$2.99

30 Aralık 2007 Pazar

Babam geldi

"Ben sana önümüzdeki çeyrek yüzyıl boyunca kaknem demeyi yasaklamamış mıydım ulan kaknem?" dedi.

"Gölgelerin dansetmesine kainat üzerinde dövülmüş hiçbir çivi engel olamaz" dedi.

"Dize dediğin sağlam durur, yanyana olur ki esen rüzgarlardan onları korumak için üzerlerine koyduğun taşlar ruhunu saklamasın." dedi.

"Ben seni insanlar hakkında üzülmeyi bırak diye komünist arkadaşlarımla tanıştırmaktan imtina etmedim mi?" dedi.

"Unutma, imtina'yı kullanmak da yasak sana." dedi.

"Saç dediğin ya beyazlayan, ya dökülen bir şey, hem sen sensen kafanın kendisiyle gurur duymayı öğrenmelisin, üzerindekiler ile değil." dedi.

Sigara Külü

Tek tük sayılabilmeye yolaçacak umut kırıntılarını hevessizce masanın altına süpürecek denli çok beyaz saç, öyle ki siyah olanlar azınlıkta olmanın verdiği kuşatılmış ada psikolojisiyle kendilerini kaldırımların siyahlığına

sokakların soğuğuna

artık çoktan solmuş güllerin yalnızca dikenden ibaret kaknemliğine

patlamış bir plastik topun duvarda bıraktığı ize

bembeyaz fayansla kaplı morg duvarlarına

dansetmekten yorgun düşüp kendilerini oldukları yere çivilemeye karar veren gölgelerin son gülümsemesine

kare desenli bir kazağın üzerine bırakırlar.

işte o kazağın üzerinde, beyaz saç ile kazağa kim bilir hangi rehavet anında düşmüş olan sigara külü; arkadaş olurlar.

ıslak palto

yağmurlu kış günlerini kimse sevmez, hiçbirimiz kirli siyah sandıklarımızdan çıkardığımız son beyazlığının üzerinden yüzyıllar geçmiş çocukluk anılarımızın arkasına saklanmaya gerek duymayacak kadar yaşlandık. Varsa bile ruhunuzda hayatın gizemli mutluluğuna kendisini sebepsizce kaptırmış bir kaç yaşayan hücre, koşarak geldiğiniz evde görmeyi umduğunuz tek şeyin ıslak bir palto olduğu gerçeği sizi soğuktan moraran yüzünüzü kıpkırmızı hale gelene kadar tokatladığı an bunun sizi yaşamaya sevkeden bir anlam olmadığı müddetçe kainatın ieçrisinde bir zerre kadar anlamı olmadığını anlayacaksınızdır.
ıslak palto.

sigara külü.

babam geldi.

27 Aralık 2007 Perşembe

Odam ısınmıyor, pencereden ya da başka hangi cehennemden geldiğini bir türlü çözemediğim soğuk içime girip çıkıyor.

uyuyorum, uyanamıyorum. uyanıyorum, uyumuyorum.

uyku esir alıyor zihnimi, tam olacakken vazgeçiyor.

geceyi ortadan ikiye kesen bir el uzanıyor bana doğru, yaklaştıkça saydamlaşarak,

solgun, belki bembeyaz,

12 Aralık 2007 Çarşamba

ne derseniz deyin adına;
bir sürü tuğlayı üstüste koyarak inşa edeceğiniz bir duvar
yeşertmeye çalıştığınız bir ruh
en soğuk kış günlerinde avuçlarınızın arasında ısıtmak için sıcaklığınızı verdiğiniz bir çiçek

-ki bunu başarmak asla paltonuzun önündeki üç düğmeyi iliklemek kadar kolay olmayacaktır-

karar vermek zorunda olmaktan nefret etmenizi sağlayan her karar anı
bahçenizin tanrısal harmonisini bozan ufacık bir ayrık otu,

bir düşüş,
-sarı, yerinden bir daha takılmamak üzere çıkmış ve eğri duran bir kafatası gibi-
bir kayboluş,
-beyaz, üzerini örten soğuk karanlığı yırtmak için asla çabalayamayacak kadar cansız-
ve bir tek başınalık;
-ayna önünde dökülen yaşlarla yıllarca sürebilecek, yırtılması zor ama imkansız olmayan-


bir gülümseme,
-sıcak, evrenin varolduğu noktadan tanrının elinin bile dokunmadığı köşelerine kadar doğan ve yokolan tüm güneşlerden bile sıcak-
bir varoluş,
-bembeyaz, gökkubbenin iki yanına uzanmış melek kanatları gibi lekesiz-
ve bir birleşme
-mavinin ve morun en güzel tonlarında, kainatın bile hayal edemeyeceği kadar güzel-


hepsi sonsuzluğun üzerine kocaman harflerle yazılmakta olan hikayemizin parlayarak yıldızlar arasında yer alacak bölümlerinden ibarettir.

hangisini yaşayacağımız ise, yaptığımız seçimlere bağlıdır.

insan, seçtiği hayatı yaşar.

beyaz, umutsuzluğu da anlatabilir size; yalnızlığı da,


hayatınıza girmiş en güzel şey olan bir meleğin kanatlarını da.

seçim bize aittir.

bize.

27 Kasım 2007 Salı

Ayçillim.

Ayışığının sonsuzluğa doğuşunun üzerinden on ay geçmiş,

Yıllar heyecanla sıraya dizilmişler önlerinde,

Çaresizlik kaybolmuş ümitlerinin yemyeşil ormanının içerisinde.

İlk paylaştıklarında nefeslerini, ruhları sıkıca sarmış birbirini, on ay önce,

Laleler; bembeyaz, ve menekşeler, mor ve en güzel olanları yetişmiş sadece bahçelerinde.

Lanet kaybolmuş mutluluklarının masmavi aydınlığı içerisinde, on ay önce.

İki kayıp ruh, birbirlerinin kalplerine sığınarak korunmuşlar soğuktan, karanlıktan, korkudan ve tekrar kaybolmaktan.

Masalları olmuş dünyadaki tek gerçeklik, ve masalı gerçek olmuş meleğin. Bugünden tam on ay önce.

.


İyi ki varmış prensesi.

18 Kasım 2007 Pazar

Koşarak merdivenleri çıkmaya devam etti. Girişte aralık bıraktığı kapıdan içeri süzülen soğuk hava peşi sıra onu takip ediyor, etrafında dolanıp tenine dokunduktan sonra kayboluyordu. Hayatın sonsuz sarmalının minicik bir örneği gibi, olduğu yer ne kadar yükselirse yükselsin değişmeyen bir gerçekti bu.

Bir oyunmuş gibi, gününü geriye sarabilme imkanı olsaydı nerelerde değişiklik yapabileceğini düşündü. Yine saptığı yollardan sapar, yine bazı köşeleri dönmüş olduğu kadar sert döner, yine soğuk ve ürkütücü olduğunu bilmesine rağmen durup soluklandığı ara sokakta dinlenir, yine arkasındaki karanlığa umursamadan gökyüzündeki ışığa doğru gitmeye devam ederdi. Yaşamında yürüdüğü onca mesafenin onu aydınlığa getirmiş olması kendine güvenini pekiştirdi, son kullanma tarihi geçmiş ihtimaller üzerine düşünmeyi bırakıp adımlarını hızlandırdı.

Geride bıraktığı her basamakla birlikte, yukarıda, en üst kattaki odada olma arzusu biraz daha güçleniyordu. Gövdeleri duvardan çıkmış melek heykellerinin ellerinde tuttukları meşalelerin yaydığı ışık, rüzgar merdivenlerdeki valsini sürdürdükçe göz kırpıyor, duvarlarda geceleri dışarı çıkıp dolaşmak gibi kötü huylara sahip olan gölgeler yaratıyordu.

Neden korktuğunu sordu kendine, bir cevap alamadı. Olması gereken yerdeyken, huzur bulduğu, mutlu olduğu yerdeyken içindeki bu yitme kaygısını yaratma suçunu gölgelere yükledi en sonunda, çıkması gereken çok az basamak kalmıştı.

Rüzgar, o yukarıya yaklaştıkça mucizevi bir şekilde azaldı, trabzanı bırakıp odanın kapısından bir halı gibi uzanan düzlüğe geldiğinde soğuğu hissetmez oldu. Çerçevelerden sızan ılık mavi ışığa yaklaştıkça ruhunun tekrardan ısındığını farketti, kapı tokmağına elini attı, çevirdi ve kapıyı geriye doğru itti.

Yatağında doğrulmuş utangaç ve şaşkın bir çocuk gibi ona bakıyordu melek.

Gülümseyerek.

7 Kasım 2007 Çarşamba

yükseklerde olmaya alışmışken

bir an için kendini birazcık aşağıda bulmak nefesini kesiyor insanin

hayatına kısa bir ara veriyor, bir es, bir durak,

sonra gözlerini açıyorsun

tekrar bulutları görünce altında, bembeyaz, mor, mavi bulutları,

tek düşündüğün ne kadar şanslı olduğun oluyor.

14 Ekim 2007 Pazar

Missechoes Calling

Demangeaison

Hayatsız kalmıştım. Birden Dürin
Chopin'in yedi numaralı valsiyle
balkonda belirdi
cildi çürüyen İstanbul'un üstünden korkulu göz
sonbaha üssüne çöktü. Süsünden öldü şehir
hüznünden oldu. Bir de o gün Şevki bey
biraz çekil kardeşim demesin mi Chopin'e
ravii meçhul
ama inanmak serbest
ben kimseye yetim olduğumu
söylemedim üstelik
vesayet altında falan değilim. Sadece
hayatsız kalmıştım. Büyüyünce geçti.


İsmet Özel.









Hayatıma hiç sahip olamayacağı bir anlam kazandıran
renklerin en güzelinin karşısında gülümseyerek dansettiği
meleğime.

13 Ekim 2007 Cumartesi

...
Güzel mi bu şimdi diye düşünerek baktı çizdiği tabloya;

Hiçbir şeye benzetemedi.

Tıpkı içimdeki asalet yoksunluğu gibi olmuş diye mırıldandı dişlerinin arasından.

Sıkıca tutup yırttı resmi

yere atıp çiğnedi.

Şimdi daha çok benzedi içimdekine dedi.

Ve gülümsedi.
Elini saatinin üzerinde gezdirdi, bugüne kadar her baktığında kendisine zamanın neresinde durduğunu naifçe gösteren bu zavallı uşağı için hiçbir şey yapmadığını farketti.

Kayışı bileğini bükmeden sertçe çekerek mili delikten çıkardı, açılan saat cansız bir tırtıl gibi kaydı kolundan, ve elinde yerçekiminin cazibesiyle iki yana doğru sallanmaya başladı.

Belki nezaket içerisinde yoğurulmuş bir ruha sahip olsaydı herşey farklı olurdu, tarih yazıcılar bu konuda yorum yapmaktan şiddetle kaçınıyorlar.

Bizim tek bildiğimiz, her zamanki kabalığıyla saati önünde duran konu şeklindeki kutuya sertçe çarpmaya başladığı. Vurdu, vurdu, vurdu, vurdu.

Önce camı kırıldı saatin, zamanın durmamış olmasına şaşırarak daha sert vurmaya başladı, çarklar yerlerinden fırladılar, kayış saati tuttuğu noktada parçalanmaya başladı.

Vurmaya devam etti.

Pil fırladı yerinden.

Ve daha sonra şehirdeki tüm camlar kırıldı. Tüm duvarlar çöktü, tüm gözler alevler içinde kaldı. Birbirini seven, birbirinden hoşlanmayan, geceleri pencerelerin altında usulca gezinen, birbirine kızan, küfreden, aşağılayan, değer veren, değer verdiği halde vermiyor gibi görünen, ağlayan, üzülen, gülen, aldatan, kızan, esneyen, terk eden, terk etmeyen, basitlesen, çirkin olan, güzel olan, masum olan, sevimli olan, sevimsizleşen, yaşlanan, gençleşen, sıkışan, arada kalan, araya giren ne kadar insan varsa; hepsi bu basit, seviyesiz ve kaba adam tarafından yok edildiler.

Pardon; basit, seviyesiz, kaba adam, ve ona saklaması için verilen nükleer başlık tarafından.
Küçük piyanonun tuşlarına öyle sert vurdu ki, önce titredi şarap şişesi, sonra kendinden sarhoş olmuş gibi iki yana sallandı, sonra da devrildi.

Siyah ahşap üzerinden ellerine dökülen şaraba bakarak devam etti vurmaya, kıpkırmızı olmuş elleri beyaz tuşlara çarptıkça çıkan sesle sarhoş oluyor, ve havaya karışan her notayla birlikte kendi iğrençliği içinde bir adım daha derine giriyordu.

Bir daha yağmur yağmayacağını söylüyorlardı televizyonda tam da o esnada, sırıttı tuhaf bir yaratık gibi, aldırmadı, umursamadı. Şarap çoktan yuvarlanmıştı yere zevksizce döşenmiş paramparça halının üzerine, parçanın en sevdiği kısmına geldiğinde bacağını uzatıp bir tekme attı şişeye, sırıttı tekrar; garip bir yaratık gibi.

İnleyerek geri attı başını, daha sert vurmaya başladı tuşlara.

Kıpkırmızı parmaklarla.

28 Eylül 2007 Cuma



Romeo Dallaire.

1994 yılındaki Birleşmiş Milletler Ruanda Destek Gucu'nun komutanı. Mevcut Kanada Senatosunda Senatör olarak görev yapıyor.

İnsanlığıyla, beni insanlığımdan utandıran insan.

İnsan.

21 Eylül 2007 Cuma

Remember Life Now ?

Gece sokağa dökülüyor tanrı üzerindeki siyah pardesünün eteğindeki çamurlara aldırmaksızın.

Göt kadar dünyayı atmış bir köşeye , kocaman sokakta bir yukarı bir aşağı yürüyor.

Elindeki küçük bibloyu çeviriyor anlamsızca, hayat yaratmayı umarcasına etrafta dolaşıyor kendi varlığından bağımsız gözleri.

Gülümsüyor mu

Bilmiyorum.

Ne gülümsemeyi görüyorum, ne elindeki bibloyu, ne de ıslak kaldırımları.

Penceremin altından her geçişinde, umursamıyor kafamı yastığın altına nefes almaksızın bastırmış olmama; içimdeki zehirden bahsediyor bana.

Her geçişinde ya bir kör, ya da bir topal takılıyor peşine.

Fısıldayarak konuşuyorlar yanında; korkuyorlar belli ki. Soruyorlar, ama cevap alamıyorlar. Ağlıyorlar, ama gözyaşları akmıyor. Bağırıyorlar, ama dudakları aralanmıyor. Tekme atıyorlar sokakta tanrı kadar amaçsız gezinen rüzgara, canı acıyor dünyanın. Islatıyorlar sıktıkları taşların suyuyla elektrik direklerini, ama hiç yangın çıkmıyor.

Ya bir kör, ya bir topal, ya da saçı sakalı birbirine karışmış mavi gözlü bir adam takılıyor tanrının peşine her seferinde. Tekme atar gibi savuruyorum bacaklarımı yatağın içerisinde, yarattığım bu büyük problem ile sadece battaniye ilgileniyor. Ben tekmeledikçe, daha net olmuyor konuşmaları işin kötüsü.

Anlayamıyorum ne dediklerini, fısıldıyorlar birbirlerine. Belki benim hakkımda konuşuyorlar, duyamıyorum ki.

Çatıda kediler ve baykuşlar var, penceremin üzerinde çığlık gibi simsiyah bir hoparlör asılı. Altındansa tanrı geçiyor, ıslak kaldırımlarda ayaklarını sürüyüp, topuklarına basarak.

Çatıda insanlar var; ruhlar, penceremin üzerinde vicdan azabı gibi kıpkırmızı bir gökyüzü. Altındansa sadece geceleri yürüyenler geçiyor, kaldırımlara değecek kadar değerli olmayan ayaklarını avuçlarında taşıyarak.

Gömüyorum kendimi zaten kırık olan yatağa, tavandan battaniyenin üzerine dökülen sıvalar o kadar ağırlaştırıyor ki yükümü, belimi büküp yatağın şeklini alıyorum.

Yatak duymuyor ama tanrıyı, ben duyuyorum. Zehir diyor her geçişinde pencerenin altında duraksayarak, zehir var senin içinde.

Çıkar dedikçe yutkunuyorum, kendi kendime mırıldanıp, yüzyıllar sonra bulut olup yağmur yağdıracak kelimeler geveliyorum ağzımda. Çıkar dedikçe hıçkırıyorum, binlerce yıl sonra su damlası olup yağacak parçalar kopuyor ruhumdan. Çıkar dedikçe titriyorum, ben titredikçe o bir defa daha geçiyor pencerenin altından.

Gülümsüyor belki de, göremiyorum. Benim tek gördüğüm sıkıca yumulmuş gözkapakların içindeki damarlar.

Dönüyorum terden yapış yapış olduğumu hayal ederek; değilim, odam da bir dali tablosunu andırmıyor pek zaten.



Burası dünya değil zaten.

Bu etrafımı saran karanlık değil.

Sessiz değilim, bağırıyorum.

Yalnız değilim bu uçsuz bucaksız yatakta,

Penceremin altından geçip duran da tanrı değil açıkçası,


sadece saçı sakalı birbirine karışmış mavi gözlü bir adam.

4 Eylül 2007 Salı

Sorgu ışığı tepemde,

gözlerimden yaşlar geliyor parlaklığından

bas bas bağırıyorum

"doğruyu söylüyorum!" diye

dilsizim

kimse bana inanmıyor.

küfür ediyorum sanıyorlar.









belki de dünyaya küfür etmek demek doğru söylemek.

bir dilsiz için bile.

27 Ağustos 2007 Pazartesi

noktala-ma-ma

Yalnız bir ünlem iken hayat

-Noktası öfkeyle fırlamış altından, ayakta durmaya takatsiz-

Karanlıkta doğan kızıl güneşin üzerine çekilen koyu bir çizginin ardından

bir meleğin pespembe tırnakları sildi hayatımı damgalayan virgüllerin kuyruklarını

bir melek ile, bir melek,

biriktirdik geçmişe gelişigüzel dizdiğimiz virgüllerden arta kalanları


önümüzde görkemle uzanan üç nokta oldular.

samanyolundan çıkış rotamız oldular.

gemimizin pusulası oldular,

ve neverland'e gidiş biletlerimiz.

tek yön.





ps : Yedinci ay doğdu bugün gökyüzünde. Yedi kere üzerindeki yıldızdan örtüyü aralayıp baktı iyi miyiz diye; hepsinde de gülümseyerek döndü gökteki evine.

9 Ağustos 2007 Perşembe

Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla – ha düştü, ha düşecek –
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.

Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici – hep, hepp acele işi! –
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.

Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.

En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.


Can Yücel.

7 Ağustos 2007 Salı

- Ne hissettiriyor sana ?

- Neden bahsettiğini bilmemekle birlikte, bir şey bir şey hissettirebiliyorsa eğer, maneviyatsızlığın gırtlağımıza kadar tırmandığı şu plastik dünyada başarılıdır benim için, varolma amacını, varoluşunu, amacını gerçekleştirmiş demektir.

- İsmet Özel.

- Şair.

- Evet.

- Hani şu

"ben ismet özel, şair, kırk yaşında.
her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat.." diyen şair.

- Evet.

- Yürek kelimesinden kendisi de nefret eden yüreğim titriyor satırlarını emdiğimde, üzerinden yemek yenmek için bir köşeye atılmış gazete kağıdı gibi ürkekçe katlıyor, cebime sokuyorum her sabah şiirlerini. Saygıyla, korkuyla, ve evrenin devasa yapısı içerisindeki küçücük yerimin bilinciyle saklıyorum cüzdanımda.

- Ne hissediyorsun ?

- Hissediyorum.

- Tamam, ama ne hissediyorsun ?

- Hissediyorum. Tuğlalar gibi kelimeler, havaya atılıyorlar özenle seçilerek, ve şairin havaya fısıldadığı ıslığın gölgesinde diziliyorlar. Korkunç bir sahne bence, kendisini o kocaman yüzükleriyle şiir yaratırken görmek istemezdim.

- Ya hayata karşı tutumu ? Dönmüş olması, kendini dine, siyasal islamın çıkış yollarını aramaya vermiş olması ?

- Bu söylediğin bana hiçbir şey ifade etmiyor. Başardıysa eğer şunu yazmayı;

"türkler dediğimde göndermelerim
süprüntüleri şırfıntıları hamamoğlanlarını
kapsadı kapsayacak
sanıyorsan yanılırsın
türklük şiir
türkün eni türkün boyu
müslümanlığı kadar
baksan bulacak mısın
koskoca istanbul’da
nef’î diye bir semt
ama bayram paşa var."

benim için ortada tartışılacak hiçbir şey kalmamış demektir.

Çünkü; güneşin altında, denizlerin ve kayaların üzerinde

hepimiz yatağımıza uzandığımıza

aynı şeye hesap veriyoruz.
"altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde
eski savaşçılar vesair geçmiyor bulutlardan
çiçek alıp eve götürüyoruz
bunun bir delilik olduğunu bile bile
en ıssız duyguların ucunda karakollar
asmaların altı tuzak ve tuzak caddelerde
külçeler yüklüyüz, çıkmak istiyoruz yokuşu
gözler kısılıp bakılıyor bize .

biliniyor
bizim mahsustan yaşadığımız
biliniyor
şarkıların sırası bizde
biliniyor
hayat bizden razıdır
biliniyor
otların sarardığı yerde güneş
kurşunun değdiği tende heves kalmıştır.”



İsmet Özel.
yasamayi bilseydim yazar miydim hic şiir?
yasamayabilseydim yazar miydim hic şiir?

- yaşama !
- ya bilseydim?

yazar: miydim
hic: şiir








İsmet Özel.
Güldüm.

Yere düştü ellerim. Dokunamadım bir an beni sarıp sarmalayan hayata.

"Belki de hiç gelmedik dünyaya" diye mırıldandım birbirine kenetlenmiş dişlerimin arasından.

Tam da bu an farkettim, yazacak bir şeyim olmadığı için belki; aynı şeyleri yazıp durduğumu.

29 Temmuz 2007 Pazar

denir ki;

gri bir anda ortadan kaybolup yağmurun ardına saklanan korkak bir rüzgarmışcasına yeşile dönebilirmiş eller sıkıca birbirine kenetlenince.

en gebe tepeler dümdüz olur, denizler kurur, balıklar kızgın taşlar üzerinde koşturmaya başlarmış.

işte böyler bir gündü, ellerini kenetledikleri andan biliyoruz zamanı;

deniz kızı kanatları ayışığından bir meleğe sarılırken,

-ayışığından, ve peri tozundan da-

mor bir bulut saçlarını okşarken gökyüzüne uzanmışlar,

deniz onların olmuş,

toprak,

ve hava da öyle.


sıcaktan çatlayan toprağın, yıkılan dağların üstünden geçmişler,

eskisinden çok farklı,

tek değil,

yalnız değil,

ümitsiz değilmiş geçişleri.

geliş ya da gidiş değil;

geçiş-miş belki de.



mutlu olmuşlar çok,

gülümsemişler,

gülmüşler,

ve ağlamışlar; gözleri kızarana kadar.


ağlamış melek içten içe, mutluluğundan.

ağlamış deniz kızı, gözlerinin içine bakan meleğin gözyaşlarını yakalamaya çalışırken.


mutlu olmuşlar çok,

son aldığımız duyumlarsa;

hala mutlu olduklarını bildiriyor.



hep mutlu olsun.
hep mutlu olsun.lar.

19 Temmuz 2007 Perşembe

cellâdima gülümserken çektirdiğim son resmin arkasindaki satirlar

"ben ismet özel, şair, kırk yaşında.
her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat
her şeyi gördüm içim rahat
gök yarıldı, çamura can verildi
linç edilmem için artık bütün deliller elde
kazandım nefretini fahişelerin
lânet ediyor bana bakireler de.
sözlerim var köprüleri geçirmez
kimseyi ateşten korumaz kelimelerim
kılıçsızım, saygım kalmadı buğday saplarına
uçtum ama uçuşum
radarlarla izlendi
gayret ettim ve sövdüm
bu da geçti polis kayıtlarına.

haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanlar
ruhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye
kara ruhlu der bana görevini aksatmayan kim varsa
laboratuvarda çalışanlara sorarsanız
ruhum sahte
evi nepal'de kalmış
slovakyalı salyangozdur ruhum
sınıfları doğrudan geçip
gerçekleri gören gençlerin gözünde.
acaba kim bilen doğrusunu? hatta ben
kıyı bucak kaçıran ben ruhumu
sanki ne anlıyorum?

ola ki
şeytana satacak kadar bile bende ondan yok.
telâş içinde kendime bir devlet sırrı beğeniyorum
çünkü bu, ruhum olmasa da saklanacak bir şeydir
devlet sırrıyla birlikte insanın
sinematografik bir hayatı olabilir
o kibar çevrelerden gizli batakhanelere
yolculuklar, lokantalar, kır gezmeleri
ve sonunda estetik bir
idam belki!
evet, evet ruhu olmak
bütün bunları sağlayamaz insana.

doğruysa bu yargı
bu sonuç
bu çıkarsama
neden peki her şeyi bulandırıyor
ertelenen bir konferans
geç kalkan bir otobüs?
milli şefin treni niçin beyaz?
ruslar neden yürüyorlar berlin'e?
ne saçma! ne budalaca!
dört incil'den yuhanna'yı
tercih edişim niye?

ben oysa
herkes gibi
herkesin ortasında
burada, bu istasyonda, bu siyah
paltolu casusun eşliğinde
en okunaklı çehremle bekliyorum
oyundan çıkmıyorum
korkuyorum sıram geçer
biletim yanar diye
önümde bir yığın açalya
bir sürü çarkıfelek
gergin çenekli cesetleriyle
önümde binlerce çiçek
korkuyorum sıra sende
sen de başla ve bitir diyecek.
yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya
söyleyin
aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında?

gelin
bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar!
bana kötü
bana terkettiğiniz düşünceleri verin
o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız
ah, ne aptalmışım dediğiniz zamanlar
onları verin, yakınmalarınızı
artık gülmeye değer bulmadığınız şakalar
ben aştım onları dediğiniz ne varsa
bunda üzülecek ne var dediğiniz neyse onlar
boşa çıkmış çabalar, bozuk niyetleriniz
içinizde kırık dökük, yoksul, yabansı
verin bana
verin taammüden işlediğiniz suçları da.

bedelinde biliyorum size çek
yazmam yakışık almaz
bunca kaybolmuş talan
parayla ölçülür mü ya?

bakın ben, bir çok tuhaf
marifetimin yanısıra
ilginç ödeme yolları bulabilen biriyim
üstüme yoktur ödeme hususunda
sözün gelişi
üyesi olduğunuz dernek toplantısında
bir söyleve ne dersiniz?
bir söylev: büyük insanlık ideali hakkında!
yahut adınıza bir çekiliş düzenleyebilirim
kazanana vertigolar, nostaljiler
karasevdalar çıkar.

yapılsın adil pazarlık
yapılsın yapılacaksa
işte koydum işlemeyi düşündüğüm suçları
sizin geçmiş hatalarınız karşısına.
ne yapsam
döl saçan her rüzgârın
vebası bende kalacak
varsın bende biriksin
durgun suyun sayhası
yumuşatmayı bilen ateş
öğüt sahibi toprak
nasıl olsa geri verecek
benim kılıcımı."

12 Temmuz 2007 Perşembe

Insomnia.

renklerini algilayabilmek için hayatın;

sağır ve dilsiz olmak gerekirmiş sanki,

ve sen sadece dilsizmişsin.




işte böyle bir girdap uykunun kaçması.













duyuyorsun; ama bağıramıyorsun.

11 Temmuz 2007 Çarşamba

"ve hayatında gördüğü en güzel mor çiçeğe dokundu melek, hep onun olduğunu hissetti, ve hep öyle kalacağını..bunu nasıl hissediyordu bilmiyordu, bildiği; en güzel masalın yıllardır rüyasında gördüğü o gemide olduğuydu.."

...


Missechoes.

4 Temmuz 2007 Çarşamba

Titretme şu s.ktiğimin masasını diye gürledi çocuğa, ve gözünün önüne öfkeden kızaran yüzünün nasıl bir hal aldığı geldi. Yüzünü kaplayan sık sakalları olmasa öfkeli bir kurabiye gibi görüneceğini düşünüp çaktırmadan gülümsedi.

Çocuk masayı salladıkça tepesinde hareketini arttıran kırmızı ampulu eliyle bir kere daha sabitledi, ve yapmaya çalıştığı işe devam etti.

Katladı bir kere daha, olmadığını hissetti. Açtı, kat yerlerini eliyle düzeltti, okkalı bir küfür savurup göklerdeki babalara, bir kere daha kıvırdı.

Tam ucundan tutup hafifçe çekecekti ki, masanın tekrar sallandığını hissetti, eli titredi, sakince elindekini masaya bırakıp ellerini kavuşturdu.

- "Bunu bitiremezsem asla yükselemeyeceğimizi biliyorsun değil mi?" diye sordu kan çanağına dönmüş gözlerini iyice büyüterek. " Yaşamakta olduğumuz boktan dünyadan kurtulmak için, ruhlarımızı ışığın altında yıkayabilmek için son çaremiz bu belki de."

- "Ama asla hepsini içine sığdıramayacağız işte!" derken omuz silkti çocuk. Bakışlarını babasından kaçırıp masada yatan şeye yöneltti. Endişeli, ve bir o kadar da ümitsiz, ıslanmaması için masanın üzerinde birikmeye başlayan suyu eliyle aşağıya döktü.

- "Sığdırabildiğimi sığdıracağım, ve bunlar benim kurtarabildiklerim olacak." dedi adam hırıltıyla. Nemden cızırdamaya başlayan ampul son ışıklarını verirken, bir kere daha katladı, bir kere daha, ve yumuşak bir hareketle çekti.

Olmuştu.

Heyecanla masanın üzerinde duran küçük plastik hayvanları yaptıkları kağıt gemiye doldurdular, ve odaya dolmakta olan suya bıraktılar. Çocuk annesinin resmini iliştirdi iğneyle, adam da söndürdüğü sigarasının izmaritini bıraktı içine.



İşte böyle kurtuldu büyük tufandan canlılar.




Yaşayan dünyaya onlardan sadece hayvanlar, kırık dökük anılar ve biraz duman kaldı.
Kendimi her kızgın hissettiğimde yaptığım gibi; şunu şuraya tüküreyim de dursun.



ginsberg'e...

oğlanlardan ve alkolden vaktim arttıkça seni düşü-
nüyorum türkiye, inan doğru bir kere yanılmasam
ve ruhumun yavşak zıpırlığı, hiç değilse ayık
dolaşmayacak kadar dürüstüm,

türkiye, tarkan öleli çok oldu, artık onu unut; bunadı kurt.
playboy'a annemin çıplak resimlerini
satarak beyaz saray'a sırnaşmayı düşlüyorum
spermi biraz fazla kaçırdığımda,

bes parasız paraladığım sokaklarında embesillerini
ve taşak kalpli aydınlarının sidik yarışlarını
görüp bol bol osuruyorum, başbakanı dinlerken
televizyon karşısında ekrana ekmek teknemi açmak
ya da esrar içmek, geğirmek en büyük mutluluk bana verdiğin

otuz bir çekmediğim günlerde düşler kuruyorum senin
hakkında, hür hülyalarımda sana zerre kadar
yer vermiyorum ama, maalesef ayakta kalıyorsun

sosyal demokrat idiotlarini, orospu tavukların
uğrak yeri sanat galerilerini, festival sarkaçlarını,
ölüsevici kültürünün uyanık tezgahtarlarını
ve tezgahın altında neler döndüğünü
farkedecek kadar sosyalistim

hapsine düşmedim henüz, o yüzden tam solcu
sayılmam köle pazarı piyasasında, kıçına cop
girdiği için şair olanlardan da değilim; eli
kulağındadır tımarhanelerinden birinde tescilli
manyak olmamın ve koynuna girmediğinden dorukta sıçanların,
o yüzden ibneliğim de test edilip onaylanmadı,

uyuşukluklarıyla iktidara peşkeş çekip
çaktırmadan, sonnet'leriyle, balad'larıyla
köçekleşen, raconları kıyak geçme üzerine kurulu
mason-ulema tayfanı da tanırım, sen de bilirsin ki
havlayan it ısırmaz türkiye, bak, bizbizeyiz,
çekinme, şu azınlıkları ne zaman kesip
kızartacağız, cok acıktım türkiye,

nazım'ını severim, buna kızabilirsin, ama bazı
-ne demekse- naif şairlerin, devlet sanatçısı
olmasına ve adının iktidar şakşakçısı
starlarla bir anılmasına dair çabalarına izin
verdiğinden, sana korkunç müteşekkirim, intiharımı
hızlandırıyorsun böylelikle, böylelikle artıyor kirim ve
seninle kirimiz, ne gam? iyi akşamlar. persil supra.

mustafa suphi, artık hamsi mi türkiye, dikkat et,
balıkları örgütlemesin,

allah'a inanmıyorum, osmanlı'yım velhasıl, akın
edip avrupa'ya, toplayıp getirmesem de cillop
gibi veletleri, n'apalım, burdaki lumpen
teen-ager'larla idare ediyorum,

türkiye, ayıptır sorması ne zaman akıllanacağız;
türkiye, kıbrıs'ın yakasını ne zaman bırakacağız
ve ne zaman yaraşır olacağız binlerce devrim şehidimize,

türkiye, hiç terbiye edinemedim, yeteneğim bu kadar;
çük kadarken okudum sabahattin ali'yi,
kafka'yı, dostoyevski'yi, london'ı, kapital'e başlayışım
babamla aramızda çıkan küçük bir harçlık sorununa dayanır,

iq'larımızın düşük olduğunu sanmıyorum, peki
bir eşşek şakası mı bu; köy enstitüleri,
halk eğitimler, halkevleri ne ayak; behice boran,
iyi ki unutuldu; iyi oldu, eline sağlık türkiye,

hasbelkader bir önerim var: cia, eurovision'u
kazanmamızı, aet'na girmemizi sağlayamaz mı acaba, şüphesiz,
eh benimki de salaklık, haklısın türkiye,

bizi milletçe sevmeyenlere ayar oluyorum; ağızlarını
burunlarını kırarak onlara medeniyet öğretmek istiyorum
türkiye,

ben, sex-shop'ların, komünist partinin, müslüman
demokrat partinin, rock partinin, çeşit çeşit
gay barların açılmasını, askerliğin kaldırılmasını
istiyorum türkiye; bu topraklarda nobel, oscar, lsd,
özgürlük ve sik anıtlarını görmek istiyorum: kişi başına
düşen milli gelirden bana ait payı iade ediyorum bütün
bu harcamalar adına sana; hapishaneler, hayvanat
bahçeleri, kamplar, tımarhaneler boşaltılsın derhal;
ben bütün kentlerinde barışla, erdemle, insanlık haklarımla
keyiften gebere gebere, ıslık calarak dolaşan bir seyyah olmak
istiyorum; mandela kötü adam, döv onu türkiye,

'uzak asya'dan gelip akdeniz'e bir kısrak başı gibi
uzanan bu memleket.. sizin! afiyet olsun efendiler'
demekten bıktım, bıktık,
anlıyor musun, orda mısın türkiye,

ama yine de memnun olmuyorsan bu tavırdan ve kızıyorsan
ve sinirleniyorsan, olsun, biz yine geliriz; yine yazar,
söyleriz; ölürüz; biz yine gideriz; sen, rahatını bozma
o zaman, güzel bir çocuk gibi bu şık dünya yatağında,
böyle masum, böyle mazlum uyu türkiye...



Kücük İskender - Türkiye.
Açsana haydi kapıyı, dışarıda kırmızı yüzüyle bir şeytan seni bekliyor.

Adını haykırıyor karanlıktan güneşe doğru, daha fazlasını istiyor senden.

Kapı açık zaten, hiç kilit yok üzerinde; ittirsene birazcık daha.

Daha iyi bir sona sahip olabilmek için bu kadarını veremez misin ? Etrafına bir baksana, imparatorluklar çöküyor, hayatlar sönüyor, yaşıyormuş gibi yapıyor insancıklar ve ölüymüş gibi yapıyorlar;

- tıpkı güneşin miskinliğinde yuvarlanan köpekler gibi -








- Kabul.

- Zamanın sonuna kadar.

- Herşey durana, hayat sönene kadar.

- Amin.

25 Haziran 2007 Pazartesi

Elindeki gülü yere bıraktı, düşüşünü seyredip keyifsizce üzerine basarak geçti. Onu riyakarlıkla karışık bir saygıyla selamlayan cücenin yanında durdu;

- Bu kırmızı perdeler şart mıydı? dedi.

Cevap vermedi cüce, sadece tekrar selamladı adamı.

Topallayarak devam etti yürümeye, ve perdeleri aralayıp büyük salona girdi.

Boş koltuklara tek tek oturmuş seyirciler, mistik bir uyku içerisinde sahnedeki kadını izliyordu. Sigara dumanı herkesi yutmaya hazırlanan bir sis gibi salonun avizesine asılı kalmış, bacaklarıyla tutunduğu avizede sallanmakta olan maymunun kafasını biraz daha karıştırıyordu.

Kadınsa, şarkı söylüyordu. Çığlık çığlığa, söylediği her kelimede, gözlerindeki makyajı biraz daha akıtarak.

"Madem buraya geldim, bu kadar cesaretli davrandım korkaklığın tarihini yazdığım hayatımda; beni sona götürecek ilk adımı da atabilirim." diye düşündü, boş bulduğu ilk koltuktaki eski gazete kağıtlarını yere atarak oturdu. Ayağıyla yerdeki boş patlamış mısır kutularını koridora sürükleyip, bacaklarını uzattı.

Bağırarak şarkı söylüyordu çirkin kadın, sıkıcı hayatları hepsini tükürmeye hazırlanan bir canavar gibi salonun koltuklarına yapışmış, sarsıntılara rağmen trompetini düzgün çalmaya çalışan gözlüklü adamın üzerine siniyordu.

Bir sigara yaktı, ve izin verdi içinde biriken tüm kötülüğün dumanla birlikte maymunun ciğerlerine gitmesine.

Ve uykuya daldı, tıpkı diğerleri gibi.



* For Piano Magic's Halfway Through.
Ürkekce attı ilk adımını.

Herkesin gözü onun üzerindeyken, alnında biriken teri silip silmemek üzerine birkaç saniye düşündü; böyle durması mı daha kötü acaba, yoksa bunu silip farketmemiş olanlara bile terlediğini duyurmak mı.

Siktiret dedi kendi kendine, ve pantalonunu hafifçe düzelterek adımını attı dans pistine.

Karanlıkta, köhne bir düğün salonunun yıkıntıları içinde, dışarıda insanlar birbirini öldürürken; sarıldı ruhuna, dansetti.

Ağlayarak,

ve soğuktan titreyerek.




* For Piano Magic's Great Escapes.

24 Haziran 2007 Pazar

20 Haziran 2007 Çarşamba

Yağmur sırtına ve arabaların sıçrattığı çamurla zaten sırılsıklam olmuş bacaklarına sertçe çarparken, gözünü açtığında ilk düşündüğü ağzındaki sigarasının nereye düştüğü oldu.

"Böyle güzel, güneşli bir günde yağmur biraz saçma oldu." diye düşündü donuklaşmış gözbebeklerini kafasını kıpırdatmadan ayışığınını yansıdığı vitrinlere çevirirken. Bir an zihninde yanan acı verici ışıkla birlikte sigarasını araması gerektiğini hissetti, parçalanmış ciğerlerine dolan hava canını yakıyor, içindeki boşluğu önlenemez bir şekilde doldurma isteği uyandırıyordu.

Boynunu kıpırdatmadan belini hareket ettirmeye çalışarak kendini biraz sürükledi, yere sımsıkı yapıştırdığı kolları kasılıyor, henüz birkaç dakika önce zeytin dalları gibi kırılmış kemikleri yerine oturarak eskisinden daha sağlıklı şekilde birbirine yapışıyordu.

"Münasebetsiz bir sıcak demek yaz." derken hırıldadı, yaklaşık bir buçuk dakika önce kırılmış boynunu geriye doğru atıp içinde asfalt bulunmayan temiz havayı içine çekti, eliyle burnunun hemen yanında yerde çiğnenmiş yapraklar gibi yatmakta olan cam kırıklarını ileriye doğru ittirerek "Oysa ne güzel böyle bir günde bile yağmur yağıyo r olması." dedi, sesi şimdi daha iyi çıkıyordu.

Tekrar güçsüzce düşürdü kafasını, şimdi boynunu da hissedebiliyordu. Gözlerini kapattı, vücudunu iyice kastı ve yaklaşık iki dakika önce kullanılıp atılmış kibritler gibi şekilsiz duran bacaklarını düzeltti. Tekrar ayağa kalkabileceğini, koşabileceğini ve kendisini tekrar boşluğa bırakmasını sağlayacak herhangi bir adımı atabileceğini hissetmesi tarifsiz bir keyfin tüm vücuduna yayılmasını sağladı.

Ayağa kalkarken göğsünü yokladı, yaklaşık üç dakika önce çarpmanın etkisiyle otuz sekiz yıldır sürdürdükleri kusursuz çalışmanın çok uzağına savrulan ciğerlerinin havayla dolduğunda insanların hayat dedikleri tatlı nefesi tüm damarlarına gönderebildiğini düşündü gülümseyerek.

Kafasını kaldırıp, kendisini yedinci katından boşluğa bıraktığı binaya baktı, hala hafifçe sarsılmakta olan zihniyle girişin nerede olduğunu hatırlamaya çalışırken onu gördü.

Sigarası, düştüğü yerden iki adım ötede, baharın tüm hışmıyla yağmakta olan yağmurun ortasında yerde yanmaya devam ediyordu.

"Yine de" dedi, "Hayatımda güzel şeyler de oluyor, sigaram hala sönmemiş."

Eskisinden daha sağlam olan bacaklarını bükerek yere eğildi, hiç böylesine kuvvetli hissetmediği kollarıyla sigarasını aldı.

Hürmüz'ün küresinin içinde yayılan karanlık gibi ciğerlerinin tüm kalelerini sert saldırılarla ele geçirdi sigara,

Ve çektiği ilk nefesle öldü yaklaşık dört dakika önce binanın yedinci katından atlayan adam.
Bilmediğim şeyleri bildiğime dair doğduğumdan beri varlığını bildiğim böylesine saçma bir bilgiye sahip olmasaydım; dünyada bilmediğim ne kaldı diye düşünüp durmazdım.

Öyle mi acaba , bilemiyorum ki. Bilsem böyle mi olurdu hiç ?

Kim bilir ?
Kilometrelerce uzunluktaki bu taşlı berbat yolun neredeyse tamamını yürüdüm. Eğer kutsal kitaplar doğru olsaydı; şu an dünya çoktan havaya uçmuş olurdu.

Burası kendimi iyi hissetmemi sağlamıyor, bunu baştan söyleyeyim. Daha renkli bir yerde olmalıydım oysa; buradaysa saatlerdir hareket eden birşey gördüğümü hayal ederek yürüyorum.

İnsan aklı, bazı şeyleri sonuna kadar götüremiyor işte. Hem bilirsiniz; kaybeden bir eliniz varsa asla oyun kazanamazsınız.

Az önce yanımdan ters yöne doğru ilerleyen kadın da buna benzer birşey söyledi; beyaz teni ve suikastçi gözleriyle iyi giyinmesine rağmen tren bekleyen bir trafik levhasına benzemeye devam eden bana şöyle bir bakıp;

"Dünyadaki tüm küçük gerçekler tek bir büyük yalanın üzerinde oturur"

dedi.

Farklı bir şey mi söylemiş yani ?

Hiç sanmıyorum.

17 Haziran 2007 Pazar

Gece güne bir havuz dolusu ışığın içine dökülmüş çamur gibi karışıyor, yapış yapış sıcakla birlikte. Geceyi çekiyorum içime, doldurmuyor bir türlü ciğerlerimi. Kızgın tanrılar alınlarındaki teri bıkkınlıkla silerken, bizi serinletecek yağmur damlalarını bulutlardan düşmeden avuçlarına alıyorlar.

Işıl ışıl dünya, çatapatlar gibi gökyüzündeki yıldızlar. Öyle ya da böyle, herkesin üzerinde bir anıya sahip olduğu mavi gezegen, utanmazca dönüşünü sürdürüyor beş yıldır.

Yaz geldi yine, hissediyor musun ? Neler olurdu yaz gelince; düşünüyorum, hava ısınırdı, daha az yağmur yağar, ben daha çok terlerdim. Güneşli günlerde sokakta koşturmak daha eğlenceli gelirdi, ufak dünyamda maceralar aramak, odama kapanıp hiç gitmediğim yerlerin, hiç söylemediğim sözlerin hayalini kurmak.

Bir sürü meyve tezgahlarda görünürdü yaz gelince, hangileri olduğunu aklımda tutacak kadar dikkat etmedim hiç; çünkü yazın gelmesi demek seninle daha çok vakit geçirebileceğim anlamına gelmezdi hiç.

Yine olmazdın sen, yine çok çalışıyor olurdun. Hava bu kadar sıcakken üstelik, şehir naylon bir çorap gibi kafamıza geçmişken.

Ben neler yapardım yazları? Denize girerdim belki, yazlıkta değil işte olurdun sen. Pikniğe giderdim ailenin geri kalan kuru kalabalığıyla, çok şanslıysam akşamüstü uğrardın sen. Koltuğunun altında Cumhuriyet gazetesi, bulmaca sayfası üstte kalacak şekilde katlanmış, ve bulmacası çözülmüş. Bir gazetenin balkon masasının üzerinde durması ne kadar anlamlı olabilir ki bir insan için ?

Okurdum hevesle hepiniz yattıktan sonra, seninle eve girdiği için bir değeri olduğuna inanırdım. Tıpkı o yaz gecesi benim için alıp getirdiğin Örümcek Adam gibi, Çağlayan gibi bir yerde onu bulma olasılığının olmadığını şimdi anlıyorum; nereden almıştın onu ? Taksim'den mi yoksa, yoksa daha uzaktan mı ?

Benim istediğim değil, senin getirdiğindi önemli olan. Tıpkı haftasonu parasız kaldığımı öğrendiğinde ilk otobüse atlayıp bana getirdiğin para gibi. Havale yapmanın olanaksızlığı seni görmemi sağlamıştı evin kapısında, ve sana bir çay bile demleyememiştim; sonsuz beceriksizliğimle. Nasıl güldüğünü hatırlıyorum ben kahve yapmaya çalışır gibi çay yapmaya çalışırken.

Akşam olmadan gitmiştin, bir kaç saat oturup. Evdekilerin sana ihtiyacı olurdu belki.

Evdekilerin sana hala ihtiyacı var. Kendim için söylemiyorum, evdekilerin sana ihtiyacı var.

Yazdım ben yıllarca, elime geçen her kağıdın üzerine birşeyler karaladım mürekkeple, tahtalara sarılmış kömür parçalarıyla. Ve ruhumu büyükçe bir anlaşılmazlık maskesinin ardına gizledim, okunmadığından emin olan kötü yazarların içinde büyüyen haset gibi sertleşti zamanla, rengi koyulaştı. Bilmiyordum ki senin her yazdığımı okuduğunu, bilseydim öyle özensiz, öyle anlamsız yazar mıydım ? Altın çizgiler çekerek yazan kalemler bulur, Ayasofya'nın, Kız Kulesi'nin, Babil tapınağının üzerine yazardım sana layık olsun diye. Okuduğun her satırda öfke vardı, anlamsız bir hırs, yarışta çıplak ayaklarla koşamayıp geride kaldığı için malzemecisini suçlayan kötü bir atletin kıpkırmızı kızgınlığı vardı. Bilmiyordum ki okurken gülümsediğini, yıllar sonra öğrendim.

Sayfalara tükürdüğüm kapkara bulutlardan endişelenleri sakinleştirdiğini, yaptıklarımda sonuna kadar arkamda olduğunu yıllar sonra öğrendim. İnsan, yaptığı bir hareketin suya atılmış ufak bir taş gibi damla damla yayıldığını; büyüdüğünü farkedemiyor o an, hissedemiyor.

Gökyüzünden düşen ateş parçaları gibi geçti ortak hayatımız, seyrettiğimiz an güzelliğini farkedememiş olmanın verdiği vicdan azabını ancak yere düştüklerinde hissettiğim sarsıntıyla farkedebildim. Oyun oynardık mesela, kızardım ben beni her yendiğinde; günlerce, aylarca, yıllarca çalışıp ilk oynadığımızda sana yine yenilirdim bilseydim. Bilmiyordum ki benim her istediğimi başarabilecek güçte olduğuma inandığını.

Çok mutlu olmuştum ben, bana cilt kısmı bir bezle yapıştırılmış bir Rıfat Ilgaz kitabı getirdiğinde, aylarca elimden düşürmemiştim. Eski, sayfalarının bir kısmı yırtılmış ve yıpranmış bir kitaptı; ama bana verdiğin an hayatımda hiç o kadar güzel birşey görmediğimi düşünmüştüm. Daha sonra da gittik seninle sahaflara, incecik Lenin kitabını, ve Hitler Annen Seni Çağırıyor'u almamız o zaman rastlar. Çocuktum ben, ufacıktım, ve bana ısmarladığın böreğin çok pahalı olabileceğine dair ciddi kuşkularım vardı. Bilmiyordum ki, sen yanımda oldukça bunların sorun olmayacağını.

Devlet Parasız Yatılı Okulu sınavlarına hazırlanırken kursta bir Türkçe testinde otuz soruda yirmidokuz doğru yapmış, son soruyu da boş bırakmıştım hatırlarsan. Ardından bana tüm emeklerimizin boşa olduğunu, böyle hiçbir şey kazanamayacağımı söylemiştin. Oysa benim aklım haftasonları kursa gittiğimiz Galatasaray lisesi'nin sıralarının arasında bulduğum oyuncaklardaydı, seni o yüzden anlayamadım. İki tane plastik ninja kaplumbağa, neden bende de bunlardan yok ki diye düşündürmüştü beni tüm hafta sonu. Biliyorum, sen alırdın bana, ama ben hep garip bir çocuk oldum zaten. Bir sonraki gece, nasıl hissettin bilmiyorum, bana demirden bir uçak getirmiştin, bir kalemtraş.

Bir çocuk, bir kalemtraşın uçabileceğine inanır mı hiç ? Ben inandım, koştum elimde o uçakla.

Uçmadı.

O uçak uçsa, sen hala burada olurdun zaten.


Benim doğum günüm, ve senin ölüm günün, ikisi de yaklaşıyor. Yaz geliyor kısacası, hava sıcaklaştı iyice.

Hissediyor musun ? Evin balkonu bomboş, kıyamıyorum köşene oturmaya.


15 Haziran 2007 Cuma

Kurumsal

sıkıntı hapsetmiş kendini gri binaların içine,
kollarımıza tırnaklarını geçirerek içeride tutuyor bizi.

başımızı önümüze eğip, masalarımızın altında ağlıyoruz genç ruhlarımızın ellerimize bulaşan kanlarına bakıp.
gökyüzü siyaha dönüyor, kırmızıdan siyaha.

hayalleri yutup soluk renkli kartlar halinde tüküren ufak makinalar,
homurdanarak , ve titreyerek çalışıyorlar.
benlikler, hapsedilmiş boynun etrafından bağlanan parlak bir bez parçasının içine,

yularlarımız boynumuzda,

bizi ne-re-ye çekerlerse, o-ra-ya gidiyoruz.

gri bina bizi ne zaman isterse, o zaman alıyor.


sıkıntıyı hapsetmişiz gri binaların içine,
nefretle silkeliyoruz bizi tutan ellerini, bırakmıyor.

10 Haziran 2007 Pazar

Sakin gece, miskin pazar gününü kovaliyor gölgelerin arasından, bağırışlar ve köpek havlamaları içinde.

Uzağında da olsak, deniz kokusu genzimizde tekrar, tekrar aldığımız nefes ayışığının altında geleceğe doğru masmavi yolculuğuna çıkıyor.

ay gökyüzünde yine

yakamoz mora boyuyor dalgalı denizi,

hoşgelmiş ruhumun söylediği en güzel şarkı

neşeyle nefesime karıştığı, dudaklarımdan ahenkle gökyüzüne yükseldiği şehre.

Dream Theater - In the Presence of Enemies Pt.1

Yürü be !

"I saw a white light
Shining there before me
And walking to it
I waited for the end
A final vision
Promising salvation
A resurrection
For a fallen man

Do you still wait for your god?
And the symbol of your faith

I can free you from this hell and misery
You should never be ashamed my son
I can give you power beyond anything
Trust me you will be the chosen one

I was forgotten
A body scorned and broken
My soul rejected
Tainted by his blood

Beyond redemption
A sinner not worth saving
Forever taken
From the one I loved

Do I still wait for my god?
And the symbol of my faith

I can lead you down the path and back to life
All I ask is that you worship me
I can help you seek revenge and save yourself
Give you life for all eternity

Servants of the fallen
Fight to pave the way
For their savior's calling
On this wicked day

Through a veil of madness
With a vicious blade
One man rises up
Standing in their way

Redemption
Redemption for humanity..."

5 Haziran 2007 Salı

Masal.

"Sana bir masal anlatayım mı?" dedim,

"Olur" dedi gülümseyerek.

Ve gözlerine bakarak hayal ettiğim en güzel masalı, yaratılışına yardım ettiğim en görkemli fırtınayı anlattım ona.

Hayatımızı anlattım.

Hayatlarımızı, ve geleceğimizi.

Şu an dahil, ve şu andan sonrası; buradan sonsuzluğa.

Yanyana üç nokta. ...

Ve ileriye; ufka doğru;

.

.

.

Gülümsedi deniz kızı, parladı gülümsemesinden yansıyan ışıklarla mor pabuçları.

Kurudu gözlerinin sıcaklığından yastığa düşmüş tüm gözyaşları.

Sıkıca sarıldı ona melek,

ve

koparmadan,

bir yaprağa birlikte dokundular - hayatlarını kesiştiren dipsiz kuyunun başındaki ağaçtan.

yemyeşildi.

canlanmış, ve elele yürüdüğünüzde deniz kıyısında; yüzünüze vuran bahar rüzgarı gibi taze.

31 Mayıs 2007 Perşembe

İt's a Hard Rain A-Gonna Fall.

Dilleri kırıkken konuştu insanlar,

yürekleri paramparçayken seviştiler,

kılıçları ciğerlerini delerken savaştılar,

yürüdüler, ayakları yokken;

ve gördüler tüm gerçeği; gözleri kargalar tarafından yalçın kayalardan atılmışken,




siz ise sadece tokat attınız yüzüme,

ruhuma batırdınız sivri dillerinizi,



ayakta kalabileceğimi düşünmüyorsanız; bu büyük bir hata olacaktır.




Siz sırtımdayken dağları tırmandım ben, ışığı belirsiz fenerlere yüzdüm dalgalar içinde,

yarımı gömdüm ben, siz sırtımdaydınız,

söylemeye başlamadan biliyordum; siz yanımdayken şarkımın güzel olmayacağını,

ayaklarınızla enseme basarken bu yüzden çıktım yalnızlığın delilik kulelerine,


ve silkeledim sizi sırtımdan,

yaralıyken,

yarım ölmüşken,

ağlamadım.




şimdi ağlayacağımı düşünüyorsanız; bu yaptığınız ikinci ve son hata olacaktır.

Kara Kız

-Tanrıyı arıyorum ben.Nerede tanrı ?

-Senin içinde.Benim de içimde.

-Öyle sanıyorum. Ama nedir o ?

-Babamız.

-Neden anamız değil ?

-O zaman analarımız , onları Tanrı'dan önce saymaya zorlarlardı bizi. Anamın gösterdiği yoldan gitseydim , toplumdan atılmış biri , bir serseri olacağıma , belki zengin bir adam olurdum ama Tanrı 'yı asla bulamazdım.



* Bernard Shaw - Kara Kız

Für Die Meister - Bram Stoker [2006]

“Yolu ne kadar uzatsam da , ne kadar bilmediğim ara sokaklara dalarak bir çıkmaza düşmeye çalışsam da farkındayım : en ters doğrultuda atılmış bir adım bile beni gideceğim yere biraz daha yaklaştırıyor.Sona doğru ya da başa doğru , sonda ya da baştayım ; bilemiyorum.

Yürürken kollarımı ne kadar sallarsam sallayayım faydası yok.Birazdan yanından geçeceğim şu direğe kafamı vursam defalarca belki dururum , ama ancak bir süreliğine.Beni ne aylar , ne yıllar , ne de ötenazi’nin adilliğine inanmış bir doktor kurtarabilir.Evet , böyle bir durumda en fazla ölürüm.

Eğer çözüm ölmek olsaydı direkler gibi barbarca tercihler yerine kendimi son teknoloji ile donatılmış şu jeeplerden birinin altına atardım.Medeniyetin tekerlekleri kauçuk bir juggernaut’mışcasına sırtıma çıkar , beni sonsuza kadar asfaltın metrelerce altındaki serinliğe gömerdi. Cansız bedenimin etrafına toplanan insanlar ise sonradan üzerinde bir kimlik bile bulunamayan bu gencin -onlara göre- kısacık hayatının böyle boktan bir şekilde son bulmasına üzülecekti.Hayat mücadelesi yorgunu cümleleri ve endüstrinin artıkları ile kirlenmiş acımaları ile...

Ölüm düşmek üzere olan bir kalede şerefle yaşanmışçasına görkemli olmayacaktı belki ama yine de ölecektim.Çözüm bu olsaydı ölürdüm de.Ama ölüm bir son değil , yalnızca değişimdir.Perde bir anlığına kalkar ama bu tekrar inmeyeceğine değil , tekrar ineceğine işarettir sadece. “

Öksürdü ve bir an için olsun düşüncelerinden sıyrıldı. Etrafında durmaksızın akan insan trafiğine aldırmadan öylece durdu. “Her geri geldiğinde kıçıma saplanan bir bıçak gibi acı veren 6. hissim ve tüm kehanetler bulmam gereken yerin burası olduğunu söylüyor.Hayatta böyle bir kararı bir kere verir insan; ama bu yapmama engel olmamalı.Şimdi...”


Sözünü bitirmeden arkadan sol omzuna aldığı şiddetli darbe kendi etrafında yarım tur kadar dönmesini sağladı.Yanından omuz atarak geçen adamla kısa bir göz teması yaşadıktan sonra büyük kararların zor durumlar içerisinde ve üzerinde uzun boylu düşünmeksizin alınması gerektiğine karar verdi ve kapısının önünde durduğu berber dükkanından içeri girdi.

Zihninde az önce bıyıklı bir adamdan aldığı darbenin ona gönderilmiş ilahi bir mesaj olup olmadığını tartarken ağzından belli belirsiz bir “hayırlı işler” çıktı. Böylece bir saniye önce unuttuğu durumunu (kim bilir kaçıncıya yeniden) fark etti.Girdiği dükkana şöylece bir baktı.

Duvarları boydan boya kaplayan aynaların sağladığı derinlik olmasa; insan boğabilecek kadar küçük olan bu dükkanda iki berber (bir usta , bir de kalfa) ve bir çırak büyük bir başarı örneği göstererek aynı anda iş görüyorlardı.İstanbul yazlarına özgü ıslak hava içeride sıra beklemekte olan insanların giysilerinin altlarından aynaların duvara bakan yüzlerine kadar en karanlık yerlere bile giriyor , her yerde kendinden bir parça bırakarak ucuz bir klima taklidi olarak kullanılan duvardaki pervaneden dışarıya çıkıyordu.

“Hoş geldin abi , buyur” dedi içlerinde yaşça en küçük görünen çırak.13’ünde ya var , ya yoktu.Kim bilir ne zaman saçlarını bu iğrenç modele sokmuş (eskilerin “Travolta saçı“ dedikleri bu olsa gerek) , buna rağmen bütün gününü berber dükkanlarında saç süpürmekle geçiren insanlara has bir özellikle iğrençliğin bir türlü farkına varamamıştı.Üzerindeki renkli gömleğin bilekleri ve yakası tozla karışık terden simsiyah olmuş , altındaki beyaz pantalonun kıç tarafı eskilikten parlamaya başlamıştı.Tam da bu çocuğun pantalonunun kıçını eskitebilecek kadar oturup oturmadığını düşünürken kalfa olabilecek yaşta görünen “Bir kaç kişi var sırada , biraz bekleyeceksin ama.” Dedi bıyık altından gülümseyerek.“Beklerim ; acelem yok.” Çırak bu alışılagelmiş cevabı duyar duymaz Selim’e şöyle bir baktı ve arkasını dönüp aynada saçlarını düzeltmeye başladı.Daha doğrusu uyandığından beri aralıklı olarak yaptığı bir işe devam etti.Selim ise konuşmaktan azat edilmiş olmanın verdiği mutluluk ile serbestçe dükkanı incelemeye devam etti.

“Demek burası” dedi kendi kendine , yanında gazete okuyan adam kafasını ona çevirince Selim de ona döndü ve bir süre bakıştılar.Selim adama gülümseyince o da gülümsedi ve “evet burası” dedi ; “Burası bu çevrenin en iyi erkek kuaförüdür.Size de öyle tarif etmiş olmalılar.” En iyi mi , ben iyi olduğundan bile emin değilim diye geçirdi aklından.

“Bana tam olarak böyle söylenmedi.Ama yine de kolayca buldum.” dedi ve bakışlarını adamdan kaçırdı.Kemal ise fazla konuşmak istemeyen bu garip yabancının üzerine çok düşmedi ; gazetesine döndü.Gazete okur gibi yaparken bu gün de patronundan para alamadığını karısına nasıl söyleyeceğini düşünüyordu.Eve gidip parasızlıktan üç başlı bir canavara dönüşmüş olan karısının yüzünü görmektense , az önce yanındaki adama “en iyi” diyerek yalan attığı bu lanet 3.sınıf berberde kalmayı tercih ettiğini düşündü bir an.Tam o sırada gazeteye kayan gözleri onu tuttuğu takımın yeni aldığı “Süper Yıldız”ın bilgisayarda forma giydirilmiş resmine götürdü , sakinleşti Kemal.Yakında başlayacak sezonun hayaline daldı.Uyudu Kemal ; bir kez daha yaklaşmışken dünyanın kapısını aralamaya , tekrar rüyalar alemine yuvarlandı.Hem de gözleri sonuna kadar açık bir halde...

“Bana tam olarak böyle söylenmedi.Ama yine de kolayca buldum.” Dedi ve bakışlarını adamdan kaçırdı Selim.Bir an ne zamandan beri sesli düşündüğünü bilmediğini fark etti.Yanında oturan adamın düşünceli düşünceli okuduğu şeyin “tarafsız” bir spor gazetesi olduğunu görünce gülümsedi.”İyi geceler” dedi belli belirsiz bir sesle ve dükkanı seyretmeye kaldığı yerden devam etti.

Açılalı en fazla bir ya da bir buçuk sene olmuşa benziyordu.“Usta” olmaya üçlü arasında en yakın olan delikanlının mağrur görünmeye çalışan eski elbiseleri ve gözlerinin altındaki morluklar , henüz bitmemiş borçların ve uykusuz gecelerin belirtisi olmalıydı.Üzerlerine binen yükle çökmüş omuzlar duvardaki ustalık belgesinin sahibinin kafasını taşımanın verdiği azim ile ayakta durabiliyordı.Ama sadece buradayken...Gece dükkanın kepenklerini çekip evi doğru yollandıktan sonra , üzerlerine bir de bomboş bir kafa taşımanın vicdan azabı yıkılınca , omuzların evde bulunacak biri tarafından iyice ovulması gerekiyordu. “Böyle hayat olmaz olsun!” dedi omuzlardan biri , yani en azından Selim öyle düşündü ve bu hoşuna gitti.Kendi kendine kurduğu bu eğlenceli hayal ile gülümserken “kalfa”nın onu çağırdığını fark etti.”Gelicek misin?” şeklinde bir davete “hemen geliyorum” diye cevap verdi ve zıplayarak yerinden kalkıp berber koltuğuna oturdu.

Ağzındaki kürdanı durmaksızın dudağının bir tarafından diğer tarafına geçirirken bir yandan da berberlere özgü hareketlerle biraz sonra bir sanat eseri haline getireceği saçları kurcalıyordu , “Nasıl olsun ?” diye sordu.Selim tam cevap verecekken talimat yan koltuktaki müşteriden geldi : “Abinin saçlarını yine her zamanki gibi kes.”
Beni hayatında görmemiş adam saçlarımın her zamanki modelini nereden bilecek diye düşündü Selim ve “Kısa” dedi. “Ele gelmeyecek kadar kısa olsun.” Berber gülümseyerek onayladı ve yandaki müşteriye göz kırparak Selim’in kafasını eğip saçlarını yıkamaya başladı.

Bir an için kafasını toparlamaya çalıştı Selim : buraya neden geldiğini,“orası”nın burası olduğu bilgisini tamamlayacak işaretin nerede olduğunu , bu adamların nasıl olup da onu tanıyormuşçasına konuştuklarını anlamaya çalıştı.Fakat sıcak su ve ucuz şampuan ile ovularak taciz edilen beyni sadece son soru işareti için bir cevap getirebildi : her gün yüzlerce kişinin kafasını okşayan berber , onu kolaylıkla bir başkası sanabilirdi.Kaldı ki buraya daha önce gelmiş olması imkansızdı.”Böyle adi ve pis bir yer ruhumun asilliği ile uyuşmuyor , yani herhalde öyledir.” dedi kendi kendine ağzına su kaçırmamaya çalışarak ; böylece ağzından sadece kimsenin anlamadığı kısık bir gurultu çıktı.Ellerin üzerinden çekildiğini hissetti,şimdi havlu hazırlanıyor olmalıydı.Bir-iki-üç ve kafası şimdi baam diye geriye yatırılacaktı.
Gözlerini ancak berber yüzünü kabaca sildikten sonra açabildi.Şimdi kendisini daha yakından görebiliyordu : Yorgun yüzü , zamandan etkilenmemişcesine genç görünüyordu.Saçları yer yer beyazlamaya başlamış , üstlerden de birazcık açılmıştı.Tekrar kaybetmek için çok yaşlı , bulmak içinse çok gencim diye düşündü.Tam o sırada aynada sol yanağında bir ben olduğunu gördü , berber havluyu asıp gelene kadar bugüne kadar neden fark etmedim acaba dedi ve eliyle yanağını ovuşturmaya başladı.Aynada görünen yerin üzerinden defalarca geçti , ama hiçbir şey bulamadı.Orda duruyordu işte , sol gözünün üç parmak altında.

Daha yakından bakmak için aynaya eğildi ve beni gördü.Ama benin sahibi başka birisiydi ve aynanın arkasından ona bakıyordu.

“Bana yardım edebilecek misin ?” dedi Selim’e fısıldayarak. “Eminim insanlar deli olduğumu düşünüyorlar,onlara gerçeği bir türlü gösteremiyorum.Lütfen yardım et bana.” Orta yaşlı , yüzüne dökülen siyah saçlarının arasındaki beyaz tellere rağmen gençliğindeki güzelliğinden çok şey kaybetmediği belliydi.Yorgun ve korkmuş gözlerini sıkı sıkı yumdu ve “Hisset!” diye hırladı. “Yine beni konuşuyorlar.” Selim şöyle bir etrafına baktı , dükkandaki hemen herkes ikili gruplar halinde birşeyler konuşuyordu.Tekrar aynadaki yüze döndü ve bulamadığı için üzgün olduğunu gösteren gözlerle baktı. “Ne olduğunu bilmeden yaptıkları şeylerden dolayı affet onları.”
Berber kendi kendine konuşan bu garip müşterisine aldırmadı ve üst taraflardan kesmeye başladı.Adamın bu sessizliğinde bir garipseme olduğunu fark eden Selim sustu ve sırtını koltuğa yasladı.Şimdi dışarıdan aynaya vuran ışık yüzünden arkadaki yüzü zar zor seçebiliyordu.Berber konuştuğunu fark etmesin diye sıktığı dişlerinin arasından “Anlat” dedi. “Seni niye aradığımı , niye burada olduğumu bilmeliyim.”
“Ben burada olduğum için.” dedi aynadaki yüz.İki elini aynanın yukarıdaki kısımlarına yapıştırmış , yüzünü de sanki arkadan birşey sıkıştırıyormuş gibi aynaya dayamıştı.“Ben ise buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum.İlk başta sadece hayal ettim.Herşey tıpkı ikimizin arasındakiler gibi bir hayal ile başladı...
Kuşatmanın son günüydü , kalenin kuzey burçlarından gelen korkunç çığlıklar ve savaş naraları “onların” önlerine gelen herkesi ezerek ilerlemeye devam ettiklerini gösteriyordu.Benim ise yüce çarlarımızın unutmayı bir aile geleneği haline getirdikleri bu sınır bölgesinde “onlarla” ilgili bildiğim şeyler sadece efsanelerdi : bu vahşi savaşçıların bölgesine giren hiç kimse bir daha geri dönemiyordu.Evet , erkekleri kazığa oturtuyor , boğuyor ; kadınları ise kendilerine ait hale getiriyorlardı.Hem de en iğrenç şark usüllerini kullanarak.Babam ve Annem bu rezil sonla karşılaşmamak için zehir içtiler gözlerimin önünde.Annem son damlayı içtiği an fosforlu yeşil bir ışıkla kaynayama başlayan gözlerini bana çevirdi ve “Nikol , peki Nikol ne olacak?” dedi.Çaresizlikle haykıran babam bana doğru döndü ve ağlayarak beni tutup duvara fırlattı.Ağlayarak doğrulmaya çalıştım ama gözlerimi kırmızı yapış yapış bir perde kapladı , öldüğümü ve rahiplerin anlattığı Aden Bahçelerine doğru yolculuğa çıktığımı düşündüm.


Başımdaki acı geçmeye başladığında dışarıdaki gürültünün tekrar yükseldiğini duydum.Cennetin kapılarından geri çevrilmiş olmalıydım.Gözlerime dolan kanları silip ayağa kalktığımda içinde bulunduğum durumun çaresizliğini fark ettim : Bu unutulmuş lanetli slav kalesinin komutanı ve onun sevgili eşi , beni ; biricik kızlarını öldürmeleri gerekeceğini unutup kendilerine yetecek kadar zehir alıp kapıyı kilitlemişlerdi.Bu hatayı kanı zehirle dolmaya başladığında fark eden zavallı babam eriyen kaslarındaki son güçle beni öldürmeye çalışmıştı.Ama ne yazık ki boynumu kırabilecek kadar hızlı fırlatamadı beni.Ve bir hamle daha yapabilmek için – çok keskindi zehir.Yerde bana doğru ellerini uzatmış gözleri açık yatışını bir an beynimde çakan ışık ile fark ettim ; o sahneyi mezarımda bile hatırlayacağım.Tabi eğer bir mezarım olursa...

İçinde bulunduğumuz oda , kuzey burçlarındaki kulenin çatı aralığıydı.Belli ki babam son anlarımızda bize hiçbir yoldan ulaşamamalarını istediği için burayı seçmişti ; eski mimarinin gizli erdemleriyle yapılmış taş duvarların soğukluğu ışık girmeyen odayı daha da karanlık hale getiriyordu.Ne kendimi atabileceğim bir pencere , ne de kırıp kalbime saplayayabileceğim bir tahta parçası vardı.“Onlar” kapıyı zorlamaya devam ediyorlardı , o günden beri ne zaman gözlerimi kapatsam attıkları çığlıklar kulaklarımda yankılanıyor.Sonsuz karanlık ve onu yırtabilecek tek bir ışık hüzmesine bile yaşama fırsatı vermeyen bir ümitsizlik...

Belki her düşündüğünde bunun için bana kızıyorsun , sana hak vermiyor değilim.Ama düşün , sen olsan ne yapardın ? Aç kurtlar üzerine üşüşmek üzereyken , ödenecek bedelin büyüklüğü kaç kişiyi bildiği tüm kaçış yollarını denemekten alıkoyabilir ki ?
Diz çöktüm ve yalvarmaya başladım.Yalvardım ve her sözümle asil olarak varolmuş ruhumu biraz daha alçalttım.Tanrı , Şeytan , Melek , İblis , Cin , Cadı ; beni içinde bulunduğum şu çıkışsız odadan çıkartabilecek tüm varlıklara yalvardım.Dışarıda çığlıklar atan vahşi , terli savaşçıların elinden beni kurtarabilecek olan her varlığa...

Elimde olan her şeyi tek tek sundum , hem de bir an bile tereddüt etmeden.Kendi ruhumu , geleceğimi , sevdiklerimin ruhlarını..Ve en son da seninkini...Hayatı boyunca onurlu yaşamış , tanrısı adına savaşmış bir kahraman olan sevgilimin ruhunu lanetledim ölümlü hayatımın son anlarında , ve birden bütün ses kesildi.
Çağrım cevap bulmuştu.

Kim ya da neyin yardımıyla bilmiyorum ama kurtulmuştum.O ana kadar yaşadığım herşey bir oyunmuş gibi geldi ilk anda.Kalkıp kapıyı açmak istedim.Aniden gelen bir destek tarafından kurtarılmış olmalıydım.Yürümeye çalıştım ve içinde bulunduğum mekansızlığı ilk kez o an fark ettim.Sanki içinde nefes alabildiğim bir çamurun içindeydim ; hareket etmek , bağırmak nafileydi.Oyun oynamak , ve kaybetmek insanlara özgü bir davranıştır...Ve dışarıdaki sesleri her ne kestiyse – benimle oyun oynamıyordu.
Nerede olduğumu hala bilmiyorum.Tek bildiğim şu an bana baktığın pencere açılana kadar karanlıkta kaldığım.Binlerce , belki milyonlarca yüz gördüm pencereden ama hiçbiri beni fark edemedi.Bu tarafı sadece senin gözlerin görebilecekti beynimin içindeki sancıların bana söylediğine göre , sen ise çok ama çok uzaktaydın.
Ama her gün biraz daha yaklaştığını hissettim.Ödediğim bedel buydu; sen beni bulana kadar seni bekleyecektim.Sen ise , sürekli unutup yeniden öğrenmekle lanetlendin.Ama şimdi özgür olabilirim , bunu sen yapabilirsin.Şmiel , her şey senin dudaklarının arasında.Birlikte tekrar edersek kurtulabiliriz...”


“Yani senin hayatın için ben lanetlendim.” dedi Selim aynaya bakmadan. “Sen sevgilim , ruhumun ikizisin.Demek ki bu yüzden her gece rüyalarımda seni görüyordum , hem de kim olduğunu bilmeden...”

“Evet Şmiel , şimdi artık biliyorsun.Beni kurtarırsan üzerimizdeki kötü olan her şey kalkacak.Tekrar eskisi gibi tek vücut olabiliriz.Haydi sevgilim , bu anı çok uzun zamandır bekliyorum.”

Düşündü Selim , berber dükkanı yavaş yavaş ortaçağdan kalma bir şatoya dönüştü.Dökülen kan geldi gözlerinin önüne , köylülerin ve savaşçıların kanı.Kanı emen toprak ilk mahsullerini vermeden düzenlenen evlilik töreni geldi gözlerinin önüne ; o ve aynadaki yüzün evliliği.Gelinlik içindeki o yüze baktı , baktı ve kale tekrar berber dükkanı haline geldi.Eğilmiş kendisine inceler gibi bakan kalfaya şöyle bir baktı ve tekrar aynaya döndü.

“Evet sen osun ; hayatım , yani hayatlarım boyunca aradığım o yüzün sahibisin.Şimdi seni buldum , ama sanırım sadece benim lanetim bitiyor.Çünkü senin dediğin gibi eski sevgilim , aradan geçen zaman boyunca sürekli unuttum ve öğrendim.Kim bilir kaç defa birden bire hiç tanımadığım bir yerde kim olduğumu bilmeden uyandım.Aklımda tek kalan yüzündü , bulmam gereken o masum yüz...

Ama ben o yüzü asla aşkla aramadım , eğer her şey anlattığın gibiyse aşk ilk lanet anında yok olmuş olmalı.Aslında benim aradığım arayışın kendisiydi.Şimdi buldum , lanetim sona erdi ; ama seninki yeni başlıyor olmalı.Çünkü arayış biterse , aranacak birşey kalmadığı için bitmelidir...”



Kemal tam 4-4-2 nin 3-5-2 ye olan ezici üstünlüğüne olan inancını kafasında pekiştirirken önündeki koltukta oturan garip adamın aynaya yumruk attığını gördü.Cam parçalarının saplandığı eli kanlar içinde kalan adamı öfkeyle kucaklayan dükkan sahipleri yaka paça dışarıya taşırlarken “Kim bilir neyle boğuşuyordu zavallı.Hayat gailesi işte...” dedi.Adam ise her tarafı kana bulayarak yumruğunu sallıyor ve kaybedecek kadar yaşlı olmadığını haykırıyordu...

Gökyüzü - Parça Parça [2006]

Et Reyonunun Süt Ürünleri Reyonunu kestiği köşeyi dönerken çarpıştığı kadından özür dilerken bir yandan kendi kendine açıklama yapmaya çalışıyordu : “Neden,neden böylesine sersem hissediyorum kendimi bu sabah?Dün gece geç de yatmadım ama...Neyse , nasıl olsa kahvaltı ettikten sonra işe giderken ister istemez ayılacağım.”

İçecek reyonundan bir kutu meyve suyu aldı ve elindekileri sallayarak kasaya doğru yürüdü.Son derece çirkin olan kasiyer kızla göz göze gelmekten kaçınarak aldığı her şeyi tek tek verdi,ve geri alarak poşete doldurdu. Makinenin ekranından ödemesi gereken miktarı okudu,daha önceden cebinde hazırlamış olduğu parayı kıza uzattı ve beklemeye başladı.Para üstü yoktu,fiş için bekliyordu. Fişleri herhangi bir amaç için
biriktirmiyordu, bir gün fişi almadan marketten çıkarsa kasiyerin arkasından koşarak geleceğini ve herkesin dönüp ona bakacağını tahmin ediyor ve bunun başına gelmesinden çok korkuyordu.

Pijamasının üzerinde gördüğü beyaz bir lekeyi tırnağı ile kazımaya çalışırken kasiyerin gülümseyerek uzattığı fişi aldı ve çıkışa doğru ilerledi. Fotoselli çıkış kapılarının önüne koyulan büyük detektörlerin –onların hiçbir zaman çalıştırılmadığını,etkilerinin sadece psikolojik olduğunu düşünürdü- arasından geçerken çıkan garip viyaklama ile biraz daha uyandı. Hızla yanına gelen Güvenlik görevlisi ondan üzerindeki metalleri çıkarmasını istedi. İş başında bu kadar asabi olduğuna göre bir baltaya sap olma konusunda büyük bir hayal kırıklığı yaşamış olmalısın diye geçirdi içinden görevli için, ve dövecekmiş gibi bakan gözlerle cebindeki anahtarlıkla bir iki bozuk parayı masanın üzerine koydu. Geri döndü ve dedektörden tekrar geçti.

Aynı kafa tırmalayıcı ses bir kere daha kulaklarının arasında dolaştı. Güvenlik görevlisi bu sefer daha da kuşkucu bir şekilde üzerinde başka metal ne olduğunu sordu. Ses tonundaki alaycılık uykudan gelen sersemliğinin geri kalan kısmını da götürdü ve “bu salak aletin neden ötüp durduğunu” anlamasını sağladı.

“Sanırım algılayıcılar bunun yüzünden hata yapıyorlar” dedi ve sağ kolunu omzuna kadar sıyırdı. Güvenlik görevlisini yüzünde hayret dolu bir ifadeyle elini kocaman barkot şeklindeki dövmenin üzerinde dolaştırdı ve “Kusura bakmayın, gerçi detektörlerimizin bir algılama sorunu olmadığı görülüyor. Hatta olması gerekenden daha iyi algılıyorlar,esas sorun bu herhalde .” dedi.

“Seni Salak” dedi içinden ve gülümseyerek kapıdan çıktı: tüm şiddetiyle yağmakta olan bahar yağmurunu seyretmeye başladı. “Bakalım bu yağmurda eve kadar erimeden nasıl gideceğim?” diye düşünürken sırtına aldığı ani bir darbe yüzünden kaldırımdan yoldaki su birikintisine düştü.Hızla mümkün olduğunca az yerini ıslatarak doğrulmaya çalıştı ve onu itenin az önceki Güvenlik görevlisi olduğunu fark etti. Öfkeyle marketin kapısına doğru bir hamle yaptı ama ıslanan bacakları yumuşadıkları için yürümesini zorlaştırıyordu. Ağzından belli belirsiz bir küfür çıktı , son gücüyle gövdesini kaldırımın kuru kısmına atmaya çalıştı ama sadece yarım metre kadar ilerleyebildi. Tam kafatası da hızlanan yağmurla erimeye başlamıştı ki kuvvetli bir sarsıntıyla uyandı.

Gözlerini açtı ve battaniyesinin üzerine düşen sıva parçasını yatağının yan tarafına fırlattı. Yüzünde gece boyu biriken tozları eliyle şöyle bir aldı ve bu sabah da kendi dünyasında uyanabildiği için tanrıya şükretti. Başının hemen yanındaki perdeyi biraz aralardı ve gökyüzüne baktı. “Gökyüzü yine parça parça.” Diye söylendi içinden.

İnsanlar ellerindeki geniş metal şemsiyeler ile kafalarına düşecek parçalardan korunmaya çalışıyorlar ve bu çaba içerisindeyken aynı böceklere benziyorlardı. Yağmayacağını ve bugüne kadar hiç yağmadığını bile bile bu sabah da yağmur yağmadığını düşündü. İçindeki bu tuhaf dürtüden bir türlü kurtulamıyordu; her sabah gözünü açtığında perdeyi araladığı zaman camın dış tarafındaki su damlacıklarından dışarıyı bulanık göreceğini hayal ediyordu. Bazen bulanık gördüğü oluyordu ama sadece cam yarıya kadar sıva kırıntıları ile kaplanmış olduğu için. Hayaller bile üzerinde düşen gök parçalarının etkisiyle yamulmuş biçimde görülüyordu.

Marketteki güvenlik görevlisini gördüğü an aklına sabahki kabusu geldi, rüyadakinin aksine sessiz biçimde kapıdaki detektörlerden geçerken güvenliğinden emin olabilmek için şöyle bir arkasına baktı, kimsenin gelmediğini görünce rahat bir nefes alıp karşıdan karşıya geçerken cebine soktuğu bisküvi kutusunu çıkardı. “Aptallıklarına her zaman şaşıyorum” diye düşündü.

Babil - 2006


Hatalarımızdan asla ders almayacağız.

Bazen yükseklerden yaşantınıza baktığımda anlıyorum ki, geçmişte yaşayıp göçmüş olanların mirası insanlığa kendi sonunu hazırlamakta yardım etmekten başka birşey yapmıyor. Çürümüş kemiklerimiz gibi, anlatmak, haykırmak istediklerimiz de rüzgarda kalmış eski bir parşömeni andırırcasına un ufak oluyor. Sesleniyoruz, ama kulaklarınızı tıkıyorsunuz.

Ne demek istediğimi anlayamadınız demek. Gecenin geç bir saatinde başucunuzda beliren bir adamdan size gayet açık şeyler söylemesini bekleyemezsiniz. Arzularınızın sınır tanımazlığının ilke olduğu yaşamınızda, bu gece bulduğunuzla yetinmek hayatınızı kurtarabilir, bunu bir uyarı olarak alın lütfen.

Ben ve benim gibi toza dönüşen diğer yüzbinlerce kardeşim de, ihtiras ve kibirin dünya üzerindeki doruk noktasından düştük toprağa. Kendi adımıza karar verme şansımız yoktu, beşeriyatın kaderini belirleyeceğine inandığımız yüce bir amaç için yaktık bedenlerimizi yıldırımlarda.

Soyunuzu başlatan insanın rahme düşmesinden binlerce yıl önce, Batıllığı bin parçaya ayırıp, yeni bir çağ açmak için verimli ovalarımızın dibi olmayan denizlerle birleştiği yerde toplandık. Kalabalık bir ordunun öfkeyle havaya kaldırdığı mızrakları gibi dik ve mağrur, sırtımıza inen kırbacın inancımızı sarsmasına izin vermeden isyanımızın yükseleceği yerde ayakta durduk.

İnsan, artık kendisine ışığın doğduğu yerden bakmaktan başka birşey yapmayan, kibiri ve kendini beğenmişliğiyle tiksinti veren kamçılı efendisini omuzlarından silkelemeliydi, ve biz yapmalıydık bunu. Biz, muhteşem Babil'in; dünyanın başkentinin çocukları.

Yapabilirdik, çünkü yüzyıllar boyu ağzımıza vurulmuş olan gem sökülmüştü.

Burnunuzu şu buğulanmış camın dibinden çekmeden ne sen, ne de sonsuzluğa uzanan soyun anlayamayacaksınız ama, yine de söylüyorum :

Kutsallık dünya üzerinde dövülmüş en keskin ve en kırılgan kılıçtır.

Kutsallık, kendi zihninden kafatasını çatlatan başağrıları içerisinde çıkmaya çalışan insanın benliğiyle olan göbek bağını kesen işkence silahıdır. İnancın yumuşattığı kalplerin içinden suya düşer gibi geçer, yeter ki o kalp reddedilmiş melaikelerin gözyaşlarıyla sertleşmiş olmasın. İşte o zaman, çığlıklar içinde karanlığa düşer kılıcı tutan eller.

Karanlığın bir kapıyı daha araladığı an bu andır, bir mum daha söner insanların mabetlerinde, ve gölge bir vadide daha hakim olur. Tek isteği sıcak bir yuva olan bir kadın daha ümitsizliğe düşer, geleceğine dair ümidi sarsılmış bir çocuk daha sıcak yuvasını yitirir.

Yere düşen kılıç ise, parçalarını toplayacak bir inanan bekler, tekrar tanrının korkunç gazabı ve babacan sevgisi olabilmek için. Tekrar gülen ve ağlatan, ağlayan ve güldüren olabilmek için bekler. Onları kullanmayı bilmeyen erkek ve kadın kardeşlerimizin, parçalarıyla birbirlerini öldürmelerini izleyerek bekler.

Kralımız, kılıcı eline alıp üzerine tükürdüğü an başladı bizim yanışımız.

Tüm ümidimiz gerçeği hiç görmemiş gözlerimizi kör edene kadar dünyayı seyredebilmekti. Yalanın olmadığı, insanların rüyalarına kimsenin karışmadığı, tanrının mezarı üzerinde yükselen dünyayı seyredebilmek.

"Bulutlara dokunmamızı sağlayacak yegane şey, bulutları yaratanın mezarı olacaktır" İşte böyle söyledi bize kralımız, biz eşlerimizin ve çocuklarımızın yanından ayrılırken.

"Siz ki, dünyanın kurtarıcısı ve sahipleri olacaksınız ! Siz, kendi ellerinizle yarattığınız tanrınız tarafından kutsanacak, insanlara ışığın kaynağından bile yukarıdan bakacaksınız !" İşte böyle söyledi ünlü hatiplerimiz, askerler bizi silah zoruyla sıraya sokarken.

Özgürlüğü düşledik, hayatta kalmayı, ölümsüz olmayı düşledik.

Tanrıya karşı en büyük küfürü, cennete karşı en büyük başkaldırıyı inşa etmeye işte böyle başladık.

Miskince yattığın yatağından kalk, soyunun soysuz temsilcisi ! Kalk ve toprağın üzerinde öylece kalmış cesetlerimizi bul ! Bul ve kemiklerimizin ağır taşlar altında nasıl büküldüğünü gör ! Gör ve sırtımızda çakan kırbaçların acısını tat !

Tatlı bir rüya olmadığını anlarsın o zaman karşındakinin !

Çocuk bedenimle ben, tüm inancımı sırtıma yükledim çalışırken. Kum taşıdım dokuz yaşımda, onbeş yaşımda duvarcılara yardım ettim, ve yirmidördümde efendime yalvardım, biraz daha hizmet edebilmek için.

Yanımıza geldiği gün dün gibi aklımda, aklımda tam da evinde yalnız kalan kadınım varken geldi yanımıza. Yonttuğum taşa onun bedeniymişcesine hoyratca vuruyordum, yanımda olmadığı için, hayatta kalabilmesi için, beni gömebilmesi için vuruyordum. Köpeklerinin isterik bağırışları içinde başımda dikildi, ve bugün eseri(miz) için ne yaptığımı sordu.

"Bedenimi yıprattım efendimiz" dedim; "Ruhumu öylesine ezdim ki kanatları alev alev kızıl meleklerin yakalayamayacağı kadar hafif olsun!"

"Sekizinci katın tuğlalarına terimi ve kanımı akıttım, kanattım bedenimi ki cennette tahtında oturan tanrılar bile aşağılık kokusunu duyabilsin !"

"Dokuzuncu katın merdivenlerine değersiz gözyaşlarımı döktüm, azap çekmeyi göze alarak bize bahşedilen iradenin dışına çıktığımızı ispatlayabilmek için !"

"Sadece sadık bir köle, efendimiz" dedi kralın Baş Kahini. "Geleceğinde itaatsizlik görmüyorum, sadece sonsuz bir yokolma korkusu aydınlatıyor imgelemlerimi. Kulunuz, yarattığınız sonsuz kulenin azametiyle için için yanıyor."

Kralımız gülümsedi, "Haddini aşıyor düşüncelerin, fakat büyük amacımızı aydınlatacak olan alev ruhunda olduğu için sen ve ailen yaşayacaksınız" diyerek kutsal ilgisini taş taşıyan bir kadının kalçalarına çevirdi.

Kralımızın bahsettiği o alevin tepeden tırnağa tüm vücudumuzu saracak olan gazap olacağını bilemezdik.

Kıyametimizin başlıca alameti olarak, ilk önce zayıflar düştü.

Yorgunluğa ve açlığa dayanamayanlar, tanrıyla yumruklaşmak için kolları bizimkilerden daha kısa olanlar biz bulutlara değmeye başladığımızda teker teker mezara girdiler. Ölüm, kırdığımız kanatları yeniden eski gücüne kavuşmaya başlayan tanrıymışcasına boynumuza bastırdıkça daha da acele ediyorduk. Dünyanın efendileri olacağımız vadedilmişti ama biz sadece son tuğlayı koyabilmek için çalışıyorduk. Herşeye rağmen kule bitmiyor, gittikçe büyüyen bir tekerlek gibi cennete olan yükselişini sürdürerek dönmeye devam ediyordu.

Sabrın azalıyor, cesaretin de öyle. Gerçekte asla başlayamamış amacımız gibi hikayem de bir sondan yoksun, ama senin için virgül yerine nokta yerleştirmeliyim. Az kaldı, bitecek. Ben gittiğimde sildiğin terin gibi anlattıklarım da kaybolacak, biliyorum. Yine de dinle.

Artık çalışacak gücümüz kalmadığında şehrimiz üzerinde dev bir gölge hakimdi. Kulenin etrafındaki sokaklar, mahalleler günün belli saatlerinde tamamen karanlığa gömülüyor, insanlar kendilerini utandırmayan şeyleri tanrıların da göremediği anlarda benliklerini vahşi bir deliliğin içine bırakıyorlardı. Öldürüyor, çalıyor, ve bu cinnetin içerisinde aklını korumaya çalışanlara lanetler yağdırıyorlardı. İnanç; kralımızın elinde önce erkekleri evlerinden uzağa savuran, kadınları dul bırakan bir kule, daha sonra da toplumumuzun olgunları üzerine savrulan dev bir tırpan olmuştu. Kılıç kırılmak istiyordu, bunu imkansız kılan ise onu elinde tutanın halihazırda kırık olduğuna inamasıydı.

Limanımız bu başkaldırıya ortak olamayacak kadar korkak olmasına rağmen; uzaktan seyredebilecek kadar cesur hisseden yabancıların gemileriyle dolmuştu. Hiç bitmeyecek kule bizden yaşamlarımızı, yiyeceğimizi, dev taş parçaları altında belleri kırılan çocuklarımızı çalmaktayken; yaptığımızla övünüyor ve herkesin dünyanın başkentine girebilmesine izin veriyorduk. İnsanların gözleri göğün derinliklerine kadar uzanan kulenin izini bulutlardan sonra kaybederken kendimizden geçiyorduk, artık ruhumuz ve damarlarımızdaki kanımız olan kulenin birer gölgesinden ibarettik.

İnançsızlığın kutsallaştırılıp göklerin tacına sahip olduğu şehrimizde, kulenin aldığı son kurbak kralımız oldu. Çatlak yerlerini kendi ellerimizle sıvadığımız tanrımız emrini iletmek için hangi evsizi peygamber seçti bilmiyorum ama, bizler liderimizi Babil Kulesinin gölgesinde yakarken artık isyanımızın hiç bitmeyeceğini, inşaatın cenneti delene kadar uzanacağını hep bir ağızdan haykırıyorduk.

İşte o anda kırılan kılıç, bu kez yaratıcısı tarafından yerden kaldırıldı. Soylu kanla yaktığımız ateşe, tutuşan gökler ve düşen yıldırımlarla yanıt geldi. Tanrının sert ve adaletsiz öfkesiyle yaratıcı serüvenimiz son bulmuş, isyanımız şimşeklerle bastırılmıştı. O gün bedeni kavrulmayan kimse kaldı mı bilmiyorum ama, şehrin üzerine çöken duman ve sis seyrekleşmeye başladığında hissettiğimiz ölüm kokusu kule ihtişamına yaraşır bir gürültüyle yıkılınca un ufak olmuş bedenlerimize sindi. Soyumuzu sona erdiren mesajı tanrı ölümün eliyle göndermişti; çocukça kibirimize tokatla, kendimizi beğenmişliğimize acziyetimizle, ölümsüz olma arzumuza canımızı kalbimizden söken bir nefesle karşılık gelmişti.

Zamanla soğuyan cesetlerimizin üzerine önce solucanlar, daha sonra da yeni kavimler yerleştiler. Bereketten yoksun küllerimizi toprak sayıp yaşadılar ve kulaktan kulağa anlatılan hikayelerle tanrılarından korkmayı öğrendiler. Asla sadakatsizlik yapmadılar, ve insanca ölme şerefini hiç de farkında olmadan nesilden nesile size kadar taşıdılar. Bu sizin hem ödülünüz, hem de lanetiniz oldu. Gözleriniz hepsini görebilecekken siz hiç bakmadınız bile.

Bu gecelik bile olsa, bir saniye için gerçeğini fark etmen gerekli. Biz, isyanı denemiş ve yenilmiş insanlar, kayıp geçmişin sayfalarında soluk birer gölge olarak dolaşmaya devam edeceğiz. Izdırabımız hiç son bulmayacak.

Peki ya siz ?

Siz, kılıcın kimin elinde olduğunun farkında mısınız ?

Kulenizi ne zaman inşa etmeye başladığınızı bile bilmezken, ne zaman bitireceğinizi, nerede duracağınızı nasıl bileceksiniz ?

Varolma amacınız aslında kumdan bir saat gibi elinizde duruyor, tek yapmanız gereken onu doğrultmak olduğu halde siz hala içine bakıp camın bozuk yansımalarından anlamlar çıkartmaya çalışıyorsunuz.

Hatalarınızdan asla ders almayacaksınız, genç bayan. Ta ki, çocuklarınız kılıcı kırıp parçalarından sizi birbirinize sıkıca bağlayacak zincirler dövene kadar !

Beklemeyi öğrenin, çünkü bulanık zihninizle beklemekten başka yapabileceğiniz birşey yok...

28 Mayıs 2007 Pazartesi

masmavi denizde kendimizi dalgalara bırakmışken;

-mor bulutların şefkatli elleriyle bizi emanet ettikleri-

yüzümüze çarpan su damlaları, kalbimizi hızlandırırken,

içiçe iki ruh, doğdukları gibi tertemiz,

oldukları gibi;

olması gerektiği gibi;

günışığı yüzlerimizdeyken;

ve içimizdeyken, en derinlerimizde saklıyken ayışığı,

-seni çok seviyorum- dedi bana.


açıldı gökyüzü, tanrı elini uzattı,

bir şimşek indi bulutlardan,

kalbime

-çok az insana bahşedilebilecek bir andı bu-

ruhuma tekrar üflendi ilk doğduğumda aldığım nefes,

-seni çok seviyorum- dedi bana.




yaşadığımı hissettim. yeniden.

27 Mayıs 2007 Pazar

Sen bir tamirci çırağı
Ben bir prenses
Benim bez bebeklerim vardı
Senin 13-14 anahtarın oynayacak..
Ben saçlarını tarardım çocukluğumun
Pespembe giysiler içinde..
Sen kapkara ellerini gizlerdin yemyeşil gözlerinin gölgesine
Oysa hayallerimiz vardı bizim
Bir balıkçı kasabasında
Herkesten uzak
Kendi çiçeklerimizi ektiğimiz..
Olmayacak düşlerimizde
Benim umutlarım vardı..
Seninse gözyaşın..

Missechoes.

18 Mayıs 2007 Cuma

Beyond this beatiful horizon,




Lies a dream for you and i.
Soğuk.

17 Mayıs 2007 Perşembe

theres a storm closing in, voices crying on the wind.

this serenade is growing cold, it breaks my soul to try to sing.

Paradise Lost - Lost Paradise - Paradise is Lost



Hiç varolmayan bir dünyaya yakılan ağıttılar,

kendileri için; en çok kendileri ağladılar.

Glass Walls of Limbo

Çarpılmış yüzler.

Beklenti.

Yıkık hayatlar, boşa geçmiş ömürler.

Kırbaç.


Tek varlığın eziyet olduğu anda , beyhude adımlarla salınıyorlar.

Sıcak.

Kükürt.

Gece, ve kaos.

Gece, sonsuzluğun eski; yaşlı efendisi. Kainatin ilk öznesi, hayatın kaynağı, aynı zamanda yıkımın ve yokoluşun.

Kaos; sonsuzluğun eski; kadim yaratıcısı. Zamanı biçimlendiren, vareden, akışını elini bir havuzda gezdirirmiş gibi yönlendiren varlık.

Gece ve kaos; hüküm sürüyorlar Limbo'da.

Kırmızı değil herşey sanıldığı gibi, koyu yeşil, gri ve açık yeşil.

Kırbaçlar şaklıyor, zamanın yüzlerde bıraktığından daha derin izler bırakarak tenlerde.

Unutulanlar, boşa yaşamış olanlar; gözleri içeriye dönük, dibi olmayan bir kuyuya düşer gibi bekleyiş içinde.

Unutuluş.

Unutulmak.

Hiç varolmamışlar gibi. Olmamışlar gibi.

Sanki olmak, kendi istekleriymiş gibi.


Parlak tahtlarıyla melekler, çok uzaklar yarılmış toprağın ülkesine.

Güneş, sırtını dönüyor her doğduğunda Limbo'ya.

Ay, çaresiz.


Ve

Camdan duvarları var Limbo'nun.

Acının sonsuzluğunu akıllara kazır gibi,

varolan tüm atomları yaratan ilk ışığa küfreder,

ve onu kutsar gibi.

Camdan duvarlar, Limbo'nun Cam duvarları.

İnsanı, hayatın neden varolduğunu hatırlatmak ister gibi.

Camdan.





Sonsuz bekleyişse sonları, neden yaratıldılar ?

Son olarak tayin edilen bekleyişin sonsuzluğu; yapılmış en ağır şaka mıdır ?









تعلم المقدس كلمة ثناء. الهيل الشيطان


* Limbo : İsa'dan önce vaftiz edilmeden ölenlerin ruhlarının bulunduğu yer.

15 Mayıs 2007 Salı

Kayıp Cennet

Sıcak çarpıyor yüzlere.


Cehennemin lordları, kovulmuş; sürülmüş, en parlak ışıktan en derin karanlığa fırlatılmış olanlar kılıçlarını havaya kaldırıyorlar.

Lanetler, öfke ve nefret; havadaki kükürt kokusuna karışıyor. İyi ve yenilmez olana duyulan ümitsiz kızgınlık, yerini sinsi gülüşlere bırakıyor.

Cehennemin efendileri, çaresizlik içinde bağırıyorlar kızgın nehirlerde dağlanan kanatlarını açmaya çalışırken.

Cennette hizmet etmektense; cehennemi yönetmeyi seçenler; irin dolu gözlerini cennetin yıkılmaz kulelerinden insan için yaratılmış dünyaya çeviriyorlar.

Sıcak havada, zehir soluyorlar.

Göğü paramparça ediyor ayağa kalkışları, sessizliği yırtan çığlıklarıyla hareket ediyorlar, ve her adımları Vezüv'den bir parçayı daha savuruyor yıldızlara.

Etna kinlerini kusuyor dünyaya, ve her sarsıntıda; daha da aşınıyor kırılmaz zincirleri.

Hava sıcak; yapış yapış, yüzlerde kibir var.

Açılıyor Pandaemonium'un kapıları, ve yürüyorlar.

Cehennemin tanrıları, cennete sahip olmaya dair kaybettikleri umutlarını, iki ayağı üzerinde korkakça yıldızları seyreden insanın ruhunda yeniden diriltiyorlar.

Yürüyorlar, duymuyoruz

-çünkü benim içimde karanlık var-
Sessizce yapmamız gerekenleri fısıldıyorlar ölümlü kulaklarımıza; farketmiyoruz

-çünkü benim içimde karanlık var-
kanatlarını sonsuzluğa uzatıp güneşi karartıyorlar, gülümsüyoruz

-çünkü benim içimde karanlık var-
yeni doğmuş insanları çalıyorlar zihinlerinin beşiklerinden, ve inanmalarını sağlıyorlar mutlak sonun asla gelmeyeceğine, inanmıyoruz

-çünkü benim içimde karanlık var-
yürümeye çalıştığımızda yollarımıza ifritlerin ayak izlerini bırakıyorlar, kayboluyoruz

-çünkü benim içimde karanlık var-
ruhlara, bedenlere, sözlere, nefeslere, doğrulara hükmediyorlar, aldırmıyoruz

-çünkü benim içimde karanlık var-
istemiyorlar, istediklerini düşünmemizi istiyorlar, istemiyorlar, istediklerini yapmadığımızı düşünmemizi istiyorlar, istemiyorlar, sözlerinin yalan olduğunu görmememizi istiyorlar

-çünkü benim içimde karanlık var-

melekler bu yüzden kanatlarını kille kaplayıp, ruhlarının soğuk mahzenlerine hapsediyor.

bu yüzden ağlıyor kayıp deniz kızları, bu yüzden yapayalnız oturdukları yalçın kayalarda ruhlarının delik deşik olduğunu hissediyorlar.

melekler bu yüzden kaçıyor insandan, yalanların ağızdan çıkıp ışığa değdiklerinde nasıl toprağa dönüştüğünü görebiliyor.

bu yüzden sessizce suyun altına bırakıyor deniz kızları kendilerini, tuzlu su genizlerini yakarken, gözleri yüzeydeki son ışık hüzmesine kenetli.


Umut ediyor melekler.

Umut ediyor deniz kızları.

-çünkü sonsuz aydınlık benim içimde-


Bir el diğerini tutuyor.

Üzerine cömertçe dökülen peri tozuyla silkeleniyor kanatlar; güneşli bir güne başlayan mutlu bir çocuk gibi karanlık odalarda neşeyle koşturarak ümidi ve uçma arzusunu sakladığı yerden çıkarıyor melek.

İçinde ruhun en değerli parçalarını taşıyan nefes; değdiği yaraları kapatıyor, gülümseyiş; cennetin beyaz boşluğunda salınan en değerli taş, yüzüne yayılıyor deniz kızının.

Bir el, bir eli sımsıkı tutuyor.

-çünkü ilham veren ayışığı benim içimde-

.

.

.

Serin bahar esintisi çarpıyor yüzlere.

Rüzgarda, beyaz ve mor çiçeklerin kokusunu çekiyorlar içlerine.

Yaşıyorlar, her nefeste yaşadıklarını hissederek.

Çünkü hayatın anlamı,
güneşin merkezi,
ayın sakinliği,
tutkusu rüzgarın,
ve gülümsemesi; şarkı söyleyen meleklerin ve deniz kızlarının,

onların içinde.

13 Mayıs 2007 Pazar

Sleep Paralysis

Size de oluyor; değil mi ? Gecenin bir vakti, gözlerinizi dehşetle açıyor, ve vücudunuzun hiçbir yerini kıpırdatamadığınızı hissediyorsunuz ? Gözbebekleriniz büyüyor, yuvalarında deli gibi döndürüyorsunuz gözlerinizi, kolunuzu kaldırmak, kendinizi yataktan atmak istiyorsunuz ama olmuyor.

Oluyor işte; biliyorum, olmasa halk literatürüne karabasan adıyla giren bir fenomen icat edemezdik.

Aşağıdaki yazıyı okuyunca bu yüzden çok canım sıkıldı, buyrun, linki de burada hatta ;

"As a college student in 1964, David J. Hufford met the dreaded Night Crusher. Exhausted from a bout of mononucleosis and studying for finals, Hufford retreated one December day to his rented, off-campus room and fell into a deep sleep. An hour later, he awoke with a start to the sound of the bedroom door creaking open—the same door he had locked and bolted before going to bed. Hufford then heard footsteps moving toward his bed and felt an evil presence. Terror gripped the young man, who couldn't move a muscle, his eyes plastered open in fright.

Without warning, the malevolent entity, whatever it was, jumped onto Hufford's chest. An oppressive weight compressed his rib cage. Breathing became difficult, and Hufford felt a pair of hands encircle his neck and start to squeeze. "I thought I was going to die," he says.

At that point, the lock on Hufford's muscles gave way. He bolted up and sprinted several blocks to take shelter in the student union. "It was very puzzling," he recalls with a strained chuckle, "but I told nobody about what happened." "

Bu da açıklama kısmı oluyor;

"Two brain systems contribute to sleep paralysis, Cheyne proposes. The most prominent one consists of inner-brain structures that monitor one's surroundings for threats and launches responses to perceived dangers. As Cheyne sees it, REM-based activation of this system, in the absence of any real threat, triggers a sense of an ominous entity lurking nearby. Other neural areas that contribute to REM-dream imagery could draw on personal and cultural knowledge to flesh out the evil presence.

A second brain system, which includes sensory and motor parts of the brain's outer layer, distinguishes one's own body and self from those of other creatures. When REM activity prods this system, a person experiences sensations of floating, flying, falling, leaving one's body, and other types of movement, Cheyne says.

Hufford, however, regards the intrusion of REM activity into awake moments as inadequate to explain sleep paralysis. Dream content during REM sleep varies greatly from one person to another, but descriptions of sleep paralysis are remarkably consistent. "I don't have a good explanation for these experiences," he says. "

İnsanlar REM devresinde sertçe uyandırılırsa tüm zihni kaplayan ve rüya esnasında verdiğimiz tepkileri fiziksel tepkiye donusmekten alıkoyan uyku evresi kısmen yırtılıyor; ve gözlerimizi açıp etrafımızda olup biteni görebildiğimiz halde bedenimizi hareket ettiremiyoruz. İşte bu andan sonrası; en fantastik olan kısım.

İnsanlar, rüyalarını gerçekliklerinde görmeye devam ediyorlar. Burada da kültür ve toplumsal ortak bilinç devreye giriyor. Bizde karabasan denilen "göğüste hissedilen baskı" Avrupa'da aşağıda resimlerini görebileceğiniz İntruder, Crusher, Incubus gibi isimlere sahip cinlerle tanımlanmış.







Hehe, ABD'de bu durumun tezahürü en sık olarak Uzaylılar tarafından kaçırılma vakası olarak ortaya çıkıyormuş, bu da olayın bana göre en eğlenceli kısmı.

Peki senin canın neden sıkıldı kardeşim derseniz, bu biraz gizemli deneyimin bilimsel açıklaması olmadan hayatıma daha farklı bir renk kattığına inanıyordum ben. Ee, insan her sabah gece başından paranormal bir olay geçmiş olarak uyanmıyor tabi.

Melencolia

Evde oturmak yaramıyor bana galiba. Haddinden fazla başbaşa kalıyorum kendimle; eh, bunun da çok eğlenceli bir süreç olmadığını tahmin etmek güç değil.

Pencerem açık, ve bununla son derece koyu bir kontrast oluşturacak şekilde yanımda bir ısıtıcı çalışıyor. Niye açık ki bu, niye bunaltıyor beni zaten sıcak sayılabilecek güzel havada ? Böyle garip şeyler var işte; sinirlenmeme, bu aletin çalışmasından sorumlu insana kızmama yol açan. Kalkıp da kapatmamışım ama şu ana kadar. Bu daha ilginç bence.

Sevmiyorum böylesi sıcağı; ne yapayım.

Kapattım.

Yorgun hissediyorum bir de kendimi; tüm günümü evde geçirdiğimde fazlasıyla uyuşuk oluyorum. Kolumu kıpırdatmak bile istemiyor canım; kitap okumaya üşeniyorum, oyun oynamak istiyorum ama zorlanacağımdan çekiniyorum. Siyaset ya da felsefe düşüyor aklıma; internet üzerinden okuma yapmak istiyorum; başladığım paragrafların çoğunu bitirmeden bırakıyorum. Pazar bugün; ondan mı acaba ? Hani yarın işbaşı yapacağız; olur mu, seviyorum ben işimi. Seviyorumdur herhalde; gerçekten çok seviyor olsaydım karşılığında para vermek zorunda kalmazlardı.

Pazarla alakası yok aslında; ben iki yıldan fazla süreyi sadece pazar günleri değil, her gün, her akşam bu sıkıntıyı yaşayarak geçirdim. Melankoli diye bir resmi var Dürer'in, çok yakıştırırdım kendime. Bir saniye lütfen; buralarda bir yerlerde olacaktı.



1514 yılına aitmiş bu gravür. Ufukta kanatlarında melankoli yazan bir yarasa uçarken; insan kanatlarını kısıp oturmuş; mutsuzluğunu melekle paylaşıyor. Resimdeki bir çok imge kullanılmış; terazi, marangoz aletleri, geometrik cisimler ( üç boyutlu bir yamuk mesela - adını unuttum - ve bir top ) , bir köpek, kum saati, parlayan bir güneş ve gökkuşağı. Bir sürü şey işte, etrafındaki tüm bu nesneler, bu imkanlar, olası hayatını biçimlendirmede kullanacağı aletler ve değer yargıları, mutsuz olmasını; - pardon - melankolik olmasını engelleyememiş Dürer'in.

Gök babadır, deniz anne, köpekse suçluluk duygusu diye yorumlamış birisi. Öyle mi acaba ? Kim bilir, annesinin ölümünün hemen ardına denk gelen bir çalışma olduğu için; anlaşılabilir.

Ne diyorduk ?

Ha, melankoli, iç sıkıntısı. Öyleydi; çok kötüydü, sürekli çatacak, sinirlenebilecek şeyler arayarak geçiriyordum vaktimi, müzik dinleyerek, bir de kitap okuyarak. Nadiren ruhuma bir heves rüzgarının dokunduğu dönemlerde ekonomi üzerine de çalıştım, ama dediğim gibi çok nadiren.

Şimdi bakınca, yani salim bir akıl ve tepenin ardındakileri düşünmeye devam eden bir hayal gücüyle; doğum sancılarımmış bunlar. Atlatmam gereken evreler, aşmam gereken taşlı yollar, ağaç dallarımın kollarımı parçaladığı koruluklar, dipsiz bucaksız bir denizin ortasında karanlıkta bir dubaya sıkıca tutunarak geçirmem gereken bir vakitmiş.

Yukarı sıçrayacak gücü bulabilmeniz için, sertçe yere çarpmanız şarttır; bunu unutmayın.