$2.99

27 Mart 2007 Salı

Tepeye vardığında, rüzgar yüzünü buzdan bir zımpara gibi törpüleyerek tokatlıyordu. Kilitleri açtıktan sonra, karanlıkta yürüyüp görmesi gereken herşeyi gördükten sonra bunun o kadar da zor olmayacağını hissetmişti zaten; ama yüzünde kar tanesi gibi eşsiz bir gülümseme olacağını tahmin edememişti. Bunun düşündü, ve gülümsemesi biraz daha büyüdü.

Kısık gözleriyle etrafta uçuşan yaprakları gözbebeklerinin içinde ayıklayarak ağacın haşmetli gövdesine baktı. Üzerine inen yıldırımlar, dallarını karşı konulmaz bir güçle sarsıyor; uçlarda kalmış sarı yaprakları aniden kıpkırmızı yalazlara dönüştürüyordu. Ağacın zirvesinin bittiği yerde, şimşeklerin arasında iyice ufalmış olan ayı gördü. Yüzünde, tam gülümsemesinin üzerinde hissettiği ışık için minnettarlıkla doldu içi.

Burada, bu karanlık ağacın dibinde otururken ruhundaki deliklerden sızan parıltılarla görmüştü ilk defa deniz kızını; her zaman olduğu gibi titreyerek hatırladı bu anı. Büyük ve uçsuz bucaksız bir akvaryuma benzeyen dünyada, yanyana gelme olasılıkları ne kağıt üzerinde, ne de zihinde hayal edilemeyecek kadar düşük olan iki ruhun; bu ağacın altında birleştiklerini hatırladı, içgüdüyle karışık bir hisle kuvvetlice bir kez çırptı kanatlarını. Belki bir refleksti yaptığı; boynunu çevirip ardına baktığında kanatlarından rüzgara karışıp uçan toz zerreleri olmadığını gördü. Tekrar gülümsedi.

Rüzgar tüm bedenini törpülemeye devam ederken, başını geriye doğru atıp kanatlarını sonsuzluğa açmaya başladı. Üzerine bastıran karanlık rüzgarla karışarak etrafını sarıyor; bedeninin arkasına, kanatlarının arasına geçmeye çalışıyordu. "Artık bu dünyanın imgelerine ihtiyacım yok." dedi kendi kendine, "Artık dünya zamanıyla yüzyıllar sürebilen fırtınalardan korkmam için bir sebep yok."

Fırtınaya göre yıllar, neverland zamanına göreyse saniyeler içinde tekrar açtı gözlerini, ama içinde büyüyen bir korku olduğu ve bunu savuşturmak istediği için değil; yelkenlerini arkalarından esen rüzgarın şişirdiği gemilerini ağaçlı tepenin ardındaki bulutlara çekebilmek için. Vücudu gerilirken ruhu bedenine sığmıyor oldu, başını çevirip tekrar geriye döndü; bu sefer toz zerrelerinin olmadığından emin olmak için değil, tüm gücüyle gemilerini iten deniz kızının gülümsemesini görebilmek için baktı arkasına. Birbirlerine gülümsediler, melek rüzgarın ve deniz kızının ittiği gemiyi tepenin diğer tarafına çekerken, ağacın üzerinden suyun üzerinde kayan bir taş gibi geçti gemi.

Fırtına geride kalmıştı. Onları birbiriyle buluşturan ağaç, tepede tekrar dingin bir gecenin ortasında huzur içinde dimdik dururken; gemilerinde birbirlerine sarılmış bir melek ve bir deniz kızı; bulutların üzerinde ülkelerine doğru yola çıkmışlardı bile.

25 Mart 2007 Pazar

melek
kanatları havadan; ve sudan. en çok da, peri tozundan yapılmış.
gemisinde uçuyor, açtığı kanatlarıyla gerçekliğine sığınmış kırılgan ruhu.
yeryüzüne bakan uzak bakışları, hayal meyal seçiyor iki yüzyıl önce sırtından attığı ağırlıkları.
korkarmış eskiden; öyle der resmi kayıtlar. uykusu bölünür, belli belirsiz yere düşermiş yüzü.
karanlık bir geçmişte kalan asık suratlı bir çingeneymişler gibi bakıyor yaşamının geri kalan kısmına.
gülümsemezmiş eskiden; bunu doğrulayacak kimse olmamış yanında o ağaç kovuklarında saklanırken.
melek
melek olduğundan habersizmiş, kanatları varolmadan önce
deniz kızı onu bulmadan önce
yaşamadan önce
nefes almadan önce
peri tozunu yüzünde hissetmeden önce
saçlarına yıldızlar dökülmeden önce.
yaşamazmış,
melek olmadan önce.

geriye bakmıyor artık melek,
elinde üç inci tanesi gibi üç nokta var,
ve deniz kızının eli; kimsenin bilmediği okyanuslarda bulduğu,
asla kaybolmaması gereken.
gözleri birer inci tanesi olan deniz kızı,
ve parmakları; melegin avucunda; sonsuz huzura dokunuyor.

artık gülümsüyormuş melek,
ve bunun şahitleri;
ay
yıldızlar
güneş
rüyalar
notalar, çıldırmış şairlerin dizeleri

ve deniz kızı,
hayatın anlamı.
hayatının.
hayatımın.

24 Mart 2007 Cumartesi

Tecavüz..

Yazmayalım, yazmayalım diyoruz da olmuyor; zaman zaman öyle şeylere şahitlik yapıyoruz ki toplum olarak; sosyal seleksiyonun bizi hayatın tüm zorluklarına karşı nasıl şerbetlediğini az çok anlayabildiğimi hissediyorum.

Hıncal Uluç, bir yazı yazdı Mart'ın başlarında; gördüğüm gibi oha demiştim zaten; hakkında ileri geri konuşmak bugüne kısmetmiş.

Fütursuzca, Sabah gazetesinin Tüm hakları Saklıdır zırvasını zerre kadar takmayarak, köşe yazısının linkini veriyor ve yazıyı buraya alıyorum ;

"Ah Coşkun ah!..

BARDA filmini nihayet izledim.. Nejat İşler'in gerçekten birinci sınıf oyunu dışında kayda değer bir yanı olmayan kan revan filmi..
Gece yarısı bir barı basan bir maganda gurubu, kapıları kilitleyip orada eğlenen kızlı erkekli guruba işkence yapıyor ve tecavüz ediyorlar.. Sözüm ona, sosyal yaralara parmak basma, mesajlar verme gayretleri hiç inandırıcı olmayıp havada kalınca, geriye bir şiddet ve erotizm filmi kalıyor.. Şiddet kısmı.. Ehhh.. Bol domates salçası kullanarak her tarafı kırmızıya bulamak, belirli bir tiksinti yaratıyor izleyende..
Ama erotizmin "E"si yok.. Deyim yerinde ise, tesettürlü tecavüz..
Ya yönetmen tutucu, ya becerememiş.. Ya da oynayan hiçbirini tanımadığım kadın oyuncular şart koşmuş "Bizden bu kadar" diye..
Yönetmen de boyun eğmiş.. Yahu sevgili akrabam Tecavüzcü Coşkun'un bu ülkenin hem de süper starlarına saldırdığı sahneler, çok daha cesur, çok daha inandırıcıydı.
Barda, son yıllarda moda şiddet ve gerilim sinemasına kötü bir özenti.."

Şimdi, nereden başlayacağımı şaşırıyorum ama ben böyle olunca. Tamam, Barda hakkında söylenmesi gereken çok şey var belki ama, Hıncal Uluç'un yaptığı gibi en gereksizlerden bahsederek kısacık bir yazı üfürmek yılların getirdiği tecrübenin sağladığı bir özellik olmalı.

Şiddet, sinemada irrite edici bir özellik olarak uzunca süredir kullanılmakta, Amerikan Sinemasının propaganda filmlerini saymazsak Kubrick, Coppola, Scorsese gibi önemli yönetmenler toplum ve insan üzerindeki şiddet eğilimi hakkında çok şey söylüyor, bu kapsama Fransız sinemasının belirli bir dönemini de dahil edebiliriz, Gaspar Noe'nun diriltmeye; Haneke'nin ise ırzına geçmeye çalıştığı dönemini. Sinemayı bir kenara bırakın, Dostoyevski bile sıkça bahseder şiddetten; Sartre, Kafka, şiddet insanlığın merkezinde olduğu için edebiyatın da merkezindedir. Nasıl aktarılması gerektiği muhakkak tartışılabilir, hatta aktarılma zorunluluğu olup olmadığı bile yukarıda saydığım isimlere saygısızlık yapma riski göze alınarak tartışılabilir.

Ama; "Ressam domates salçası kullandığı eserinde şiddeti anlatmış" demek; kaba tabirle lütfen gelip beni lafla tokatlayınız demektir. Allah allah, salça demek, neyle anlatsaydı ? Bir yönetmenin tarzı, tutumu, konusunu ele alış ve kendi borusunu öttürüş tarzı; böyle mi eleştirilir? Yönetmen ne demek ?

Neyse, bunu da geçtik; yazının biraz daha altında kocaman bir garabet örneği yatıyor zaten; onun üzerinden atlamamız insan zihninin kısa bacaklarıyla mümkün görünmüyor. Tecavüz sahnesi erotik değilmiş, bak sen; "Irreversible"daki sahne erotik miydi acaba Hıncal bey'e göre ? Tecavüzün kendisinde nasıl bir şehvet güdüsü oluşturduğunu her gün çiçekten böcekten; ottan boktan bahsettiği okuyucularına açıklayabilir mi acaba ?

Hem bakın, hemşehrisi Coşkun daha iyi, daha estetik, daha cesur, daha inandırıcı tecavüz ediyormuş. Bu yazıyı okuduktan sonra tek bir şeyden emin oldum ben; Hıncal bey o sahnede kendisi olsa daha gerçekçi oynarmış.

Yazık bize, Türk sinemasının erotik tecavüz sahneleri çekemiyor olmasının bir eksiklik olarak görüleceği; daha da kötüsü, Tecavüzcü Coşkun'un el altından göreve çağırılacağı günleri de görecekmişiz demek.

Tekrar oha diyorum; ya saklamayı öğrenin şu çirkin ruhlarınızı; ya da tükürmeyin gazete sayfalarının üzerine kardeşim.

17 Mart 2007 Cumartesi

Tam bitti derken, tekrar nefes alır ya insan.
Tekrar başlar hayat.

Tam da yetişemedim derken, doğru zamanın saati üç defa çalar ya sevinçle başucunuzda,
Oradasınızdır.

Tam yapamayacağım derken, zorlarken kendinizi, gülümseme kendiliğinden yayılır ya yüzünüze,
Mutlusunuzdur.

Tam da direnmekten vazgeçersiniz, kendinizi bırakırsınız ya sonsuz çamurun derinliklerine doğru, ve bir el sizi yukarı çeker,
Umut yeşerir içinizde yeniden.

Tam siz bakışlarınızı yorgunca yere düşürmeye hazırlanırken, bir deniz kızı elini uzatıp kaldırır ya başınızı gökyüzüne,
Sevilirsiniz.

Hani gecenin bir vakti, birden biri düşer aklınıza; aslında hep orada olan, birden saçlarınıza dokunan bir el ürpertir tüylerinizi,
Seversiniz.

İşte ben , tam da böyle; yeniden doğar gibi aşık oldum. Böyle yazıldı hayatımın anlamı tozlu defterime.

Bir peri kızı, peri tozuyla yeniden nefes verdi bana.

İşte ben, tam da böyle; hep geç kalacağımı düşündüğüm yere yetişmiş gibi aşık oldum. Böyle yazıldı ömrümün geri kalanı hayat saatime.

Bir deniz kızı, gülümsemesiyle durdurdu dünya saatini.

Nice seneler ona, hep mutlu olsun.

Yeni Dogmus Ay

Doğduğu an harika bir gülümseme armağan etti hayat mor papuçlu kıza,
yaşlar birikirken sırt çantasında, ve ağırlaşırken hayat,
gülümsemesini hatırladıkça hafifledi ayakları yeniden;
gülümseyebildikçe kurtuldu dünyaya köklerle bağlanmaktan.
ne kadar çok gülümseme,
o kadar çok huzur,
ne kadar çok huzur,
o kadar çok umut demek..
ve,
o kadar çok mutluluk..
dudağının kenarında geçmişten gelen güzel anılar,
- kötü anılar ise zamanın çöp tenekesine gidiyor yüzündeki yıldızların her parıldayışıyla -
umudunda ise yarını saklı.
bir dokunuşla kanatlarını var ettiği bir meleğin kollarında o..
Neverland'in yemyeşil ormanlarında her şeker pınarının kenarında tüm ayakizleri onun..
Shine on'un notalarındaki sıcaklık onun ruhundan akıyor dünyaya..
ufacık bir evin içindeki huzur hayallerinde, -hayallerimizde-.
bulutlardaki gemiden el sallarken bile elini bırakmayan meleği yanında..

iyi ki doğmuş o küçük kız, o durgun çağlayan, o masum kedi,
mutlu yıllar ona..

11 Mart 2007 Pazar

Celladıma Gülümserken

celladıma gülümserken çektirdiğim son resmin arkasındaki satırlar

ben ismet özel, şair, kırk yaşında.
her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat
her şeyi gördüm içim rahat
gök yarıldı, çamura can verildi
linç edilmem için artık bütün deliller elde
kazandım nefretini fahişelerin
lanet ediyor bana bakireler de.
sözlerim var köprüleri geçirmez
kimseyi ateşten korumaz kelimelerim
kılıçsızım, saygım kalmadı buğday saplarına
uçtum ama uçuşum
radarlarla izlendi
gayret ettim ve sövdüm
bu da geçti polis kayıtlarına.

haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanlar
ruhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye
kara ruhlu der bana görevini aksatmayan kim varsa
laboratuvarda çalışanlara sorarsanız
ruhum sahte
evi nepal'de kalmış
slovakyalı salyangozdur ruhum
sınıfları doğrudan geçip
gerçekleri gören gençlerin gözünde.
acaba kim bilen doğrusunu? hatta ben
kıyı bucak kaçıran ben ruhumu
sanki ne anlıyorum?

ola ki
şeytana satacak kadar bile bende ondan yok.
telaş içinde kendime bir devlet sırrı beğeniyorum
çünkü bu, ruhum olmasa da saklanacak bir şeydir
devlet sırrıyla birlikte insanın
sinematografik bir hayatı olabilir
o kibar çevrelerden gizli batakhanelere
yolculuklar, lokantalar, kır gezmeleri
ve sonunda estetik bir
idam belki...
evet, evet ruhu olmak
bütün bunları sağlayamaz insana.

doğruysa bu yargı
bu sonuç
bu çıkarsama
neden peki her şeyi bulandırıyor
ertelenen bir konferans
geç kalkan bir otobüs?
milli şefin treni niçin beyaz?
ruslar neden yürüyorlar berlin'e?
ne saçma! ne budalaca!
dört incil'den yuhanna'yı
tercih edişim niye?

ben oysa
herkes gibi
herkesin ortasında
burada, bu istasyonda, bu siyah
paltolu casusun eşliğinde
en okunaklı çehremle bekliyorum
oyundan çıkmıyorum
korkuyorum sıram geçer
biletim yanar diye
önümde bir yığın açalya
bir sürü çarkıfelek
gergin çenekli cesetleriyle
önümde binlerce çiçek
korkuyorum sıra sende
sen de başla ve bitir diyecek.
yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya
söyleyin
aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında?

gelin
bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar!
bana kötü
bana terkettiğiniz düşünceleri verin
o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız
ah, ne aptalmışım dediğiniz zamanlar
onları verin, yakınmalarınızı
artık gülmeye değer bulmadığınız şakalar
ben aştım onları dediğiniz ne varsa
bunda üzülecek ne var dediğiniz neyse onlar
boşa çıkmış çabalar, bozuk niyetleriniz
içinizde kırık dökük, yoksul, yabansı
verin bana
verin taammüden işlediğiniz suçları da.

bedelinde biliyorum size çek
yazmam yakışık almaz
bunca kaybolmuş talan
parayla ölçülür mü ya?

bakın ben, birçok tuhaf
marifetimin yanısıra
ilginç ödeme yolları bulabilen biriyim
üstüme yoktur ödeme hususunda
sözün gelişi
üyesi olduğunuz dernek toplantısında
bir söyleve ne dersiniz?
bir söylev: büyük insanlık ideali hakkında!
yahut adınıza bir çekiliş düzenleyebilirim
kazanana vertigolar, nostaljiler
karasevdalar çıkar.

yapılsın adil pazarlık
yapılsın yapılacaksa
işte koydum işlemeyi düşündüğüm suçları
sizin geçmiş hatalarınız karşısına.
ne yapsam
döl saçan her rüzgarın
vebası bende kalacak
varsın bende biriksin
durgun suyun sayhası
yumuşatmayı bilen ateş
öğüt sahibi toprak
nasıl olsa geri verecek
benim kılıcımı.

İsmet Özel

www.ismetozel.org

7 Mart 2007 Çarşamba

Öylesine - 2001 Sonundan..

"...Burası da neresi ? "

Başım ağrıyor.Hem de çok.

...

"Şu an yaşadıgın dünyaya ve sevdigin insanlara , en önemlisi kendine hiçbir faydan yok farkında mısın ??? Kendinden utanmalısın bence ! "

(ilerleyen satırlarda sürekli değişecek olan bir ruh hali bekliyor sizi-korku tüneline hazır olanlar devam etsin lütfen.)

Yaklaşık 30 saniye önce "capsules" diye saçma bir oyunu oynuyordum.Yukarıda görmüş olduğunuz soru beni kendime getirdi.Düşünmeme rağmen oyunun başına ne zaman geçtiğimi hatırlayamadım.Sistem beni öylesine sarmalamıştı ki , günlük ibadet saatlerimi ; hatta ne kadar süreceklerini bile o belirliyordu.Nasıl bir dünyada yaşıyoruz böyle : 20 senedir hizmet veriyorum kıstırıldığım şu bedene ama hala ne yapmaya çalıştığıma dair en ufak bir fikrim yok...Belki de düşünme yeteneğim bir avuç bozuk paradan ibaret , o da benden hepsini teker teker bu tür kumar makinelerine atarak harcamamı bekliyor.Olabilir mi acaba ? Aman tanrım , nasıl bir dünyada yaşıyoruz ? Kaçınmam gerekenler hep beni en çok eğlendiren , en çok mutlu eden şeyler mi olmalı ?

" Eğlence ile mutluluğu en üst değer olarak gören bir adamın zihnine mi hapsedildim ben ?"

Yoğun bir baş ağrısı çekiyorum.Beynim hapsedildiği yerden kaçmaya çalışan bir mahkum gibi sanki...Kızgın olması için geçerli bir sürü sebebi var.Onu kafatasımın içine , kendimi de şu ufak monitörün önüne hapsettim.Kaç gün oldu buradan kalkmayalı ? Bir hafta ? İki hafta ? Aylar ? Monitörün karanlık ekranından yansıyan yüzüme göre birkaç hafta olmuş , traş olacağım zaman sakallarıma ilk önce makasla müdahale etmem gerekecek gibi görünüyor...

Siz hiç içinizde başka bir sesin varolduğunu düşünür müsünüz ? Ya da hiç hissettiniz mi bunu ? Bana son zamanlarda sık sık oluyor da ; ondan soruyorum.En olmadık anlarda konuşmaya başlıyor ve bir süre hiç susmuyor.Bana sürekli ne yapmam gerektiğinden , nasıl iyi bir insan olabileceğimden bahsediyor.

Doğru...Belki de o benim ruhumun sesidir.Bu daha mantıklı gözüküyor...

Niye birine ihtiyacım olduğunda en yanımdaki o değil de , en az ihtiyacım olan kişidir hep ?

Kendimden bu kadar istikrarlı bir şekilde nefret etmeme rağmen niye kafamın içindeki hala benim ?

"Kafası karışık...Acaba yardım edebilir miyim ?"

Beyin filmleri çekildikten sonra babamı tekrar yatağa yerleştirebilmek için birinin yatağın üzerine çıkması gerekti.Çıplak ayaklarımla yatağa bastım ve dengemi sağladıktan sonra babamı altındaki örtü ile kaldırarak yatağına geçirdik.İndirdikten sonra kafasını düzeltirken dengemi kaybettim ve yatak geriye doğru kaydı-ben tutunacak bir yer ararken ve serum borusunun çok ama çok yanlış bir tercih olacağını düşünürken bir anda kayma durdu.Yere , daha kötüsü babamın üzerine düşmediğim için şanslı olduğumu düşündüm ; ama yataktan indiğim zaman kayan yatağı tutanın babamın yanında yatan adam olduğunu gördüğümde bunun şans değil başka birşey olduğunu anladım.

Yoğun bakımda babamın yanında yatan hasta dün tomografiye giderken kayan sedyesini tuttuğum adamdı ; bundan eminim...

Sanırım bu büyüklerin kader dedikleri şey olmalı.

...

Ateşi olan bir hasta için vantilatör hiç de doğru bir seçenek gibi durmuyor ama yine de çalışsın.Hava çok sıcak ve buna ek olarak vücudumda milyonlarca mikrop yaşama-beni yok etme mücadelesi veriyor.Onlar da haklılar bir yere kadar.Hayal et ; yapman gereken birşey var ama sorgulayamıyorsun , yapman gereken birşey var ama yaptığın zaman sana bir fayda sağlamadığı gibi senin yokoluşunu hazırlayacak.Yapacağın şey gerçekleştiğinde sonuç ölüm olacak.Mikrop olmak ile asker olmak arasında çok bir fark yok gibi...Bunu sevdim.Şimdi üzerine çok gitmeyeyim , sonra buna özel bir yazı yazarım ( hani şarkıcılar grup albümlerinde özel yeteneklerini saklayıp solo albümlerde patlatırlar ya kendilerini ; bu da öyle işte...)

Saçmalıyor muyum ?

Biraz ateşim var , böyle şeyleri hoş karşılamalısın...

...

Biraz ara vermek iyi geliyormuş.Kendi irademle bir karar alıp bilgisayardan biraz olsun uzaklaştım.Şey.bu arayı çıkıp yürüyerek ya da spor yaparak da değerlendirebilirdim tabi.Tamam üzerime gelmeyin.Neden televizyon izlediğimi bilmiyorum.Üstelik izlenecek birşey de yoktu.Şimdi Type O Negative çalıyor fonda ; piyano sesinin arkasında bir kız çocuğu ağlıyor yine.Ve ben neden olduğunu bilmeden yazıyorum.Ne yazdığımı da bilmeden.Bir dakika ; bu güzel bir soru : Ne yazıyorum BEN ?

Güzel olduğu kadar da saçma bir soru aslında.Bugüne kadar hiç ne yazdığımı bilerek yazmadım.Öylesine başladım ; yazdım , yazdım ve sonuna doğru ne yazmaya çalıştığımı fark ederek ona bir biçim verdim.Lanet olsun ; bekleyin bir dakika.Arkada My Girlfriend's Girlfriends çalarken birşey yazmak mümkün değil.Şimdi geliyorum.

"Ne yapmak istediğini bilmezsen hiçbir şey yapamazsın.Yaptıkların da raslantıdır büyük ihtimalle..."

Bu daha iyi.Ne diyordum en son ? Evet.Bu tarzdan dolayı saçmalayıp sildiğim çok yazı oldu ; ama yine de...Dediğim gibi ; bugüne kadar yazdığım herşeyi böyle yazdım ; bu kadar büyük bir raslantının oluşabileceğini sanmıyorum.Hem ben oldukça şanssız bir adamım , bunu herkes bilir.En başında yaz ayında doğmuş olan bir kış çocuğuyum.Temmuz ayında fırtınalar içinde doğmuşum , beni doğuma götüren bütün araçlar sırayla arızalanmış.Uzun yıllar tek bir gerçek arkadaşım olmadı ; olduğu zaman ise ben kıymetini bilmedim.Hiçbir boktan para kazandığımı hatırlamıyorum ve ne zaman zara dayalı oyunlar oynasam yenilirim.Buna benzer bir sürü şey.Sadece birkaç açıdan şanslıydım bugüne kadar :

Harika bir ailem var.(sık sık onlara layık olmadığımı düşünsemde...)

Ve mükemmel bir sevgilim...(sık sık ona layık olmadığımı düşünsemde...)

Düşünceler , düşünceler.Bazen kendimi bu kadar yorgun hissetmemin sebebi bu olmalı.Kendimi biraz daha geliştirip sevdiğim insanları hak etmeye çalıştıkça daha çok düşünüyorum ; bu da normal zeka seviyesinde bir insan olan beni yoruyor.Bütün bu olanlar ise ironik olarak "bu yaşta bu kadar yorgun olmam beceriksizliğimden kaynaklanıyor" döngüsüne itiyor yorgun zihnimi.Aynı labirentte dolaşıyorum duvarlara çarpa çarpa ; sonuç tüylerimi ürperten bir sırıtışa sahip olan başlangıç oluyor.Kaçış yok.

no escape.

...

Lanet olsun.Artık bir anlık öfkenin nelere yol açtığını da görebiliyorum.Az önce bir sinir krizi geçirdim.Şimdi ise sol elimi kullanamıyorum.Esas sorun bu değil tabi ki ; esas sorun salonda oturan annemin üzüldüğünü görebilmem.Sevdiğim birinin üzüldüğünü gördüğümde (üstüne üstlük o üzüntüde benim de payım varsa) kendimden nefret ediyorum.Onu koruyamadığım için ; o üzüldüğü için...Buradayım işte ; yemek yiyorum , su içiyorum , oksijen tüketiyorum ama sevdiğim insanları mutlu etmekten bile acizim.İşte görüyorum ; annem içeride ağlıyor.Kahretsin.

"Sen orada değildin ve hiçbir şey yapamazdın..."

(Kurşunlar-Kurşunlar-Kurşunlar...Vücudumun her yerini sıyırıp geçiyorlar...Her hareket ağır çekim halinde görünüyor gözüme ve bilgisayar masam ile birlikte bütün dünya da kızıl bir renk aldı...Ateşimin tekrar yükseldiğini hissediyorum.)

Kapa çeneni.Bu neyi değiştirir ki ? O adamın orada yattığı gerçeğini basit bir rüyaya çevirmez değil mi ? Bunu engelleyememiş olduğum gerçeği hala suratıma çarpıyor vantilatörün sıcak havasıyla birlikte.Ateşim düşmek yerine çıkmaya devam ediyor ama hala yazıyorum ve vantilatör hala vücuduma dönük.Gerçekler hızlanıyor açık pencerelerden gelen rüzgar ile.Ya geri gelmezse ? Ben burada , bu aptal monitörün karşısında oturup yaşamaya devam ederim belki ; belki de etmem.Ama o geri gelmez işte.Aradaki farkı görüyor musun ? Aman tanrım ; o çok genç.Beni boşver ; beni hiç sevmedin zaten , ona acı.

Geriye eskisinden daha çok bakıyorum ve daha çok şey görüyorum.Silik olan herşeyin yavaş yavaş üzerinden geçiliyor kara kalemlerle.Acıların çizgilerini daha da belirginleştiriyor bu ve tanıyamıyorum artık onları.Uğruna günlerce ağladığım şeyler için lanet ediyorum artık ; o gözyaşlarına şimdi ihtiyacım var.

Bu satırı yazdıktan sonra monitöre gözyaşımı sürdüm ; hissedebiliyor musunuz ??? (Öyle aptal aptal bakmayın bunu neden yaptığımı bilmiyorum ; sadece istedim.İstedim , yaptım ve bu beni biraz olsun rahatlattı.Buna bile ihtiyacım var ; inanın bana.)

Belki de sürmem gereken kandır.

"Sakinleş biraz.Hepsi geçecek."

Tünelin ucunda ışığı göremiyorum ; geçse ne olacak ki ?

...

Eve şimdi girdim ve babamın durumunun düne göre farklı olduğunu biliyorum.Aslında hep farklıydı ; ama nedeni bilinmeyen bir iletişim kopukluğundan dolayı bize menenjit olduğu söylendi.Bugün saat 13:45 e kadar kendimi babamın artık hiç konuşamayacak olmasına alıştırmaya çalışıyordum ; 14:45 te ise yoğun bakımda annemle konuştuğu ve menenjit olmadığı haberi geldi...Aman tanrım : nasıl bir dünyada yaşıyoruz ? Her gece babana sarılırken rüyalarında : kabuslarında ölümü görmek , soğukluğunu hissedip temmuz ateşinde üşümek çok kötü anne...Sevinmeyi özledim ve en ufak bir gelişme bile mutlu ediyor beni.Hemen gülümsemek istiyorum ; bunalarak geçirdiğim günlerin acısını çıkarırcasına...

Çaresizlik zincirinse seni ondan umudun kurtarabilir.

Bir hastayı kurtarmak için birşeyleri feda etmelisin.

Edeceğim.Bunu yapabilirim.

"Nasıl bir duygu olduğunu tarif edemiyorsun değil mi ? Savaşman gerekiyor ve bunu yapacağına inanıyorum.Cesur ol oğlum..."

Babam menenjitmiş.Bedeni ve ruhunda kirlenmemiş tek yer beyaz gömleği olan bir doktor söyledi bunu.Hayatımdaki en önemli kişiydi otuırduğu masanın arkasından konuşurken ; ben ise masanın öbür tarafında oturmuş olan binlercesinden biri.Babam ise bir yapraktı sadece ; ne yazılacağı çok da ilgilendirmiyordu onu...Hastaların ölmesi ile vakaların ex olması arasında masanın bu tarafında çok fark var...Lanet olasıca...

Ne söyleyeceğimi bilmiyorum.Belki yüzümden çok şey anlaşılmıyor ama gözlerimi derin derin bakma fırsatın olsaydı onlar sana herşeyi söylerdi.Hep güçlü hissettim kendimi ; bugün ise neredeyse bir hiç olduğumu fark ettim.Hiçbir şey yapamıyorum ; yapabildiklerim pencereden , acil servisin kapısından ve doktor masasının arkasından bakmaktan ibaret.O benim için daha fazlasını yapardı diye düşünüyorum ve bu beni kahrediyor.Hayat kötü olduğunda bile bana belli etmedi ; tek başına mücadele etti ve o şimdi içeride yatıyor.Belki de orada olması gereken benim ama evrenin sahip olduğu yegane kırılmaz kural işliyor.Adil olması gereken hayat adaletsizlik huyundan vazgeçmiyor.Belki de tembelim ben ; babam için bile kıçımı kaldıramıyorum.Belki de kötüyüm.Belki de içimden hiçbir şey yapmak gelmiyor.Belki de sadece onu seviyorum ve sevmeye devam edebilmek için izin bekliyorum.Yazmak istemediğim şeyleri yazıyorum artık ; hem de defalarca.

Belki de kötüyüm.Kötü ve aciz.

Belki de o yüzden bütün nesneler gözlerimin önünde iç içe geçiyorlar.

Beni hiçbir şey değil bu bitmeyecekmiş gibi duran tekrarlar yoruyor.

Tekrarlar.Tekrarlar.Tekrarlar.Tekrarlar.

Birşeyi yüzlerce defa yazıyorum bazen.Bu da bir hastalıktır belki ; ben de bir hastaneye yatmalı ve sağlam olan her yerimi hasta edip çıkmalıyım.

Hayır.Beklediğiniz olmayacak.

Küfür etmeden bırakıyorum.Birşeylere saygı duyduğumdan ya da kötü çocuk olduğum için beni kemerle döveceklerinden değil.

O böyle isterdi.

...

Etrafımda neler oluyor böyle ?

Herkes kızgın , herkes öfkeli ama insanlarımın nefreti sokak duvarlarına ve güçsüzlerin yüzlerine çarparak yok oluyor.En ufak bir kızgınlıkta kendisini üstün duruma geçirecek güçlü bir tanıdık ; bir makam arıyor artık sokaktakiler.Walkman dinlememi engelleyecek şekilde yüksek sesle ağlayanları saygısızlıkla suçluyor ; yoğun bakım kapısından her alınmadığımda görevliyi öldürme planları yapıyorum.Bana bile bulaşan bu hastalık ne boyutlarda böyle ?? Afazi salgını teorilerini dinleyip güldüğüm günlerden bugünlere geldim işte...Düşündükçe beynim karıncalanıyor.Artık herşey olası...

Patlama noktasına gelen insanları birbirine kırdırmak kimin fikriydi acaba ? Dünya düzeni ve global yönetimler üzerine her düşündüğümde zihnimin durduğu nokta aynı oluyor : Bu kadar ileri seviyeli bir planı kim , kimler ya da ne oluşturdu ? Aman tanrım ; nasıl bir dünyada yaşıyoruz böyle ???

[Yazarın notu :Aynı endişe yazının başında da var ; şimdi fark ettim.(Dikkatsizce yazdığım paragraflarla ilerleyen bir yazı , kendi kendine bir konsept sahibi oluyor.Kendi gözlerinizle gördünüz ; ben bir şey yapmıyorum...Dünya gezegeninin bütününde olduğu gibi bende de işler böyle yürüyor...) ]

Seni orospu çocuğu düşündüğün şeylere bak.Halkım adına endişelendiğime göre kendimi iyi hissediyor olmalıyım...

"Yorgunsun oğlum.Bu sağlıklı düşünmeni engeller.Yat ve dinlen biraz...."

