Bir bira olsa şimdi , ne güzel olurdu. Hem böylece şu bunaltıcı sıcaklığın pençesinden kendimi birkaç dakikalığına çıkartabilirdim.
Ne kadar güzel oldu bugün, ne iyi yaptım kendimi böyle daha önce hiç görmediğim yerlere vurarak. Güneş göz çukurlarımın en derin köşelerini dahi dolaşıyor, korkmuyorum ona bakarken. Simsiyah gözlükler var gözümde, güneşle aramıza girip, gözlerimi yakabilmesini sağlayacak ilişkimizi altüst ediyorlar. İyi ki varlar.
Biranin iştahıma pazarlanması görevi tabii ki her zaman olduğu gibi sigaraya ait olurdu, bir sigara yakıp dumanı hızla ciğerlerime doldururdum. Nefes al, nefes ver; nefes al, nefesi burnundan ver. İnsanlar niye burunlarından verirlerse dumanı, cool göründüklerini mi düşünüyorlar acaba. Kim bilir, belki ben de öyle düşünüyorumdur. Yoksa cool görünmüyor muyuz ?
Buradan ne kadar güzel görünüyor şehir; daha önce hiç dikkat etmemiştim. Başkalarına da oluyor mu acaba, yıllarca yaşadıkları şehirde, bir gün; daha önce hiçbir yere bakmadıklarını farkediyorlar mi ? Yıllarca yürüdüm buralarda, ama bir an bile kafamı kaldırıp etrafıma bakmadım. Şu ilerideki büfede ne satıyorlar, şu pastanenin adı ne, şu lokanta en güzel hangi yemeği yapıyor; neden öğrenmedim ben ?
Belki de hiç ihtiyacım olmadığı içindir. Büfeden en fazla su almışımdır, pastaneye sürekli olarak kilo problemi yaşadığını düşünen - ve hatta yaşayan , ama bunu içten içe asla kabullenmeyen - bir insan olarak muhtemelen hiç girmemişimdir, lokantaya ise asla girmediğimi biliyorum ; tek başıma yemek yiyemem ben böyle yerlerde. Herkes beni izliyormuş gibi gelir , hareketlerimi düzenlemeye, onların yadırgamayacağı şekle sokmaya çalışırım. Hiç de bir bok anlamam yediğimden, hızla yerip kalkarım. İyi ki girmemişim o lokantaya; amma sıkıntı verici olurmuş benim için. Beklemem gerekir, bu yüzden dışarıda bir yerde beklerim; dolaşırım, caddelerde anlamsızca yürüyüp, vaktimi idareli kullandığıma inandığımda yolun ortasında çaktırmadan durur, birşey düşünüyormuş gibi yapar, ondan sonra herkesin benim neden geri döndüğümü merak ettiğine dair çok sağlam kuşkular taşıyarak geri dönerim.
İşe yarar ama, böyle beklediğimde de zaman geçiyor, hem de bir yere oturduğumda geçeceğinden daha hızlı. Komik aslında, yürürken etrafına bakmak gibi huyları olmayan bir adam, vaktini yürüyerek geçiriyor.
Ee, ne yapıyorum ki ben yürürken ?
Düşünüyorum. Sistematik olmayan, düşünce gücünün yüzde seksene yakınını harcayan bir düşünme tarzıyla düşünüyorum. Bir an aklım Edgar Allan Poe'dayken, bir an sonra güneşin neden gözüme girmekte bu kadar ısrarcı olduğuna takılırım, birkaç saniye sonra yapmam gereken şeyler gelir aklıma; gitar çalışmalıyım derim, neden gitar çalışmadığımı düşünürüm, tam bir sonuca varacakken önümden geçen çöpçüye şizoid bakışlar atıp görevi çöp toplamak olan bir insanın tüm sokaklar tertemiz olsaydı tatmin hissedip hissetmeyeceğine kafa yormaya başlarım.
Düşünürüm, hiçbirinde de bir sonuca varamam. Bir keresinde düşünme sistemimi zihnimi verimli kullanabilmek için başı ve kıçı belli bir hale oturtmayı düşünmüştüm; onun da yarısında başka şeylere kaydı aklım. Vazgeçtim anlayacağınız.
Çabuk mu vazgeçiyorum acaba ben ?
Arada çok ince bir çizgi var ama; tam zamanında vazgeçmek öyle zor ki. Mesela, otobüse mi; yoksa dolmuşa mı bineceğim. Hadi bakalım, olayı oyun teorisi ve kaos denklemleri açısından ele alıp , ikisinden birini seçmekle; anında sebepsiz bir biçimde karar vermek arasında bir fark var mı, yok. Ee, niye düşünüyorum ki o halde, uzun uzadıya analizler yapıyor, ve hep de aslında yapmamın mantıklı olduğu seçenek dışındakini seçiyorum. Sanırım üzerinde daha çok düşünerek bulduğum; hep doğruymuş gibi geliyor. Öyle değil galiba.
Vazgeçmek diyorduk; benim yaptığım tam olarak vazgeçmek sayılmaz. Bir keresinde annekoma mektup yazmıştım Bursa'dayken; mektubu postaya vermeden önce günlerce düşündüm; "Bu mektubu göndererek onu bana cevap yazma zorunda bırakıyor muyum acaba?" diye. Hiçbir şeyi zorlamak istemiyorum, istemiyor muyum; yoksa bunu yapmak tembelliğime mi sığmıyor; ondan emin değilim. - Cevaplanmamış bir mektup; ikili bir sistemde diğer parçasından mahrum kaldığı için aslında hiç yazılmamış kabul edilebilir önermem, o günlere aitti galiba. -
Vazgeçiyorum evet, çabuk teslim oluyorum. Bu kötü bir özellik. Yenmem gereken bir özellik.
Yenmem gereken özelliklerimi de düşünmeye çalıştım birkaç kez; aptal eğitim sistemimizin bir getirisi olarak bunlari ciddi bir liste yapmayı planlamıştım, bu düşünce de yarısında kim bilir nasıl bir saçmalığın zihnime girmesiyle kesildi. Otobüslerde neden insanların son durakta inecek olmalarına rağmen kapının önünde dikildikleri, ya da asansörlere neden herkesin kıçını kenara dayayabileceği şekilde bindiği gibi birşeydi sanırım düşündüğüm; onda da bir sonuca varamamıştım. Bu iki sorunsal, hala yer yer zihnimi meşgul ediyor.
Tarot olayında vazgeçmiş miydim mesela? Kaç ay oldu, bir beş-altı ay oldu herhalde; bir tarot destesi aldım kendime. Amacım tarotta uzmanlaşmak, son derece deruni bir şekilde fal bakabilmekti. Niye, hiç; sırf CV'sine ekleyebilmek için eğitimlere giden insanlar gibi ben de böyle bir özelliğim olsun istemiştim. Fal bakabilmek eğlenceli görünüyordu; desteyi alırken kendimi karanlık ve sadece birkaç mumun yandığı bir odada tek başıma fal bakarken hayal ettiğimi hatırlıyorum. Bir oyuncakçıdan almıştım desteyi, böyle hayaller kurmak için çok boktan bir ortamdı. Neyse, desteyi aldım, içinden bir de kitapçık çıktı. Tarot'un tarihçesi şudur, kağıtların anlamları budur; şöyle fal bakılır tarzı bir sürü şey anlatan; ve tüm bunları asla insanın zihninde kalmayacak bir şekilde anlatabilmeyi başaran bir kitapçıktı. Gündüzdü, hatırlıyorum, sanırım bir cumartesi öğleden sonrası. Salonda oturup elime aldım desteyi, kitapçığı baştan sona okudum; ve ondan sonra kağıtlara alışmak için tek tek resimlere bakmaya başladım.
Orada da bir resme daldım, bir-bir buçuk saat kadar o resme baktıktan sonra bıraktım desteyi. O gün bugündür elime henüz almış değilim, başucu rafımdaki kitapların arasında duruyor. "Tarot : Classic Rider Waite" yazıyor ahşap kutusunda; ne demekse. Kutusu güzel ama, bir sürü şey konulabilir içine.
O kitap rafı mesela, bu rafı bir ara o kadar sık düzenliyordum ki; kitaplar benim kazandırdığım ivmeyle bir süre sonra kendi kendilerine yörünge çizip hareket etmeye başlıyorlardı. Son zamanlar okumuyorum pek, okunacak kitap yok ki içlerinde. "Toplum Bilimlere Giriş" diye bir tuğla vardı mesela aralarında, üzerinde hiç yoksa bir parmak toz vardır. O kadar eski ve demode bir kapağı var ki, kaçınıyorum onu okumaktan. Okuyacak olursam da baştan başlıyorum zaten "Arada geçen zamanda unutmuşumdur kesin buraları." diye; 5 senedir bende kitap ve 100 sayfa kadar ilerleyebildim. Wilfredo Pareto diye bir sosyolog bulmuştum bu kitap sayesinde; seçkin sınıfların yükseliş ve çöküşlerine dair birşeyler gevelemiş, bu konuda bir iki kitap yazdıktan sonra da ölüp gitmiş bir adamcağız. İktisatçı mıymış neymiş aynı zamanda.
Şu karşıdaki bina otel mi ? Herhalde oteldir ; hiçbir insan aylarca, yıllarca her gece içinde uyuyacağı bir binayı böylesine sevimsiz yapamaz.
Güneşin böyle bulutların arkasına girdiği anları seviyorum, hafif bir de rüzgar eserse gözlerimi kapatabilirim.
Rüzgar , ne güzel. Kapattım bile gözlerimi.
Kapatmasa mıydım ? Acaba önümden geçen insanlar ne düşündüler ?
Bira mı şuradaki ? Vallahi de bira.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder