Çoğu zaman sıkıntılı ruh halini daha derine gömme çabalarından doğan bir sahte coşkuyu giyiyor üzerine. Tanrı biliyor ki, eğer uzun saçlara sahip olsaydı bahsettiğimiz coşku onu sürekli saçlarıyla oynamaya da ikna ederdi. Ne yazık ki bu zevkten sonsuza kadar mahrum kalacak gibi, saçları kafasına yapılmış koca bir şaka gibi dağınık püsküller halinde sallanıyor.

Frank Miller'in kuvvetli metaforundan yıldızlı bir fikir çalacak olursak; yanlış zamanda doğduğu kesin. İçgüdülerini ve vahşi dürüstlüğünü saklamak zorunda olmayan bir barbar savaşçı olarak Kimmerya'da büyük bir şöhrete sahip olabilirdi.

Daha önce bahsetmemiş miydim ki ? Evet, atlamak büyük bir hata olabilirdi. Son derece dürüst, tabii hayatın kendisini küçük rekabetçi alçaklıklara zorlamadığı anlarda. Petrolün paçalarımızda siyah kurumlu izlerini bıraktığı, yağmurun asla bir gökkuşağının üzerinden yağmadığı günümüzün kuleli dünyasında kimsenin bu alçaklıklardan kaçmak gibi bir niyeti olmadığını düşündüğümüzde; bu önemli bir eksiklik sayılmamalı.

Geriye dönüp baktığında ne görüyor bilmiyorum, belki kiminin kolu, kiminin bacağı kopmuş, yüzleri yanmış, saçları koparılmış bebeklerle dolu bir odada gezinmek gibi bir duyguya sahip oluyordur; belki de yüzünde yüzlerce parçaya ayrılan bir rüzgara rağmen yolundan hiç sapmadığı için memnun olan bir keşişin vakurluğunu hissediyordur.

Hayat garip, hiç karşılaşmasanız ömrünüzü sahip olduğu düşünce şeklini yoketmeye adayabileceğiniz bir insanı tam da gününüzün içine fırlatabiliyor.

16 Aralık 2006 Cumartesi

Freedomland - Vakit Kaybı.

Sakin, sessiz bir cuma akşamından ne beklersiniz ? Normal şartlarda yorucu sayılabilecek bir günü atlatmış, hayatından bir haftayı daha kullanılmış bir tuvalet kağıdı gibi buruşturup kenara atmış bir adam olarak, ben bu gece huzur aradım. Belki biraz eğlence, ama asla Enemy of the State gibi dur durak bilmeyen bir film tarzında değil. Dingin, evet; anahtar kelimem buydu, dingin bir akşam geçirmek; kahvemin tadına bakıp sigaramı içerken kafamı dağıtacak bir film izlemek istiyordum.

Ah, ben meğer belamı aramışım da haberim yokmuş. Gittim, bu Freedomland adlı filmi aldım. Etkileyici bir afiş, Samuel Jackson'un en iyi performansı diyor mesela. Julianne Moore'u da farkettiğimde artık geriye tek kalan parayı verip eve yollanmaktı; çok severim kendisini, pek severim.

Ama bu filmde öz annem bile oynamış olsaydı, ona olan sevgimin bile sarsılacağını düşünüyorum.

Arabasının çalındığını ve çocuğunun kaçırıldığını iddia eden zihinsel durumu pek parlak görünmeyen beyaz bir anne, tüm bunların bir zenci mahallesinde gerçekleştiğini iddia ettiği an, biz zaten göreceklerimize hazırızdır. "Lanet olsun Irkçılığa", "Nev Cörsiy Nev Cörsiy zencisiyle beyazıyla bir bütündür Nev Cörsiy" şeklinde sloganlar atmamız bekleniyor olmalı, altmetninin ne kadar boş olduğuna hiç bakılmadan filmde bol bol bu tarz sloganlar atılıyor çünkü. Hayır, bu gerilimi başta sorumluluk sahibi bir şekilde kurup , sağlam bir kurguyla ilerletebilseydi belki bir nebze güzel bir film izleme ihtimalim olurdu, ama bir eline siyah-beyaz çekişmesini ve siyahların bundaki ezikliğini, diğer eline de kuşku dolu bir kaçırılma olayını almış, ve ikisini ışık hızında birbiriyle çarpıştırmış bir yönetmenin eline düşmüşüz bir kere, ne kurgusu, ne sorumluluğu.