Neden bilmiyorum ama uyku bastırdı.Biraz gidip uyusam iyi olacak.İçim bu kadar karanlıkken doğan güneşi görüp bütün yaradılışa küfretmek istemiyorum...

İyi geceler baba...

...

(So lonely to wonder ; so sad to belong) ya da

Dikkat ! Ne yazacağı belli olmayan bir yazarla karşı karşıyasınız !

Tünelin sonu yavaş yavaş aydınlanıyor gibi.Önümü biraz olsun görebiliyorum ama bu herşey çok iyiye gittiği için değil ; sadece bugün kendimi mutlu hissettiğim için.Hiçbirşeyin keyfimi kaçırmasına izin veremem.Bugün olmaz.Dünyayı kurtarmak için oturmuyorum bu anarşist (kırmızı ve siyah üzerine basit bir metafor-daha iyi olabilirdi) monitörün önüne.Kendime ayırmam gereken şeyler var ; mesela bilgisayarın oyunlar bölümü...

Basit bir itirafta bulunabilirim : ilk öykümü kafamda oluştururken hexen II oynuyordum ve tek istediğim şey kız arkadaşımla buluşabilmekti.Görüyorsunuz ya ; mutluluk insanı cesur yapabiliyor.

Hemen geliyorum.

...

Hemen geliyorum diyerek bıraktım ve parmak izleriyle kirlenmiş monitörümün başına dönüşüm üç gün sürdü.Her zaman sözümün eri olmuşumdur.Bir şey söylediğimde yaparım ; bir kaç bin küçük istisna dışında bu hep böyleydi.

Geçen günlerle ilgili merak ettiğiniz şeyleri söyleyeyim : parçalı bulutlu bir havaya sahip hayat atmosferim ; üst paragraflarda güneşli bir seyir izlerken bugün karanlık ve yağmurlu devam ediyor (şimdilik.çalan bir telefonla kar da yağmaya başlayabilir ; kim bilebilir ?)

Eğer bu günleri bir can kaybetmeden atlatabilirsem ileride pişman olmadığımı söyleyeceğim soran herkese.İnsan olmayı öğrendim geride bıraktığım bir ay içinde ; insan hayatının aslında ona verilen önemle belirlenmediğini öğrendim.Eğer sedyede yatan insan için etrafta koşturup gözyaşı döken insanları ; en önemlisi sedyedeki çaresiz insanoğlunu görüyorsanız , o sizin için gazetelerin üçüncü sayfalarında çıkan basit haberlerden başka birşey oluyor.Günler boyunca nefretime , öfkeme ve üzüntüme rağmen insanlara faydalı olabilmek istedim sık sık ; doktor olmak için çok cesaretsiz olduğum için de kafamı kitaplara daha çok gömebildim sadece.

Televizyonun başında oturup kimin ölüp kimin hayatta kalacağına karar veren birinden yola çıkarsak eğer bugün geldiğim nokta göz yaşartıcı (göz yaşartıcı ; her iki anlamda da : düz-anlam ve aktif-metaforik)

Günler boyu acı çeken bir insanın parmaklarından akıttıklarını okudunuz ve ben şimdi bu yazının sonuna geldiğimi hissediyorum.

Göz kamaştırıcı deyimler yok-Heyecandan gözlerinizi açacak bir haber yok-Sanat yapmak için kasılmış bir yazarın karın ağrıları yok

Hep böyle bir son yazmak isterdim :

SON

"Belki de hayat bitti sandığın anda herşeyin yeniden başlamasıdır ?"

Sürpriz yok.Bu yazı bitti ve bir daha başlamayacak.Beni zorlamayın.Son bir ifade ise istediğiniz ; hayatımın kısa ve öz bir anlamına rasladım bugünlerde , belki birşeyleri anlamanıza yardımcı olur.

"Dünyadaki varlıkları benimkini etkilemiş , benimkinden etkilenmiş herkesim.Bu dünyaya gelmeseydim vuku bulmayacak , ben gittikten sonra olan herşey benim.Beni anlayabilmek için bir dünyayı yutmanız gerekecek."

Salman Rushdie - Geceyarısı Çocukları

5 Mart 2007 Pazartesi

Gece, ayın karanlık yüzüyle aynı ölçeğe sahip simsiyah bir harita gibi üzerimizi kaplayıp ruhlarımıza yakışan elbiseleri giydirirken, etrafımdaki yüzlerde karanlık bir heves, bir dışavurum sezdim. Endişeli ve yorgun bakışlar, karanlıkla birlikte kötücül gülümsemelerle yer değiştirdi. Sigara pakedine giden elim, eski yunan gravürlerinden fırlamış gibi bembeyaz görünen bir meleğin sevgi dolu dokunuşuyla düştü. Etrafıma baktım, sis inmediği için bana ve kurtlara göre henüz tamamlanmamış olan gecenin ortasında; kim bilir nereden gelmiş onlarca bezgin insanla çoktan yıkılmış bir tapınağın sunağını andıran merdivenlerde otobüs bekliyordum.

Yerimi alıp her zamanki koltuğuma yerleştiğimde, bakış açım daha da daralmıştı; otobüsün dar ve saçma bir şekilde metalik kaplamalarla döşeli koridoru, insanların neden çıkmakta hevesli olduklarını bir türlü anlayamadığım bir merdiven, kirli camlar ve benimkiyle doksan derecelik bir açı oluşturan boş koltuk.

Otobüs yolculukları eğlenceli değildir, bu konuda ilk otobüslerin üretilmesinden bugüne değişen bir nokta olduğunu sanmam. Asıl olanın varacağı yer değil , yolculuğun kendisi olduğunun farkına varan - ya da varmak isteyen - çok az insan var dünyada, yüzler hep düşmüş, sıkılgan, anlamsız. Gözleriyle gözleriniz arasında ışıktan bir köprü kurabilmeye cesareti olan, ve daha da önemlisi bunu seven bir insanı bıraktıktan sonra, başınıza gelebilecek en kötü şey kısacası; bir anlamdan, sıfır anlamsızlığa sürüklenmek.

Otobüs yolculukları eğlenceli değilse bile, zorunludur. Arkanıza yaslanır, etrafınızdakilere şizoid bakışlar atmaktan kaçınır ve sabredersiniz. Işığı geçirebilecek kadar temiz camlar; böyle durumlarda hayat kurtarabiliyor.

Önümdeki boş koltuğa bir kadın oturdu, ve bugüne kadar hiçbir koltuğun böylesine bir ağırlığı taşıyabileceğini düşünmemiştim. Dikkatimi çeken ilk şey, ayakkabılarıydı. Benim eski, daima kirli ve - ömrünün son döneminde - bağcık yerleri yırtık spor ayakkabılarımın aynısını giyiyordu. Daha eskisini, daha temizini, ve daha az yırtık olanını tabi. Başında eski bir başörtü, üzerinde dirsek yerleri bembeyaz bir deri ceket vardı, ceketin sırtındaki beyaz sıyrıklar bana hep hızlı, dikkat etmeden yürüdüğünü düşündürdü. Aceleyle, sanki hep yetişmesi gereken bir yer olmuş; ve asla yetişememiş gibi. Ancak daima geç kalan insanlar böyle düşük omuzlara sahip olurlar.

Yüzü, her geç kalışında bir kırbaç yemiş gibi çizgi çizgiydi, oturduğu andan itibaren inene kadar bana doğru bir an bile dönmedi. Gözleri yoldaydı hep, karanlık bir bulut gibi belirsiz olan ufuğu izledi. Otobüs büyük bir hızla İstanbul'un tepelerini, caddelerini aşarken içi içine sığmadan oturdu yerinde. Sabırsızlığı nefesimi daraltıyor, bugüne kadar tüm ömrünü hayatının her gününe asla yaşayamayacağı hayallerı sığdırmaya çalışarak geçirdiği fikri mideme tarifsiz ağrılar saplıyordu.

Nereye gidiyordu ? Kime ?

Ben şarkı değiştirirken kalktı yerinden, sanırım Fındıkzade'deydik, Duracak düğmesine basmadan önce birkaç saniye düşünüp belli belirsiz gülümsedi; sonra tekrar oturdu. Yavaşça verdim ciğerlerimde biriken nefesi, inecek diye çok korkmuştum. İtiraf etmeliyim ki, yol boyunca parıldayan bir melek yaralı kanatlarıyla bana dağlar, denizler, köprüler ötesinden dokunmasaydı kesinlikle ondan önce inerdim. Cevabı kendi ellerimle reddetmek, her zaman icin cevapsızlıktan daha az acı verir insana. En azından bana öyle oluyordu.

Hızlı gidiyorduk, ben oturduğum koltukta güvende olsam bile otobüsün dışında yanımızda koşmakta olan ruhum defalarca ezilme tehlikesi geçirdi, eski binalara, genelevlere, hastanelere, tapınaklara çarpmaktan bakışlarımı son anda yere indirmemle kurtuldu. Silik yüzler gördüm dışarıda, kendinden emin, kusursuz ve asla varolmayan insanların suretlerinin sindiği billboardlar, sanki sakız çiğneyip kocaman balonlar yapmak Che Guevara tisörtleri giymek gibi bir kimlik etiketiymişcesine kendinerini sakız çiğneyip kocaman balonlar yapmak zorunda hisseden fahişeler, otobüsü kaçırıp ardından da Don Kişot'un yeldeğirmenlerine saldırması gibi öfkeyle küfür eden sakallı adamlar. Hepsi de bezgin, hepsi de içine girdikleri ormanda kaybolmuş; yere attıkları son ekmek kırıntıları çoktan leş kargaları tarafından yenmiş bir sürü ruh.

Tekrar derin bir nefes alıp kafamı kadına doğru çevirdim, hala yerinde kıpırdanmaya devam ediyordu. Askerdeki oğlunu getiren gemi limana yanaşıyormuş gibi, kocasını Almanya'dan getiren tren perona girmiş gibi, yeni doğmuş torununu ona getiren hemşirenin ayak sesleri koridorda yankılanmaya başlamış gibi ürkek ve heyecanlıydı. Omuzları nefes alıp verdikçe inip kalkıyor, ama daima çökük kalıyordu. Ruhumu tekrar otobüsün içine çekebilecek kadar derin nefes alabilseydim, belki o yükün altına girip, elektrik verilmişcesine sıkılı olan dişlerimin arasından ona "Kaç buradan!" diye fısıldayabilirdim.

Yapmadım. Yerimden ona çarpmamaya dikkat ederek kalktım, düğmeye bastım ve paltomun düğmelerini iliklemeye başladım. Otobüs durağa yaklaştıkça melekler binaların etrafında dönerek alçalıyordu, çan seslerini duyabiliyordum, seferden tırnaklarındaki çamuru temizlemeden dönmüş yorgun bir asker gibi savsakça kapıya yanaştım.

Kapılar açıldı, ve kadın benden önce fırladı aşağıya. İndiğim sıra önümde durup etrafına baktı, ve durağın yanında bekleyen polis arabasına doğru koştu. Arabanın camına sertçe vurup, camı açmalarını istediğini gördüm, merdivenleri çıkarken elim sigara pakedime gitti.

Meleğim bana gülümsüyordu. Gülümsedim, bir sigara yaktım.

Sis inmeye başlamıştı. Belki de ben sigara dumanını biraz abartmışımdır, tam olarak bilemiyorum.