$2.99

29 Nisan 2007 Pazar

Mektup

Ankara'daki kardeşlerim!

14 Nisan'da, Tandoğan'da olamadık. Özür dileriz.

Bunu telafi edebilmek için, kendinizi yalnız hissetmemeniz için yapabileceğimiz tek birşey vardı; bugün onu yaptık.

4 Milyon insan, 4 milyon yurttaş; Çağlayan meydanındaydık bugün. Elimizde bayraklarımız, dilimizde şarkılar, omuz omuza yürüdük.

Anlayacağınız; biz de buradayız. Yalnız değilsiniz.

..

İzmir, Sıra sende ! Başını göğe dikip, elini kaldırırsan; biz de orada olacağız !

28 Nisan 2007 Cumartesi

Agresifliğin Mimarisi Hakkında Söylenmiş En Yavan Söz - Ya da Dilimlenmiş Bir Bulutu Servise Hazır Hale Getirmenin 108 Değişik Yolu

Bir bira olsa şimdi , ne güzel olurdu. Hem böylece şu bunaltıcı sıcaklığın pençesinden kendimi birkaç dakikalığına çıkartabilirdim.

Ne kadar güzel oldu bugün, ne iyi yaptım kendimi böyle daha önce hiç görmediğim yerlere vurarak. Güneş göz çukurlarımın en derin köşelerini dahi dolaşıyor, korkmuyorum ona bakarken. Simsiyah gözlükler var gözümde, güneşle aramıza girip, gözlerimi yakabilmesini sağlayacak ilişkimizi altüst ediyorlar. İyi ki varlar.

Biranin iştahıma pazarlanması görevi tabii ki her zaman olduğu gibi sigaraya ait olurdu, bir sigara yakıp dumanı hızla ciğerlerime doldururdum. Nefes al, nefes ver; nefes al, nefesi burnundan ver. İnsanlar niye burunlarından verirlerse dumanı, cool göründüklerini mi düşünüyorlar acaba. Kim bilir, belki ben de öyle düşünüyorumdur. Yoksa cool görünmüyor muyuz ?

Buradan ne kadar güzel görünüyor şehir; daha önce hiç dikkat etmemiştim. Başkalarına da oluyor mu acaba, yıllarca yaşadıkları şehirde, bir gün; daha önce hiçbir yere bakmadıklarını farkediyorlar mi ? Yıllarca yürüdüm buralarda, ama bir an bile kafamı kaldırıp etrafıma bakmadım. Şu ilerideki büfede ne satıyorlar, şu pastanenin adı ne, şu lokanta en güzel hangi yemeği yapıyor; neden öğrenmedim ben ?

Belki de hiç ihtiyacım olmadığı içindir. Büfeden en fazla su almışımdır, pastaneye sürekli olarak kilo problemi yaşadığını düşünen - ve hatta yaşayan , ama bunu içten içe asla kabullenmeyen - bir insan olarak muhtemelen hiç girmemişimdir, lokantaya ise asla girmediğimi biliyorum ; tek başıma yemek yiyemem ben böyle yerlerde. Herkes beni izliyormuş gibi gelir , hareketlerimi düzenlemeye, onların yadırgamayacağı şekle sokmaya çalışırım. Hiç de bir bok anlamam yediğimden, hızla yerip kalkarım. İyi ki girmemişim o lokantaya; amma sıkıntı verici olurmuş benim için. Beklemem gerekir, bu yüzden dışarıda bir yerde beklerim; dolaşırım, caddelerde anlamsızca yürüyüp, vaktimi idareli kullandığıma inandığımda yolun ortasında çaktırmadan durur, birşey düşünüyormuş gibi yapar, ondan sonra herkesin benim neden geri döndüğümü merak ettiğine dair çok sağlam kuşkular taşıyarak geri dönerim.

İşe yarar ama, böyle beklediğimde de zaman geçiyor, hem de bir yere oturduğumda geçeceğinden daha hızlı. Komik aslında, yürürken etrafına bakmak gibi huyları olmayan bir adam, vaktini yürüyerek geçiriyor.

Ee, ne yapıyorum ki ben yürürken ?

Düşünüyorum. Sistematik olmayan, düşünce gücünün yüzde seksene yakınını harcayan bir düşünme tarzıyla düşünüyorum. Bir an aklım Edgar Allan Poe'dayken, bir an sonra güneşin neden gözüme girmekte bu kadar ısrarcı olduğuna takılırım, birkaç saniye sonra yapmam gereken şeyler gelir aklıma; gitar çalışmalıyım derim, neden gitar çalışmadığımı düşünürüm, tam bir sonuca varacakken önümden geçen çöpçüye şizoid bakışlar atıp görevi çöp toplamak olan bir insanın tüm sokaklar tertemiz olsaydı tatmin hissedip hissetmeyeceğine kafa yormaya başlarım.

Düşünürüm, hiçbirinde de bir sonuca varamam. Bir keresinde düşünme sistemimi zihnimi verimli kullanabilmek için başı ve kıçı belli bir hale oturtmayı düşünmüştüm; onun da yarısında başka şeylere kaydı aklım. Vazgeçtim anlayacağınız.

Çabuk mu vazgeçiyorum acaba ben ?

Arada çok ince bir çizgi var ama; tam zamanında vazgeçmek öyle zor ki. Mesela, otobüse mi; yoksa dolmuşa mı bineceğim. Hadi bakalım, olayı oyun teorisi ve kaos denklemleri açısından ele alıp , ikisinden birini seçmekle; anında sebepsiz bir biçimde karar vermek arasında bir fark var mı, yok. Ee, niye düşünüyorum ki o halde, uzun uzadıya analizler yapıyor, ve hep de aslında yapmamın mantıklı olduğu seçenek dışındakini seçiyorum. Sanırım üzerinde daha çok düşünerek bulduğum; hep doğruymuş gibi geliyor. Öyle değil galiba.

Vazgeçmek diyorduk; benim yaptığım tam olarak vazgeçmek sayılmaz. Bir keresinde annekoma mektup yazmıştım Bursa'dayken; mektubu postaya vermeden önce günlerce düşündüm; "Bu mektubu göndererek onu bana cevap yazma zorunda bırakıyor muyum acaba?" diye. Hiçbir şeyi zorlamak istemiyorum, istemiyor muyum; yoksa bunu yapmak tembelliğime mi sığmıyor; ondan emin değilim. - Cevaplanmamış bir mektup; ikili bir sistemde diğer parçasından mahrum kaldığı için aslında hiç yazılmamış kabul edilebilir önermem, o günlere aitti galiba. -

Vazgeçiyorum evet, çabuk teslim oluyorum. Bu kötü bir özellik. Yenmem gereken bir özellik.

Yenmem gereken özelliklerimi de düşünmeye çalıştım birkaç kez; aptal eğitim sistemimizin bir getirisi olarak bunlari ciddi bir liste yapmayı planlamıştım, bu düşünce de yarısında kim bilir nasıl bir saçmalığın zihnime girmesiyle kesildi. Otobüslerde neden insanların son durakta inecek olmalarına rağmen kapının önünde dikildikleri, ya da asansörlere neden herkesin kıçını kenara dayayabileceği şekilde bindiği gibi birşeydi sanırım düşündüğüm; onda da bir sonuca varamamıştım. Bu iki sorunsal, hala yer yer zihnimi meşgul ediyor.

Tarot olayında vazgeçmiş miydim mesela? Kaç ay oldu, bir beş-altı ay oldu herhalde; bir tarot destesi aldım kendime. Amacım tarotta uzmanlaşmak, son derece deruni bir şekilde fal bakabilmekti. Niye, hiç; sırf CV'sine ekleyebilmek için eğitimlere giden insanlar gibi ben de böyle bir özelliğim olsun istemiştim. Fal bakabilmek eğlenceli görünüyordu; desteyi alırken kendimi karanlık ve sadece birkaç mumun yandığı bir odada tek başıma fal bakarken hayal ettiğimi hatırlıyorum. Bir oyuncakçıdan almıştım desteyi, böyle hayaller kurmak için çok boktan bir ortamdı. Neyse, desteyi aldım, içinden bir de kitapçık çıktı. Tarot'un tarihçesi şudur, kağıtların anlamları budur; şöyle fal bakılır tarzı bir sürü şey anlatan; ve tüm bunları asla insanın zihninde kalmayacak bir şekilde anlatabilmeyi başaran bir kitapçıktı. Gündüzdü, hatırlıyorum, sanırım bir cumartesi öğleden sonrası. Salonda oturup elime aldım desteyi, kitapçığı baştan sona okudum; ve ondan sonra kağıtlara alışmak için tek tek resimlere bakmaya başladım.

Orada da bir resme daldım, bir-bir buçuk saat kadar o resme baktıktan sonra bıraktım desteyi. O gün bugündür elime henüz almış değilim, başucu rafımdaki kitapların arasında duruyor. "Tarot : Classic Rider Waite" yazıyor ahşap kutusunda; ne demekse. Kutusu güzel ama, bir sürü şey konulabilir içine.

O kitap rafı mesela, bu rafı bir ara o kadar sık düzenliyordum ki; kitaplar benim kazandırdığım ivmeyle bir süre sonra kendi kendilerine yörünge çizip hareket etmeye başlıyorlardı. Son zamanlar okumuyorum pek, okunacak kitap yok ki içlerinde. "Toplum Bilimlere Giriş" diye bir tuğla vardı mesela aralarında, üzerinde hiç yoksa bir parmak toz vardır. O kadar eski ve demode bir kapağı var ki, kaçınıyorum onu okumaktan. Okuyacak olursam da baştan başlıyorum zaten "Arada geçen zamanda unutmuşumdur kesin buraları." diye; 5 senedir bende kitap ve 100 sayfa kadar ilerleyebildim. Wilfredo Pareto diye bir sosyolog bulmuştum bu kitap sayesinde; seçkin sınıfların yükseliş ve çöküşlerine dair birşeyler gevelemiş, bu konuda bir iki kitap yazdıktan sonra da ölüp gitmiş bir adamcağız. İktisatçı mıymış neymiş aynı zamanda.

Şu karşıdaki bina otel mi ? Herhalde oteldir ; hiçbir insan aylarca, yıllarca her gece içinde uyuyacağı bir binayı böylesine sevimsiz yapamaz.

Güneşin böyle bulutların arkasına girdiği anları seviyorum, hafif bir de rüzgar eserse gözlerimi kapatabilirim.

Rüzgar , ne güzel. Kapattım bile gözlerimi.

Kapatmasa mıydım ? Acaba önümden geçen insanlar ne düşündüler ?

Bira mı şuradaki ? Vallahi de bira.

27 Nisan 2007 Cuma

Pasolini

"Mehmetçik Avrupa'da" diye bir kitap var, 1.Dünya savaşında Galiçya'da çarpışan Türk askerlerinin oradaki hayatlarını anlatan bir kitap.

Orada efsane bir hikaye vardır; askerler cinsel ihtiyaçlarını gidermek için geneleve giderler. E tabi , usül olsun, tavır olsun; buraya göre biraz farklı olduğu için hayat kadınları bizimkilere hayatlarında hiç görmedikleri gibi davranırlar..Genelev çıkışında askere sorar çavuşu; nasıldı diye.

"S.keyoom, S.keyoom, emme; datsız!" der asker cevaben.

İşte Türk sinema seyircisi de yıllardır düzer pasolini'yi, tat almaz, ne yaptığını da bilmez, ama olsun. Maksat namı yürüsün.

Bunu başlığı parsellemek için yazıyorum, daha devamı gelecek. Henüz hiç ifade etmedim kendimi..
Geldik, yazıyoruz.

Tabi buraya çıkmak böyle kolay olmadı, ilkokul kompozisyonlarından beri parasız yazı yazmıyorum ben.

Bu blogda arz-ı endam eden Arifoglu ismiyle maruf dingil; bana ne kadar etkileyici bir sitesi olduğunu gösterebilmek için; Google Analytics istatistiklerini gönderdi. Sitesini günde şu kadar kişi dolaşıyormuş, şu kadar ülkeden ziyaretçisi varmış, şu kadar süre kalıyorlarmış ; bir sürü saçmalık. Bunları anlatırken de bir taraftan çocuk gibi seviniyor.

"Ee?" dedim, "Ne bok arıyor bu insanlar senin yazdıklarının arasında?"

Google'da en çok aranan keywordlerini gösterdi bana. Hıncal Uluç diye, hem kel, hem basiretsiz, hem de kaypak bir köşe yazarı var, onun hakkında yazdığı bir yazıda tecavüz kelimesini kullanmış bizim oğlan;

Böyle olunca, günlük olarak sitesine giren insanlarin yüzde doksanı , Google'a "Tecavüz", "Tecavüz etmek" , "Tecavüz sahnesi" gibi kelimeler arayan insanlar oluyormuş.

Şimdi , bunu anlayamadığımı söylesem, yalan olacak. Ama anladığımı söylemek de, içimde barınmakta olan insana hakaret değil mi ?

Bu bir avuç olduklarını ümit ettiğim orospu çocuklarına sesleniyorum; size hiç tecavüz ettiler mi ?

Neden bu kadar keyif alıyorsunuz bundan, tatlı bir gülümsemeyle birlikte sahip olmadığınız şeyleri gözyaşı ve kanla almak bu kadar mı hoşunuza gidiyor ?

Varolmadığınızı böylesine derin nasıl farkettiniz, gerçekten birer insan, birer erkek olmadığınızı ?

Gidin kendi pis yastıklarınıza boşaltın cerahatlerinizi, burada bir adamın kalbinden söküp yanyana dizmeye çalıştığı kelimeleri parmaklarınızı yalayıp sayfaları çevirir gibi kirletmeyin.

O olsa "Lütfen," derdi; ama ben çok farklı şeyler söyleyebilirim.

Bu ilk uyarımdı.

Nasıl ?

Ne yapmak gerekli ?

Sakin olmak mı gerek, yoksa kendimizi öfkenin tatlı kollarına bırakıp çığlıklardan oluşan bir nehirde boğulmadan nefes almaya çalışmak mı ?

Gülümsemek mi gerek, yoksa çok acı çektiğini insanlara hissettirecek kadar sık yüzünü asmak mı ?

Üzmek mi gerekir; kandırılmışların çirkin gülümsemeleriyle söyledikleri gibi, degerli olabilmek için, yoksa tüm varlığınla sevmek mi ?


Hiçbir şey bilmiyorum ben hayata dair, kimse birşey öğretmedi bana.

Hiç görmedim ben, yaşamadım. Nefes aldım , ama kimse şahit olmadı buna.

Gözlerim ellerimde, çığlık çığlığa bağırıyorum siz kendinizi nefessiz bırakmaya çalışırken.

Karanlıktayım, hep karanlıktaydım; konuşuyor olmam çıktığımı düşündürmesin size.

Oradan sesleniyorum.

Duyuyor musunuz ?

Var mısınız ?

Gerçek misiniz ?


Hoşgeldim.

19 Nisan 2007 Perşembe

Zihinle dokunulabilecek hiçbir noktası olmayan , dolu görünüşü kullanılmış bir prezervatifinkine eşdeğer anlamsız hayatlarınızı son derece boş bulduğumu söylersem, düzmeye çalıştığınız her ruhun tırnaklarını geçirmesiyle iyiden iyiye hasadı yeni kaldırılmış; üzerinde leş kargaları uçuşan boz bir tarlayı andırmaya başlayan ikinci el suratlarınıza tükürmüş sayılır mıyım ?

Sizler, bu dünyanın kullanılmış hücreleri, hayatlarınızı kıçınıza batmasına aldırmadığınız öküz boynuzlarının üzerine oturarak keyifli bir uyuşuklukla geçirmeye alışmış sizler;

Gerçeği algılamada gözlerinizin rüzgarın okşamakta olduğu çimenlerin arasından sertçe koparılmış bir buğday tanesi kadar kıymeti olmadığını ne zaman anlayacaksınız ?
Bilmekten vazgeçtiğimden beri, aptallar yönetiyor beni.
Kafanı eğ.

Mavi ışıklar üzerindeyken, ve boğucu gürültünün içerisinde sessiz olan tek varlık sen kaldığında;

Gözlerini aç.

Şöyle bir bak etrafındaki aptallar ordusuna, gülümsemeyi ihmal etme.

Uzakta olsan hepsinden, ne kadar mutlu olurdun düşün.

Hepsinin uzağında, ne kadar sessiz olurdu hayatın; en fazla kumsala vuran dalgaların ve sevgilinin kalp atışlarının sesi dalgalanırdı kulaklarında.

Kapat gözlerini.

Kafanı kaldır.

Ve bağır.

Bağırabildiğin kadar.

Bir kere yaptın. Bir daha yapabilirsin.

Ara.

Çökmüş olanı, yıkılmış olanı ara.

Seek Hallowed Land.
Her yeni güne, bir ömür sığdırmaya çalışmak; kaderin bizi görüp tüm planlarımızı altüst etmesi için kafamıza kocaman neon ışıklar takmak mıdır ?

Belki yoruluruz, belki canımız acır;

Ama tüm varoluşun karanlık kanatlarını üzerimizden silkeleyip "Sikerim böyle işi" diyip, her güne yeni bir hayat gibi başlamak; kısacık bir sözün içerisinde sadece bir hatıra olarak kalmaktan iyidir.

Ben böyle düşünüyorum. Nick Holmes da böyle düşünüyor sanırım.
Aptallar beni yönettiğinden beri ; artık bilmeye ihtiyacım yok.
you'd love to be so far away
it's not a long way to go, it's gonna end in your pain
greet open handed stranger
create the turmoil, you're not sane
i want the last one to go to embers will revive,
so stay

you want to live a life time each and every day

you've struggled before, i swear to do it again
you've told it before till i, until i'm weakened and sore

seek hallowed land

you'd love to see right through my veins
the pale reflection tells all, predomination's sustain
crawl over land or mountain in
sight the ultimate escape
a silhouette subsiding, enticed unable to relate

you want to live a lifetime each and every day

you've beckoned before, you'll never do it again
you've prayed before who are the prayers for

beg one the fools that lead me - i need not to know
accept reclining spirit i need to endure
you try to live a lifetime each and every day
in this short time of promise, you're a memory...

8 Nisan 2007 Pazar

Karanlık üzerine gelirken; arkasını dönmeye yeltenir insan içgüdüsel olarak. Korkar, belki haklı; belki haksızdır. Ama korkar. Korkularınızın da, sizde barınamayacaklarını anladıkları zaman, geceleri usulca bedeninizden ve ruhunuzdan çıkıp kaçmak gibi bir huyları vardır.

Ya korkmazsa ?

Ya dimdik ayakta durup, geçmişin tüm çığlıklarını göğsüyle durdurmayı denerse ? "Buradan ileriye geçemezsiniz!" diye bağırıp, ellerini güneşin doğup battığı yerlere doğru açarsa ? Sahip olduğu şeylere sımsıkı sarılıp, kollarına geçen paslı tırnak izlerini gülümseyerek kapatmayı denerse ?

Sırtını dönmezse yani; bugüne kadar yapılmış olandan farklı davranırsa ?

Kaçmazsa, sahip çıkarsa ?





Başaramazsa, bunu zaten anlayacaktır.

Ama başarırsa; kendi rüyasının gerçeği haline gelir. Kendi gerçeğini rüyasına çevirir.

Ve işte o zaman; yaşamı yaşamaya değer bir hal alır.