Bal gibi de Blaxploid bir film bu, aha şuraya yazıyorum. Bu kadar basit mi empati kurabilmek, ortada olduğu herkes tarafından kabul edildiği için iyi işlenme yolu açık bir soruna dikkat çekebilmek iki insanın sorumsuzluğuna indirilebilecek kadar yüzeysel mi ?

Ne anladık bu filmden, uzatmayalım da onu yazalım.

1. Samuel Jackson yaşlanmış.

2. Julianne Moore hatırladığımdan daha çirkin.

3. The Sopranos'un Carmela'si Edie Falco The Sopranos'da otomatiğe alarak değil, elindeki tek sermayeyi kullanarak oynuyormuş.

4. Samuel Jackson yaşlanmış.

"Ee, filmin anlatmaya çalıştığı şeye dair hiçbir şey anlayamayacak kadar öküz müsün?" diye soran olursa, çok kötü terslerim söyleyeyim.

Şu an tek aklıma gelen, Joe Roth'u omuzlarından sıkıca kavrayıp Al Pacino'nun The Heat'te bağırdığı gibi bağırmak;

"Don't Waste my Motherfuckin' Time!"

11 Aralık 2006 Pazartesi

Takva ve Haşmet Babaoğlu - Nişantaşı Kafelerinden Cerrahpaşa Dergahlarına Yaşanan Sert bir Düşüşün Acı Etkileri

Haşmet Babaoğlu pek takip ettiğim bir köşe yazarı sayılmaz, yazıları bende bir tıkanma etkisi yapıyor. Kendimi önüne ve arkasına hiç boşluk bırakmadan iki araba parkedilmiş bir araç gibi çaresiz, sıkışmış ve gözlerimin önünde akan hayat trafiğinden soyutlanmış hissediyorum; insan böyle bir hissi yaşamaktan pek hoşlanmıyor.

Ama nedendir bilinmez bir huy oluştu, arada sırada Selahattin Duman'ı okumak ve Asaf Savaş Akat'ın neler yazdığına bakmak için Vatan gazetesini elime aldığımda, kendisinin köşesine de bakıyorum. Okumuyorum, şöyle bir göz gezdiriyorum ne yazmış acaba diye.

Bugün Takva hakkında bir yazı yazmış kendisi, özet olarak filmi pek beğenmediğini ve eleştiri hakkını ağırlıklı olarak olumsuzdan yana kullandığını görebiliyoruz. Bu yazısı yüzünden hiç sevmediğim bir pozisyona girerek, yazdıklarını parçalar halinde ele alıp kendimce cevap vermek istiyorum. Yazının orjinali burada; buyrun buradan okuyun ki Vatan Gazetesinin internet gelirlerinde azalmaya yol açmayayım.

[İtalikler adamın yazısı, diğerleri ise benim yorumlarım bu arada.]

"Dediler ki Takva, “sinemamızda bir devrim, bir milat”tır.

Dediler ki Takva, “manevi dünya ile kapitalizmin çatışmasının filmi”dir.

Dediler ki Takva, “çok tehlikeli ve provokasyona açık bir konuya özenli yaklaşımın en güzel örneğidir.”

Dediler ki senaryo, oyunculuk, dekor, ışık, hepsi harika...

Merak edilmez mi böyle bir film?

Hele Güven Kıraç ve Erkan Can gibi oyuncular varsa, koşa koşa gidilmez mi?

Gittim.

Oyunculuk etkileyiciydi gerçekten, dekor-mizansen-ışık güzeldi. Gerçekçilik için gösterilen özen gerçekten etkileyiciydi.

Ama ışıklar yanıp sinema salonundan çıkarken içim bomboştu...

Harcanan emeğe duyduğum saygıya rağmen film zihnimi kurcalamamış; kalbimi okşamamıştı.

Maddesi dolgundu ama sanki “ruh”u yoktu!

Neden peki?
"

Hmm, neden acaba ? Yazarımız gerçeklik için gösterilen özene de, ışık kullanımına da üstün beğenisinden bulaştırmasına rağmen, filmin içinde kim bilir hangi şeytan deliğine gizlenmiş ruhu neden bulamamış acaba ?

Devam ediyoruz.

"Takva filmindeki koyu dindar tiplemeleri bugüne kadar Türk sinemasında gözlemlediklerimize hiç benzemiyor. Propaganda amaçlı “horlama” veya “yüceltme” mantığıyla yaklaşılmamış filmin karakterlerine. Bu doğru.

Takva filmindeki dergâh görüntüleri, zikir sahneleri, ibadet ritüelleri daha önce filmlerimizde rastladığımızın tam tersine, derme çatmalıktan, yalan yanlışlıktan uzak. Doğru.

Ancak bütün bunlar Takva’nın bir “sinema devrimi” oluşuna mı yoksa bugüne kadar benzer konuları ele alan filmlerdeki “ayıp”lara mı işaret eder, onu sormalıyız kendimize...

Doğrusu, ikinci şıktır.
"

Yanlış, doğrusu ilk şıktır. Tabii böyle göreceli konularda iki paragrafın sonunda da patır patır doğru yazmak, kendi sözünü kanun bellemek sayılabilir mi bilinemez, ama yine de yazarımızın kendini fazlasıyla önemsemek gibi bir ruh hali içine girmeyecek kadar dingin olduğunu bildiğimizden, gerekçelerimizi sunabiliriz.

Başımıza ne geliyorsa, bu anlamsız zihniyet yüzünden geliyor aslına bakarsanız. Kötü olan ile iyi olanı birer kefeye koyup karşılaştırmak, kötü'nün kefesine bastırmak ya da iyinin kefesini yukarı çekmek demek değildir. Yazarımızın adalet kavramı konusunda ( özellikle adaletin hangi elden tesis edilmesi gerekliliği - ya da adaleti sağlamak için sadece para verip alanların okuduğu gazete köşelerinin mi, yoksa yoldan geçen herkesin olaya şahit olup rahatsız olacağı Kafeleri mi seçmenin kamusal alana, topluma daha saygılı bir davranış olacağı gibi. ) sıkıntıları olduğunu daha önceden biliyoruz, o yüzden kısa tutacağım. Pozitif ayrımcılık üzerine EkonomiTurk blogunda farklı bir düzlemde olmak üzere bir tartışma yaşamıştık, ilgilenen oraya bakabilir, ögretici geçtiği kesin.

Kötü olanı özgürce eleştirebilmek, iyi olana karşı daha yaban bir tutum takınmamızı gerektirmediği gibi, kötü'nün ortalıkta çok miktarda bulunması gerçek iyi'nin değerini de azaltmaz. Aksine, arttırdığı bile savunulabilir. Eğer Haşmet bey'in dediği gibi daha önce sinema bünyesinde bir çok ayıp barındırıyorsa, Takva'nın bunlardan uzak durmaya gösterdiği özen Türk Sineması için olan değerini yükseltmektedir. Siz ne kadar derin bir kuyudaysanız , sizi oradan çıkartmak için salınan ip de o kadar uzun olacaktır, unutmamak gerek.

Devam.

"Filmin amacı Muharrem’in günahla iç ve dış çatışmasını anlatırken bir yandan da o dünyanın atmosferini beyazperdeye taşımak...

Bir gün nedendir bilinmez, Muharrem üç kuruş para hesabını yapamıyor ve yine nedendir bilinmez, deliriveriyor.

Film delirme olayını bizim “zavallı Muharrem’in günahla tanışıp yenilmesi” olarak algılamamızı bekliyor.
"

Sinema tek bir hedefe atılan ok değildir, filmleri zengin bir brunch sofrasında elinize aldığınız örgü peyniri gibi böyle tel tel ayırıp da, film bize şunu anlatıyor, amacı şudur, şuradan da şunu anlamamızı bekliyor demek bu kadar kolay olmamalı. İlk paragrafta kolaylıkla ahkam kesebilen yazarımız, Muharrem'in delirmesinin nedenini bulamadığını itiraf ediyor. Bravo, dürüst olmak , anlamadığımız yerlerde anlamadım diyebilmek de bir erdemdir.

Yüzeysellikten sıyrılıp biraz derinlemesine bakıldığında, olayı çözebilmek için ( ki illa amacımız buysa, bana kalırsa bir sinema filmini çözmek gereksiz ve bir sonuca varamayacak bir eylemdir, aksini iddia edenler Mulholland Drive'a ya da Godard'ın herhangi bir filmine dalabilirler.) filmde kullanılan bilinçaltı sembollerine dikkat edilmesi gerektiğini farkediyoruz. Para çantası, kalem, Levent silueti, Kapalıçarşı, birarada değerlendirildiğinde bizi başladığımızdan çok çok farklı bir noktada bırakıyor. Filmin kendi gerçekliği içerisinde bakıldığında Muharrem'in delirdiğini söylemek bile bazı boşlukları kendimiz doldurduğumuz gerçeğine işaret ediyor, Tanrı Korkusu Muharrem'i bizim algılayamadığımız bir noktaya götürmüş olabileceği gibi, hayatı boyunca farketmeden peşinde koştuğu hedefini gerçekleştirmesini sağlamış da olabilir. Belki mesele sadece aslanın karşısında dikilmek değil, aslan ile bir bütün olabilmektir. Kim bilir?

Kim bilir bilemem ama, Haşmet Babaoğlu'nun bilmediği kesin. Tıpki benim gibi.

Devam.

"Film aynı zamanda Şeyh Efendi (Meray Ülgen) ve Rauf Efendi’nin (Güven Kıraç) yoksul olduğu için kirasını ödeyemeyen veya içki içen kiracılar konusundaki gevşek ve kayıtsız yaklaşımlarından da herhalde “maneviyatla kapitalizmin günahkâr uzlaşması” sonucunu çıkarmamızı bekliyor.

Olmuyor tabii. Olamıyor!

Üstelik filmin sonu paraşüt hızıyla gelince seyirci neye uğradığını şaşırıyor.

Tatsız bir “boşluk” duygusu gelip yapışıyor seyircinin yakasına...
"

Hmm, yine yukarıdaki hastalığa rastlıyoruz, acelecilik ve yetersiz sayılabilecek bilgimizden sonuca varabilme hevesi birleştiğinde, ortaya böyle fikirlerin çıkması normal sayılabilir.

Oluyor efendim oluyor, nasıl olduğuna dikkat etmek olmuyor diye çığırmaktan daha önemli. Paraşüt belki aşağıdan bakanlar için hızlı düşmekte olabilir ama, rahata ve güvene alışmış bedenlerimizi paraşütün içine, ve son derece yüksekte uçan bir uçağın dışına taşıyacak olursak , zamanın aslında o kadar da çabuk geçmemekte olduğunu farkederiz. Muharrem için, hiçbir şey paraşüt hızıyla gelişmiyor. Yukarıda topladığı verilerden sonuca varmak konusunda bir sincap kadar hevesli görünen yazarımız, sonun fazlasıyla hızlı geldiğinden şikayet etmiş. Herşey birer Guns'n Roses konseri değildir, karşılık alabilmek için emek sarfetmek gerekir. Tabii siz tüm emeğinizi parçaları birleştirmek yerine eksik verilerle yorum yapmaya harcarsanız, böyle gevrek gevrek konuşmaktan öteye gidemezsiniz.

Filmin kurgusu, benim izlediğim kadarıyla son derece başarılı. Muharrem'in rutin dışına kaymış hayatı, içiçe geçmiş iki çember gibi, bir taraftan hızlanırken içerideki sabit kalmaya; hatta geriye doğru dönmeye devam başlıyor. Hayatınızı varmak için harcadığınız bir noktaya yaklaştığınızı hissederken, hiç olmadığınız kadar zayıf olduğunuzu farketmeniz şaşırtıcı olmasa gerek. Kurgu sanatı bazen hızlanmayı, bazen de seyirciyi sıkacak kadar yavaşlamayı göze alarak riske atılmayı gerektirir, neticede burada Romantik Komedi izlemiyoruz.

Evet, sona yaklaşıyoruz, esas bombayı sonda patlatmış yazarımız:

"Neden olmuyor?

Hepsi bir yana, Muharrem derinlikli bir karakter değil. Çektiği sıkıntılar (dindar olsa da olmasa da) kendi halinde “obsesif kompülsif” bir kişinin çekeceği sıkıntılar.

Filmdeki dekor, kostüm derme çatma değil ama Muharrem’in erotik rüyaları ve bu rüyalar karşısındaki tavrı fena halde derme çatma! Rüyadaki kızın şeyhin kızı olmasındaki gizem ise (tabii varsa eğer) çözülmüyor.

Hele Muharrem’in iki bin dolarlık yanlış hesap yüzünden birdenbire bütün perdeyi yıkıp her şeyi viran eylemesini ciddiye almak imkânsız.
"

İlk olarak, Erkan Can bu role üç yıl hazırlandığını, Muharrem'i kafasında ikiye bölmüş olarak gittiği her yere yanında götürdüğünü söylüyor. Yukarıdaki satırlarda Babaoğlu'nun da övdüğü bu sanatçının rolünü sığ bulmak , en hafif anlamda anlayışsızlık sayılır. Erkan Can, bu filmdeki performansıyla bir kayayı canlandırsaydı, o yine filmin en derinlik sahibi karakteri olurdu; bu iki.

11 yaşından kırk yaşına kadar aynı Çuvalcı dükkanında çalışmış, sosyal hayata dergahı dışında son derece kapalı bir karakter bu halinden daha derin verilemez, ki tekrarlıyorum; bu haliyle de son yıllarda Türk sinemasında izlediğimiz karakterlerin hemen hemen hepsinden daha derin işlendiği su götürmez bir gerçek. Bu film bir fransız filmi olsaydı ve Erkan Can bunalımlı haller içerisinde düzenli olarak masturbasyon yapsaydı, kendisini derin bulacak mıydı Sayın Babaoğlu'na sormak gerek; bu da üç.

2000 dolar konusunda hiçbir şey demek istemiyorum, Haşmet bey o kısmı anlamamış. Bir defa daha izlemesinin faydası dokunabilir.

Ve son nokta;

"Akıl ve bilgi açısından bakarsak, iddia edildiğinin aksine, konusuna “içerden” bakan bir film değil, nezaketine ve özenine rağmen çok “dışardan” bir film Takva."

Oryantalist bir film değil Takva, zikir sahnelerinde de cemaat üyelerinin yer aldığı diyaloglarda da kamerayı tekkeyi ziyaret eden bir turistten çok, içimizde yaşayan ve toplum dinamiklerimiz konusunda bilgi sahibi bir kardeşimizin tuttuğunu hissedebiliyorum. İçeride-Dışarıda konusu tamamen kutuplaşmış düşüncelerin bir sonucudur, içeride ya da dışarıda olmak için birbirine tamamen kapalı iki dünyanın kesin sınırlarını kabullenmek gerekmektedir. Bir dergahta yer alan cep telefonu , ve Vakit gazetesi okunan bir dükkanda yer alan Atatürk portresi Haşmet bey'i bu sınırların geçirgenliği üzerine düşünmeye teşvik edememiş anladığım kadarıyla.

İçi dışı boşverin, biz arada bir yerde durup her yana özgürce baksak; olmuyor mu ? Dünya görüşünüz bunu kabullenemeyecek kadar sakatlandı mı Soğuk Savaş'ta ?

Jim'e Akort Gerekli..


Az once Cnbc-e'de According to Jim'i izliyordum vakit geçirmek için, James Belushi matrak bulduğum ve beni eğlendiren bir adam. Dizide diğer arkadaşlarıyla kurdukları garaj grubuyla ara sıra Blues da yapıyorlar, bu da beni eski günlere götürüyor.

Lakin öyle bir espriye şahit oldum ki, tabir yerindeyse şapkam kafamdan uçtu.

Jim'in doğum gününde tüm aile üyeleri ona sıkıcılıkta birbiriyle yarışan hediyeler almışlardır. Bir nemlendirici, iğrenç bir süveter, ve eşinin hediyesi olan Resim takımı. Tual, fırçalar, boya seti cart curt.

Hevesli bir sincap gibi görünen eşi yatak odasındaki tualin başında Jim'in aldığı hediyeyle ilgilenmesini sağlamak için sürekli olarak teşvik ederken, Jim kafasını elindeki Bira kataloğundan kaldırmamaktadır.

Ve tam eşinin söylediği birşeyin ardından espriyi patlatır;

"Şu biraya bakar mısın, bosna'da üretilmiş ! Herhalde cezaevinde yapıyorlar!"

Tabi bu söz bittiği an arkadan gelen bir sitcom klasiği olan anırırcasına gülme sesleri, bugüne kadar severek izlediğim James Belushi'den buz gibi soğumama ve kanalı hızla değiştirmeme engel olamadı. Beni yanlış anlamayın , dar görüşlü bir insan değilim ama böyle durumlarda yapılacak şakanın dikkatle seçilmesinden bir zarar doğmayacağını düşünüyorum.

Belushi arnavut kökenli bu arada.

7 Aralık 2006 Perşembe

Audioslave - Revelations

Çok lafa gerek yok, Cornell ve tayfası yeni albüme ilk klibi çekmişler; şöyle buyrun.

Neredesin ?


Eski Non Serviam'larım hala duruyor, tuvalete filan girerken denk gelirse arada bir tane alıp kurcalıyorum. Üzerinden biraz zaman geçtikçe farkediyoruz ki, bugün Müzik Medyası şemsiyesi altında okuduğumuz çoğu dergiden çok çok daha kaliteli bir içeriğe ve yazarlara sahipmiş. Kıymetini bilemedik diyemem, çünkü bildiğimi düşünüyorum.

Sayı da vereyim hatta; 15.sayı, hani Çağlan'ın editör yazısında Megadeth yetişmediği için kapağa Maiden'i koyduklarını söylediği sayı. Bu sıralar abiler iki ay önce kapak yaptıkları Şebnem Ferah için günah keçisi ilan edilmiş durumdalar, Çağlan saçma sapan "Yumuşadınız, top oldunuz, pop oldunuz" şeklindeki ithamlardan kafayı yemiş, okuyucu mektupları köşesinde ayar üzerine ayar veriyor. Böyle dal dingil konuşan arkadaşlar Şebnem'in son albümünü dinlediler mi acaba, dinledilese ne düşündüler çok merak ediyorum. Bu sayıda Tiamat varmış mesela, Tiamat'ın son albümüyle Şebnem'in Can Kırıkları'nı ardarda dinlesinler bakalım ne hissedecekler.

Neyse, asıl söylemek istediğim bunlar değil. Nadiren de olsa Serviamcı abiler Sizden kısmından sonra Mesajlar bölümü açıyorlardı, genellikle çiftleşme maksatlı mesajlar barındırsa da ( arada Diyarbakır'da Fast Tracker kullanmaya çalışıp yardım isteyen akıllı uslu çocuklar da vardı tabii ) ilginç şeylere de rastlanmıyor değildi.

Şu arkadaş Söke / Aydın'dan yazmış mesela, buyrun;

" 70'lerin ağır iş makineleri ve tırların hayranıyım. Black Sabbath, Manson ve drum'n bass dinleyip, kurutulmuş hayvan kafası ve tarım ilacı koleksiyonu yaparım. Ayrıca syntheziserler, sayıbilimcilerin metinleri ve seri katiller ilgi alanımdır. Tuhaf kız arkadaşlar arıyorum. Kişisel kıyametim gelmeden yazsanız iyi olur. Ayrıca makyaj malzemeleriyle yaratılmış igrenç görüntülü veya sapıkça çekilmiş korku dolu fotoğraflarınızı gönderebilirsiniz."

Orçun Yaprak.

Yuh be kardeşim. Ne gördün, ne yaşadın, neler hissettin de bunlara sardın ki sen ? Enteresan ve etkileyici görünebilmek için böyle yazmış olma ihtimalin de var tabii ama ben bunu şimdilik gözardı ediyorum, derdin neydi acaba ? Kurutulmuş Hayvan Kafası'nı siktiret, Tarım İlaci Koleksiyonu nasıl bir içgüdü, bir travma sonucunda ortaya çıktı acaba ?

Black Sabbath ve Manson dinliyormuş zaten, bu ikisini birleştirdiğinizde acaip mi acaip birşey çıkıyor ortaya zaten. Manson dediği Charles Manson da olabilir, emin değilim. Ses kaydını filan bulduysa bir yerden..

Orçun Yaprak, neredesin ? Kişisel kıyametin gelmemiştir umarım..Belki de ruhun selamete kavuşmuştur artık, bir bankada Nakit Akış Asistanı, ya da bir televizyonda kameraman, hiç olmadı bir markette Stand Görevlisi olarak çalışıyor olmanı umuyorum.

Don Dokken - Tek Söz.

"bazı müzisyenler vardır, yeteneklidir ama orospu çocuğudur; bazı müzisyenler vardır, iyi insandır ama yeteneksizdir. don dokken hem yeteneksiz hem de orospu çocuğudur"

Ronnie James Dio. [Ekşisözlük'ten Ron Jeremy'ye selam-Nitro'ya devam]

Hehe.
Dışarıdan bakabilmeyi becerebilmek lazım hayata, şöyle potaya kıçı dönükken yüksek posttan atış kullanmak isteyen bir pivotun döndüğü an gözucuyla çembere baktığı kadar bakabilsek yeterli. Belki o zaman herşey daha iyi olabilirdi, belki de olamazdı; kim bilir.

Günler güzel geçiyor olmalı. Yılbaşı yaklaştı diyen insanların gözlerinin içine bakıp "Yaklaşan yılbaşı değil, yılsonu." dememek gerekli bu sene. Bardağın dolu tarafını başkalarına ikram edip kendim de içiyormuşum gibi yapmaktan vazgeçmek gerekli.

Bir de bazen anlamadığı şeylere çok takılıyor insan; ne gereği var ki oysa, herkes herşeyi bilmek zorunda değildir. Şaşırmak da güzeldir hem, ağzını susamış atlar gibi kocaman açıp hayretlerden hayretlere yuvarlanmak, "Aa, bunu hiç duymamıştım!" diyebilmek de güzeldir.

Yaşam sağolsun, her gün yeni yeni tuhaflıklara şahit oluyoruz da , bol bol şaşırma imkanımız oluyor.

Google Analytics diye bir meret var mesela , web sayfanıza eklediğiniz bazı kodlarla ziyaretçi sayınız ve segmentiniz hakkında ilginç bilgiler edinebiliyorsunuz. Ziyaretçilerinizin nereden bağlandığını gösteren bir harita mevcut mesela, şehir şehir ne kadar tıklandığınızı, tıklayan kişilerin hangi dili kullandığını, hangi serverlar üzerinden bağlandığını; ve bana göre en ilginci arama motorlarında ne arayıp da sizi bulduklarını görebiliyorsunuz.

Keyword/Source[Medium] Visits
Şiki Şiki Baba 9
dimebagg darrell 3
Ermeni Soykırım İddiası 3
Ayşe Özyılmazer 3
Hasan Pulur Ayşe 2
North Korea Havel 2
İnanılmaz Frikik Verdi 2
David Jacques 2
Braun Kısalar 2

En yüksek frekansla arayanlar bunlar gördüğünüz gibi. Herşeyi anlarım, dokuz kişinin biz bu satırları yazarken bile internet üzerinde Şiki Şiki baba isimli şarkıyı aramakta olmasını bile anlarım ama, "İnanılmaz Frikik verdi" yazıp da gözlerini patlatarak internette dolaşan bir tipin neden sayfama iki kere girmiş olduğunu anlayamam. Hayır yazdın çıktı nasıl çıktıysa, girdin baktın bulamadın, tekrar neden girdin güzel kardeşim ?

öyle bir ümit ışığı gördün yani bende, arada girip bakıyorsun bu herif kesin frikik resmi koyar diye. Bravo.

Toplam bir buçuk aylık bir süre içerisinde 600 küsür kişi ziyaretçim olmuş, yaklaşık 800 sayfa görüntülenmiş ki bu ikisi arasında relatif bir ilişki kuracak olursak aranan şeylerin pek bulunamadığını söyleyebiliriz. Avusturalya'dan tutun da Çin'e kadar birçok yerden misafir kabul etmişiz, Google'in dikenli yollarında nasıl kaybolup bana kadar geldiler o kısmı hiç bilemiyorum. Eğlenceli bir tecrübe blogging, sen burada saçmalıyorsun, Çin'den sevdiği grubun mp3'ünü arayan bir herif ya da bir frikik avcısı sayfana başka başka amaçlarla girip bulamayınca muhtemelen sana küfrediyorlar.

Acaba konseptüel bir blog haline mi getirsem burayı diye düşünüyorum bazen, belirli konularla sınırlandırıp sadece onlar üzerine yazmak gibi mesela. Ben pek gelemiyorum böyle şeylere işte, bir işin içerisine zorunluluk girdiği zaman yazmak sanki eziyet haline geliyor.

[Prodigal Son çalıyor şu an İron Maiden'dan , zaman zaman sıkıcılığın sınırlarını zorladıklarına bir kez daha şahit oldum, shuffle'a bastım, 15.000 parçalık playlist'te bir İron Maiden şarkısı daha, Gangland çıktı. Beterin de beteri var demek ki. İyi ki gözde bir sayfa değil burası, yoksa şimdiden bir sürü azar işitmiştim - Maiden metalin kutsal gruplarından biridir, Hindular için İnek neyse Metalciler için de Maiden o yani. ]

Grand Funk Railroad çalıyor şu an mesela, Nothing is the Same diyoruz, bu adamlar vaktiyle inanılmaz bir müzik yapmışlar. Gov't Mule tarafından bol bol coverlanmakta olmalarına şaşmamalı. Geçen akşam The Sopranos'da bile bir an "I'm Your Captain" çalarken yakaladım. Tommy Iommy bu adamların müziği hakkında ne düşünüyor acaba, çok merak ettim. Basslar sound olarak Black Sabbath - Heaven and Hell'dekinin aynısı.

Black Sabbath dedim de aklıma geldi, Black Sabbaht üzerine bir yazı hazırlamayı düşünüyorum ama gözümü de korkutmuyor değil. Sabbath inanılmaz yol katetmiş bir grup, Rob Zombie'nin dediği gibi bir metal grubu tarafından kullanılabilecek hemen hemen tüm riffleri herkesten önce denemiş bir gitariste, Ozzy Osbourne ve Dio gibi birbirlerini bokları kadar sevmeyen iki vokaliste, Tony Martin gibi asla hakkı verilmemiş efsane bir şarkıcıya sahip olmuş bir grup. Cozy Powell ise apayrı bir faktör tabii ki, öylesine dinleyene yeknesak gelebilecek bir tarzı olmasına rağmen etkili tuşesiyle gruba değişik bir ruh katmış diyebiliriz. [Benim haddime mi düşmüş sanki?]

Ben en çok Martin'li dönemleri seviyorum, "Forbidden" ve "Headless Cross" bu sebeple favori albümlerim. Forbidden'i elinize alıp baktığınızda mezarlıkta dikilen azrail'i görürsünüz, Ozzy'li günlerdekinden bile daha karanlık bir kapaktır. Ama albümü dinleyince, mental olarak birebir arabesk sayılabilecek bir zemin üzerine inşa edildiği farkedilir, sözler, vokal, acı çeken bir insanın bize anlatmak istediklerini iletmeye çalışır.

Bir de Dio'lu dönem var ki, benim hakkında konuşmamın en fazla tehlike arzettiği süreç bu olsa gerek. Dio'nun Black Sabbath ruhunda köklü değişiklikler yaptığını düşünüyorum, Heaven and Hell bu izlenimi bıraktı, ama henüz net bir fikir ortaya koyabilmek için külliyatın çok başındayım.

Bakalım, kısmet bu işler. Eh, buradan da atılamam ya. :)