Gece güne bir havuz dolusu ışığın içine dökülmüş çamur gibi karışıyor, yapış yapış sıcakla birlikte. Geceyi çekiyorum içime, doldurmuyor bir türlü ciğerlerimi. Kızgın tanrılar alınlarındaki teri bıkkınlıkla silerken, bizi serinletecek yağmur damlalarını bulutlardan düşmeden avuçlarına alıyorlar.
Işıl ışıl dünya, çatapatlar gibi gökyüzündeki yıldızlar. Öyle ya da böyle, herkesin üzerinde bir anıya sahip olduğu mavi gezegen, utanmazca dönüşünü sürdürüyor beş yıldır.
Yaz geldi yine, hissediyor musun ? Neler olurdu yaz gelince; düşünüyorum, hava ısınırdı, daha az yağmur yağar, ben daha çok terlerdim. Güneşli günlerde sokakta koşturmak daha eğlenceli gelirdi, ufak dünyamda maceralar aramak, odama kapanıp hiç gitmediğim yerlerin, hiç söylemediğim sözlerin hayalini kurmak.
Bir sürü meyve tezgahlarda görünürdü yaz gelince, hangileri olduğunu aklımda tutacak kadar dikkat etmedim hiç; çünkü yazın gelmesi demek seninle daha çok vakit geçirebileceğim anlamına gelmezdi hiç.
Yine olmazdın sen, yine çok çalışıyor olurdun. Hava bu kadar sıcakken üstelik, şehir naylon bir çorap gibi kafamıza geçmişken.
Ben neler yapardım yazları? Denize girerdim belki, yazlıkta değil işte olurdun sen. Pikniğe giderdim ailenin geri kalan kuru kalabalığıyla, çok şanslıysam akşamüstü uğrardın sen. Koltuğunun altında Cumhuriyet gazetesi, bulmaca sayfası üstte kalacak şekilde katlanmış, ve bulmacası çözülmüş. Bir gazetenin balkon masasının üzerinde durması ne kadar anlamlı olabilir ki bir insan için ?
Okurdum hevesle hepiniz yattıktan sonra, seninle eve girdiği için bir değeri olduğuna inanırdım. Tıpkı o yaz gecesi benim için alıp getirdiğin Örümcek Adam gibi, Çağlayan gibi bir yerde onu bulma olasılığının olmadığını şimdi anlıyorum; nereden almıştın onu ? Taksim'den mi yoksa, yoksa daha uzaktan mı ?
Benim istediğim değil, senin getirdiğindi önemli olan. Tıpkı haftasonu parasız kaldığımı öğrendiğinde ilk otobüse atlayıp bana getirdiğin para gibi. Havale yapmanın olanaksızlığı seni görmemi sağlamıştı evin kapısında, ve sana bir çay bile demleyememiştim; sonsuz beceriksizliğimle. Nasıl güldüğünü hatırlıyorum ben kahve yapmaya çalışır gibi çay yapmaya çalışırken.
Akşam olmadan gitmiştin, bir kaç saat oturup. Evdekilerin sana ihtiyacı olurdu belki.
Evdekilerin sana hala ihtiyacı var. Kendim için söylemiyorum, evdekilerin sana ihtiyacı var.
Yazdım ben yıllarca, elime geçen her kağıdın üzerine birşeyler karaladım mürekkeple, tahtalara sarılmış kömür parçalarıyla. Ve ruhumu büyükçe bir anlaşılmazlık maskesinin ardına gizledim, okunmadığından emin olan kötü yazarların içinde büyüyen haset gibi sertleşti zamanla, rengi koyulaştı. Bilmiyordum ki senin her yazdığımı okuduğunu, bilseydim öyle özensiz, öyle anlamsız yazar mıydım ? Altın çizgiler çekerek yazan kalemler bulur, Ayasofya'nın, Kız Kulesi'nin, Babil tapınağının üzerine yazardım sana layık olsun diye. Okuduğun her satırda öfke vardı, anlamsız bir hırs, yarışta çıplak ayaklarla koşamayıp geride kaldığı için malzemecisini suçlayan kötü bir atletin kıpkırmızı kızgınlığı vardı. Bilmiyordum ki okurken gülümsediğini, yıllar sonra öğrendim.
Sayfalara tükürdüğüm kapkara bulutlardan endişelenleri sakinleştirdiğini, yaptıklarımda sonuna kadar arkamda olduğunu yıllar sonra öğrendim. İnsan, yaptığı bir hareketin suya atılmış ufak bir taş gibi damla damla yayıldığını; büyüdüğünü farkedemiyor o an, hissedemiyor.
Gökyüzünden düşen ateş parçaları gibi geçti ortak hayatımız, seyrettiğimiz an güzelliğini farkedememiş olmanın verdiği vicdan azabını ancak yere düştüklerinde hissettiğim sarsıntıyla farkedebildim. Oyun oynardık mesela, kızardım ben beni her yendiğinde; günlerce, aylarca, yıllarca çalışıp ilk oynadığımızda sana yine yenilirdim bilseydim. Bilmiyordum ki benim her istediğimi başarabilecek güçte olduğuma inandığını.
Çok mutlu olmuştum ben, bana cilt kısmı bir bezle yapıştırılmış bir Rıfat Ilgaz kitabı getirdiğinde, aylarca elimden düşürmemiştim. Eski, sayfalarının bir kısmı yırtılmış ve yıpranmış bir kitaptı; ama bana verdiğin an hayatımda hiç o kadar güzel birşey görmediğimi düşünmüştüm. Daha sonra da gittik seninle sahaflara, incecik Lenin kitabını, ve Hitler Annen Seni Çağırıyor'u almamız o zaman rastlar. Çocuktum ben, ufacıktım, ve bana ısmarladığın böreğin çok pahalı olabileceğine dair ciddi kuşkularım vardı. Bilmiyordum ki, sen yanımda oldukça bunların sorun olmayacağını.
Devlet Parasız Yatılı Okulu sınavlarına hazırlanırken kursta bir Türkçe testinde otuz soruda yirmidokuz doğru yapmış, son soruyu da boş bırakmıştım hatırlarsan. Ardından bana tüm emeklerimizin boşa olduğunu, böyle hiçbir şey kazanamayacağımı söylemiştin. Oysa benim aklım haftasonları kursa gittiğimiz Galatasaray lisesi'nin sıralarının arasında bulduğum oyuncaklardaydı, seni o yüzden anlayamadım. İki tane plastik ninja kaplumbağa, neden bende de bunlardan yok ki diye düşündürmüştü beni tüm hafta sonu. Biliyorum, sen alırdın bana, ama ben hep garip bir çocuk oldum zaten. Bir sonraki gece, nasıl hissettin bilmiyorum, bana demirden bir uçak getirmiştin, bir kalemtraş.
Bir çocuk, bir kalemtraşın uçabileceğine inanır mı hiç ? Ben inandım, koştum elimde o uçakla.
Uçmadı.
O uçak uçsa, sen hala burada olurdun zaten.
Benim doğum günüm, ve senin ölüm günün, ikisi de yaklaşıyor. Yaz geliyor kısacası, hava sıcaklaştı iyice.
Hissediyor musun ? Evin balkonu bomboş, kıyamıyorum köşene oturmaya.
17 Haziran 2007 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder