$2.99

13 Ekim 2007 Cumartesi

...
Güzel mi bu şimdi diye düşünerek baktı çizdiği tabloya;

Hiçbir şeye benzetemedi.

Tıpkı içimdeki asalet yoksunluğu gibi olmuş diye mırıldandı dişlerinin arasından.

Sıkıca tutup yırttı resmi

yere atıp çiğnedi.

Şimdi daha çok benzedi içimdekine dedi.

Ve gülümsedi.
Elini saatinin üzerinde gezdirdi, bugüne kadar her baktığında kendisine zamanın neresinde durduğunu naifçe gösteren bu zavallı uşağı için hiçbir şey yapmadığını farketti.

Kayışı bileğini bükmeden sertçe çekerek mili delikten çıkardı, açılan saat cansız bir tırtıl gibi kaydı kolundan, ve elinde yerçekiminin cazibesiyle iki yana doğru sallanmaya başladı.

Belki nezaket içerisinde yoğurulmuş bir ruha sahip olsaydı herşey farklı olurdu, tarih yazıcılar bu konuda yorum yapmaktan şiddetle kaçınıyorlar.

Bizim tek bildiğimiz, her zamanki kabalığıyla saati önünde duran konu şeklindeki kutuya sertçe çarpmaya başladığı. Vurdu, vurdu, vurdu, vurdu.

Önce camı kırıldı saatin, zamanın durmamış olmasına şaşırarak daha sert vurmaya başladı, çarklar yerlerinden fırladılar, kayış saati tuttuğu noktada parçalanmaya başladı.

Vurmaya devam etti.

Pil fırladı yerinden.

Ve daha sonra şehirdeki tüm camlar kırıldı. Tüm duvarlar çöktü, tüm gözler alevler içinde kaldı. Birbirini seven, birbirinden hoşlanmayan, geceleri pencerelerin altında usulca gezinen, birbirine kızan, küfreden, aşağılayan, değer veren, değer verdiği halde vermiyor gibi görünen, ağlayan, üzülen, gülen, aldatan, kızan, esneyen, terk eden, terk etmeyen, basitlesen, çirkin olan, güzel olan, masum olan, sevimli olan, sevimsizleşen, yaşlanan, gençleşen, sıkışan, arada kalan, araya giren ne kadar insan varsa; hepsi bu basit, seviyesiz ve kaba adam tarafından yok edildiler.

Pardon; basit, seviyesiz, kaba adam, ve ona saklaması için verilen nükleer başlık tarafından.
Küçük piyanonun tuşlarına öyle sert vurdu ki, önce titredi şarap şişesi, sonra kendinden sarhoş olmuş gibi iki yana sallandı, sonra da devrildi.

Siyah ahşap üzerinden ellerine dökülen şaraba bakarak devam etti vurmaya, kıpkırmızı olmuş elleri beyaz tuşlara çarptıkça çıkan sesle sarhoş oluyor, ve havaya karışan her notayla birlikte kendi iğrençliği içinde bir adım daha derine giriyordu.

Bir daha yağmur yağmayacağını söylüyorlardı televizyonda tam da o esnada, sırıttı tuhaf bir yaratık gibi, aldırmadı, umursamadı. Şarap çoktan yuvarlanmıştı yere zevksizce döşenmiş paramparça halının üzerine, parçanın en sevdiği kısmına geldiğinde bacağını uzatıp bir tekme attı şişeye, sırıttı tekrar; garip bir yaratık gibi.

İnleyerek geri attı başını, daha sert vurmaya başladı tuşlara.

Kıpkırmızı parmaklarla.

28 Eylül 2007 Cuma



Romeo Dallaire.

1994 yılındaki Birleşmiş Milletler Ruanda Destek Gucu'nun komutanı. Mevcut Kanada Senatosunda Senatör olarak görev yapıyor.

İnsanlığıyla, beni insanlığımdan utandıran insan.

İnsan.

21 Eylül 2007 Cuma

Remember Life Now ?

Gece sokağa dökülüyor tanrı üzerindeki siyah pardesünün eteğindeki çamurlara aldırmaksızın.

Göt kadar dünyayı atmış bir köşeye , kocaman sokakta bir yukarı bir aşağı yürüyor.

Elindeki küçük bibloyu çeviriyor anlamsızca, hayat yaratmayı umarcasına etrafta dolaşıyor kendi varlığından bağımsız gözleri.

Gülümsüyor mu

Bilmiyorum.

Ne gülümsemeyi görüyorum, ne elindeki bibloyu, ne de ıslak kaldırımları.

Penceremin altından her geçişinde, umursamıyor kafamı yastığın altına nefes almaksızın bastırmış olmama; içimdeki zehirden bahsediyor bana.

Her geçişinde ya bir kör, ya da bir topal takılıyor peşine.

Fısıldayarak konuşuyorlar yanında; korkuyorlar belli ki. Soruyorlar, ama cevap alamıyorlar. Ağlıyorlar, ama gözyaşları akmıyor. Bağırıyorlar, ama dudakları aralanmıyor. Tekme atıyorlar sokakta tanrı kadar amaçsız gezinen rüzgara, canı acıyor dünyanın. Islatıyorlar sıktıkları taşların suyuyla elektrik direklerini, ama hiç yangın çıkmıyor.

Ya bir kör, ya bir topal, ya da saçı sakalı birbirine karışmış mavi gözlü bir adam takılıyor tanrının peşine her seferinde. Tekme atar gibi savuruyorum bacaklarımı yatağın içerisinde, yarattığım bu büyük problem ile sadece battaniye ilgileniyor. Ben tekmeledikçe, daha net olmuyor konuşmaları işin kötüsü.

Anlayamıyorum ne dediklerini, fısıldıyorlar birbirlerine. Belki benim hakkımda konuşuyorlar, duyamıyorum ki.

Çatıda kediler ve baykuşlar var, penceremin üzerinde çığlık gibi simsiyah bir hoparlör asılı. Altındansa tanrı geçiyor, ıslak kaldırımlarda ayaklarını sürüyüp, topuklarına basarak.

Çatıda insanlar var; ruhlar, penceremin üzerinde vicdan azabı gibi kıpkırmızı bir gökyüzü. Altındansa sadece geceleri yürüyenler geçiyor, kaldırımlara değecek kadar değerli olmayan ayaklarını avuçlarında taşıyarak.

Gömüyorum kendimi zaten kırık olan yatağa, tavandan battaniyenin üzerine dökülen sıvalar o kadar ağırlaştırıyor ki yükümü, belimi büküp yatağın şeklini alıyorum.

Yatak duymuyor ama tanrıyı, ben duyuyorum. Zehir diyor her geçişinde pencerenin altında duraksayarak, zehir var senin içinde.

Çıkar dedikçe yutkunuyorum, kendi kendime mırıldanıp, yüzyıllar sonra bulut olup yağmur yağdıracak kelimeler geveliyorum ağzımda. Çıkar dedikçe hıçkırıyorum, binlerce yıl sonra su damlası olup yağacak parçalar kopuyor ruhumdan. Çıkar dedikçe titriyorum, ben titredikçe o bir defa daha geçiyor pencerenin altından.

Gülümsüyor belki de, göremiyorum. Benim tek gördüğüm sıkıca yumulmuş gözkapakların içindeki damarlar.

Dönüyorum terden yapış yapış olduğumu hayal ederek; değilim, odam da bir dali tablosunu andırmıyor pek zaten.



Burası dünya değil zaten.

Bu etrafımı saran karanlık değil.

Sessiz değilim, bağırıyorum.

Yalnız değilim bu uçsuz bucaksız yatakta,

Penceremin altından geçip duran da tanrı değil açıkçası,


sadece saçı sakalı birbirine karışmış mavi gözlü bir adam.

4 Eylül 2007 Salı

Sorgu ışığı tepemde,

gözlerimden yaşlar geliyor parlaklığından

bas bas bağırıyorum

"doğruyu söylüyorum!" diye

dilsizim

kimse bana inanmıyor.

küfür ediyorum sanıyorlar.









belki de dünyaya küfür etmek demek doğru söylemek.

bir dilsiz için bile.

27 Ağustos 2007 Pazartesi

noktala-ma-ma

Yalnız bir ünlem iken hayat

-Noktası öfkeyle fırlamış altından, ayakta durmaya takatsiz-

Karanlıkta doğan kızıl güneşin üzerine çekilen koyu bir çizginin ardından

bir meleğin pespembe tırnakları sildi hayatımı damgalayan virgüllerin kuyruklarını

bir melek ile, bir melek,

biriktirdik geçmişe gelişigüzel dizdiğimiz virgüllerden arta kalanları


önümüzde görkemle uzanan üç nokta oldular.

samanyolundan çıkış rotamız oldular.

gemimizin pusulası oldular,

ve neverland'e gidiş biletlerimiz.

tek yön.





ps : Yedinci ay doğdu bugün gökyüzünde. Yedi kere üzerindeki yıldızdan örtüyü aralayıp baktı iyi miyiz diye; hepsinde de gülümseyerek döndü gökteki evine.

9 Ağustos 2007 Perşembe

Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla – ha düştü, ha düşecek –
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.

Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici – hep, hepp acele işi! –
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.

Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.

En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.


Can Yücel.

7 Ağustos 2007 Salı

- Ne hissettiriyor sana ?

- Neden bahsettiğini bilmemekle birlikte, bir şey bir şey hissettirebiliyorsa eğer, maneviyatsızlığın gırtlağımıza kadar tırmandığı şu plastik dünyada başarılıdır benim için, varolma amacını, varoluşunu, amacını gerçekleştirmiş demektir.

- İsmet Özel.

- Şair.

- Evet.

- Hani şu

"ben ismet özel, şair, kırk yaşında.
her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat.." diyen şair.

- Evet.

- Yürek kelimesinden kendisi de nefret eden yüreğim titriyor satırlarını emdiğimde, üzerinden yemek yenmek için bir köşeye atılmış gazete kağıdı gibi ürkekçe katlıyor, cebime sokuyorum her sabah şiirlerini. Saygıyla, korkuyla, ve evrenin devasa yapısı içerisindeki küçücük yerimin bilinciyle saklıyorum cüzdanımda.

- Ne hissediyorsun ?

- Hissediyorum.

- Tamam, ama ne hissediyorsun ?

- Hissediyorum. Tuğlalar gibi kelimeler, havaya atılıyorlar özenle seçilerek, ve şairin havaya fısıldadığı ıslığın gölgesinde diziliyorlar. Korkunç bir sahne bence, kendisini o kocaman yüzükleriyle şiir yaratırken görmek istemezdim.

- Ya hayata karşı tutumu ? Dönmüş olması, kendini dine, siyasal islamın çıkış yollarını aramaya vermiş olması ?

- Bu söylediğin bana hiçbir şey ifade etmiyor. Başardıysa eğer şunu yazmayı;

"türkler dediğimde göndermelerim
süprüntüleri şırfıntıları hamamoğlanlarını
kapsadı kapsayacak
sanıyorsan yanılırsın
türklük şiir
türkün eni türkün boyu
müslümanlığı kadar
baksan bulacak mısın
koskoca istanbul’da
nef’î diye bir semt
ama bayram paşa var."

benim için ortada tartışılacak hiçbir şey kalmamış demektir.

Çünkü; güneşin altında, denizlerin ve kayaların üzerinde

hepimiz yatağımıza uzandığımıza

aynı şeye hesap veriyoruz.
"altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde
eski savaşçılar vesair geçmiyor bulutlardan
çiçek alıp eve götürüyoruz
bunun bir delilik olduğunu bile bile
en ıssız duyguların ucunda karakollar
asmaların altı tuzak ve tuzak caddelerde
külçeler yüklüyüz, çıkmak istiyoruz yokuşu
gözler kısılıp bakılıyor bize .

biliniyor
bizim mahsustan yaşadığımız
biliniyor
şarkıların sırası bizde
biliniyor
hayat bizden razıdır
biliniyor
otların sarardığı yerde güneş
kurşunun değdiği tende heves kalmıştır.”



İsmet Özel.
yasamayi bilseydim yazar miydim hic şiir?
yasamayabilseydim yazar miydim hic şiir?

- yaşama !
- ya bilseydim?

yazar: miydim
hic: şiir








İsmet Özel.
Güldüm.

Yere düştü ellerim. Dokunamadım bir an beni sarıp sarmalayan hayata.

"Belki de hiç gelmedik dünyaya" diye mırıldandım birbirine kenetlenmiş dişlerimin arasından.

Tam da bu an farkettim, yazacak bir şeyim olmadığı için belki; aynı şeyleri yazıp durduğumu.

29 Temmuz 2007 Pazar

denir ki;

gri bir anda ortadan kaybolup yağmurun ardına saklanan korkak bir rüzgarmışcasına yeşile dönebilirmiş eller sıkıca birbirine kenetlenince.

en gebe tepeler dümdüz olur, denizler kurur, balıklar kızgın taşlar üzerinde koşturmaya başlarmış.

işte böyler bir gündü, ellerini kenetledikleri andan biliyoruz zamanı;

deniz kızı kanatları ayışığından bir meleğe sarılırken,

-ayışığından, ve peri tozundan da-

mor bir bulut saçlarını okşarken gökyüzüne uzanmışlar,

deniz onların olmuş,

toprak,

ve hava da öyle.


sıcaktan çatlayan toprağın, yıkılan dağların üstünden geçmişler,

eskisinden çok farklı,

tek değil,

yalnız değil,

ümitsiz değilmiş geçişleri.

geliş ya da gidiş değil;

geçiş-miş belki de.



mutlu olmuşlar çok,

gülümsemişler,

gülmüşler,

ve ağlamışlar; gözleri kızarana kadar.


ağlamış melek içten içe, mutluluğundan.

ağlamış deniz kızı, gözlerinin içine bakan meleğin gözyaşlarını yakalamaya çalışırken.


mutlu olmuşlar çok,

son aldığımız duyumlarsa;

hala mutlu olduklarını bildiriyor.



hep mutlu olsun.
hep mutlu olsun.lar.

19 Temmuz 2007 Perşembe

cellâdima gülümserken çektirdiğim son resmin arkasindaki satirlar

"ben ismet özel, şair, kırk yaşında.
her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat
her şeyi gördüm içim rahat
gök yarıldı, çamura can verildi
linç edilmem için artık bütün deliller elde
kazandım nefretini fahişelerin
lânet ediyor bana bakireler de.
sözlerim var köprüleri geçirmez
kimseyi ateşten korumaz kelimelerim
kılıçsızım, saygım kalmadı buğday saplarına
uçtum ama uçuşum
radarlarla izlendi
gayret ettim ve sövdüm
bu da geçti polis kayıtlarına.

haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanlar
ruhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye
kara ruhlu der bana görevini aksatmayan kim varsa
laboratuvarda çalışanlara sorarsanız
ruhum sahte
evi nepal'de kalmış
slovakyalı salyangozdur ruhum
sınıfları doğrudan geçip
gerçekleri gören gençlerin gözünde.
acaba kim bilen doğrusunu? hatta ben
kıyı bucak kaçıran ben ruhumu
sanki ne anlıyorum?

ola ki
şeytana satacak kadar bile bende ondan yok.
telâş içinde kendime bir devlet sırrı beğeniyorum
çünkü bu, ruhum olmasa da saklanacak bir şeydir
devlet sırrıyla birlikte insanın
sinematografik bir hayatı olabilir
o kibar çevrelerden gizli batakhanelere
yolculuklar, lokantalar, kır gezmeleri
ve sonunda estetik bir
idam belki!
evet, evet ruhu olmak
bütün bunları sağlayamaz insana.

doğruysa bu yargı
bu sonuç
bu çıkarsama
neden peki her şeyi bulandırıyor
ertelenen bir konferans
geç kalkan bir otobüs?
milli şefin treni niçin beyaz?
ruslar neden yürüyorlar berlin'e?
ne saçma! ne budalaca!
dört incil'den yuhanna'yı
tercih edişim niye?

ben oysa
herkes gibi
herkesin ortasında
burada, bu istasyonda, bu siyah
paltolu casusun eşliğinde
en okunaklı çehremle bekliyorum
oyundan çıkmıyorum
korkuyorum sıram geçer
biletim yanar diye
önümde bir yığın açalya
bir sürü çarkıfelek
gergin çenekli cesetleriyle
önümde binlerce çiçek
korkuyorum sıra sende
sen de başla ve bitir diyecek.
yo, hayır
yapamaz bunu, yapmasın bana dünya
söyleyin
aynada iskeletini
görmeye kadar varan kaç
kaç kişi var şunun şurasında?

gelin
bir pazarlık yapalım sizinle ey insanlar!
bana kötü
bana terkettiğiniz düşünceleri verin
o vazgeçtiğiniz günler, eski yanlışlarınız
ah, ne aptalmışım dediğiniz zamanlar
onları verin, yakınmalarınızı
artık gülmeye değer bulmadığınız şakalar
ben aştım onları dediğiniz ne varsa
bunda üzülecek ne var dediğiniz neyse onlar
boşa çıkmış çabalar, bozuk niyetleriniz
içinizde kırık dökük, yoksul, yabansı
verin bana
verin taammüden işlediğiniz suçları da.

bedelinde biliyorum size çek
yazmam yakışık almaz
bunca kaybolmuş talan
parayla ölçülür mü ya?

bakın ben, bir çok tuhaf
marifetimin yanısıra
ilginç ödeme yolları bulabilen biriyim
üstüme yoktur ödeme hususunda
sözün gelişi
üyesi olduğunuz dernek toplantısında
bir söyleve ne dersiniz?
bir söylev: büyük insanlık ideali hakkında!
yahut adınıza bir çekiliş düzenleyebilirim
kazanana vertigolar, nostaljiler
karasevdalar çıkar.

yapılsın adil pazarlık
yapılsın yapılacaksa
işte koydum işlemeyi düşündüğüm suçları
sizin geçmiş hatalarınız karşısına.
ne yapsam
döl saçan her rüzgârın
vebası bende kalacak
varsın bende biriksin
durgun suyun sayhası
yumuşatmayı bilen ateş
öğüt sahibi toprak
nasıl olsa geri verecek
benim kılıcımı."

12 Temmuz 2007 Perşembe

Insomnia.

renklerini algilayabilmek için hayatın;

sağır ve dilsiz olmak gerekirmiş sanki,

ve sen sadece dilsizmişsin.




işte böyle bir girdap uykunun kaçması.













duyuyorsun; ama bağıramıyorsun.

11 Temmuz 2007 Çarşamba

"ve hayatında gördüğü en güzel mor çiçeğe dokundu melek, hep onun olduğunu hissetti, ve hep öyle kalacağını..bunu nasıl hissediyordu bilmiyordu, bildiği; en güzel masalın yıllardır rüyasında gördüğü o gemide olduğuydu.."

...


Missechoes.

4 Temmuz 2007 Çarşamba

Titretme şu s.ktiğimin masasını diye gürledi çocuğa, ve gözünün önüne öfkeden kızaran yüzünün nasıl bir hal aldığı geldi. Yüzünü kaplayan sık sakalları olmasa öfkeli bir kurabiye gibi görüneceğini düşünüp çaktırmadan gülümsedi.

Çocuk masayı salladıkça tepesinde hareketini arttıran kırmızı ampulu eliyle bir kere daha sabitledi, ve yapmaya çalıştığı işe devam etti.

Katladı bir kere daha, olmadığını hissetti. Açtı, kat yerlerini eliyle düzeltti, okkalı bir küfür savurup göklerdeki babalara, bir kere daha kıvırdı.

Tam ucundan tutup hafifçe çekecekti ki, masanın tekrar sallandığını hissetti, eli titredi, sakince elindekini masaya bırakıp ellerini kavuşturdu.

- "Bunu bitiremezsem asla yükselemeyeceğimizi biliyorsun değil mi?" diye sordu kan çanağına dönmüş gözlerini iyice büyüterek. " Yaşamakta olduğumuz boktan dünyadan kurtulmak için, ruhlarımızı ışığın altında yıkayabilmek için son çaremiz bu belki de."

- "Ama asla hepsini içine sığdıramayacağız işte!" derken omuz silkti çocuk. Bakışlarını babasından kaçırıp masada yatan şeye yöneltti. Endişeli, ve bir o kadar da ümitsiz, ıslanmaması için masanın üzerinde birikmeye başlayan suyu eliyle aşağıya döktü.

- "Sığdırabildiğimi sığdıracağım, ve bunlar benim kurtarabildiklerim olacak." dedi adam hırıltıyla. Nemden cızırdamaya başlayan ampul son ışıklarını verirken, bir kere daha katladı, bir kere daha, ve yumuşak bir hareketle çekti.

Olmuştu.

Heyecanla masanın üzerinde duran küçük plastik hayvanları yaptıkları kağıt gemiye doldurdular, ve odaya dolmakta olan suya bıraktılar. Çocuk annesinin resmini iliştirdi iğneyle, adam da söndürdüğü sigarasının izmaritini bıraktı içine.



İşte böyle kurtuldu büyük tufandan canlılar.




Yaşayan dünyaya onlardan sadece hayvanlar, kırık dökük anılar ve biraz duman kaldı.
Kendimi her kızgın hissettiğimde yaptığım gibi; şunu şuraya tüküreyim de dursun.



ginsberg'e...

oğlanlardan ve alkolden vaktim arttıkça seni düşü-
nüyorum türkiye, inan doğru bir kere yanılmasam
ve ruhumun yavşak zıpırlığı, hiç değilse ayık
dolaşmayacak kadar dürüstüm,

türkiye, tarkan öleli çok oldu, artık onu unut; bunadı kurt.
playboy'a annemin çıplak resimlerini
satarak beyaz saray'a sırnaşmayı düşlüyorum
spermi biraz fazla kaçırdığımda,

bes parasız paraladığım sokaklarında embesillerini
ve taşak kalpli aydınlarının sidik yarışlarını
görüp bol bol osuruyorum, başbakanı dinlerken
televizyon karşısında ekrana ekmek teknemi açmak
ya da esrar içmek, geğirmek en büyük mutluluk bana verdiğin

otuz bir çekmediğim günlerde düşler kuruyorum senin
hakkında, hür hülyalarımda sana zerre kadar
yer vermiyorum ama, maalesef ayakta kalıyorsun

sosyal demokrat idiotlarini, orospu tavukların
uğrak yeri sanat galerilerini, festival sarkaçlarını,
ölüsevici kültürünün uyanık tezgahtarlarını
ve tezgahın altında neler döndüğünü
farkedecek kadar sosyalistim

hapsine düşmedim henüz, o yüzden tam solcu
sayılmam köle pazarı piyasasında, kıçına cop
girdiği için şair olanlardan da değilim; eli
kulağındadır tımarhanelerinden birinde tescilli
manyak olmamın ve koynuna girmediğinden dorukta sıçanların,
o yüzden ibneliğim de test edilip onaylanmadı,

uyuşukluklarıyla iktidara peşkeş çekip
çaktırmadan, sonnet'leriyle, balad'larıyla
köçekleşen, raconları kıyak geçme üzerine kurulu
mason-ulema tayfanı da tanırım, sen de bilirsin ki
havlayan it ısırmaz türkiye, bak, bizbizeyiz,
çekinme, şu azınlıkları ne zaman kesip
kızartacağız, cok acıktım türkiye,

nazım'ını severim, buna kızabilirsin, ama bazı
-ne demekse- naif şairlerin, devlet sanatçısı
olmasına ve adının iktidar şakşakçısı
starlarla bir anılmasına dair çabalarına izin
verdiğinden, sana korkunç müteşekkirim, intiharımı
hızlandırıyorsun böylelikle, böylelikle artıyor kirim ve
seninle kirimiz, ne gam? iyi akşamlar. persil supra.

mustafa suphi, artık hamsi mi türkiye, dikkat et,
balıkları örgütlemesin,

allah'a inanmıyorum, osmanlı'yım velhasıl, akın
edip avrupa'ya, toplayıp getirmesem de cillop
gibi veletleri, n'apalım, burdaki lumpen
teen-ager'larla idare ediyorum,

türkiye, ayıptır sorması ne zaman akıllanacağız;
türkiye, kıbrıs'ın yakasını ne zaman bırakacağız
ve ne zaman yaraşır olacağız binlerce devrim şehidimize,

türkiye, hiç terbiye edinemedim, yeteneğim bu kadar;
çük kadarken okudum sabahattin ali'yi,
kafka'yı, dostoyevski'yi, london'ı, kapital'e başlayışım
babamla aramızda çıkan küçük bir harçlık sorununa dayanır,

iq'larımızın düşük olduğunu sanmıyorum, peki
bir eşşek şakası mı bu; köy enstitüleri,
halk eğitimler, halkevleri ne ayak; behice boran,
iyi ki unutuldu; iyi oldu, eline sağlık türkiye,

hasbelkader bir önerim var: cia, eurovision'u
kazanmamızı, aet'na girmemizi sağlayamaz mı acaba, şüphesiz,
eh benimki de salaklık, haklısın türkiye,

bizi milletçe sevmeyenlere ayar oluyorum; ağızlarını
burunlarını kırarak onlara medeniyet öğretmek istiyorum
türkiye,

ben, sex-shop'ların, komünist partinin, müslüman
demokrat partinin, rock partinin, çeşit çeşit
gay barların açılmasını, askerliğin kaldırılmasını
istiyorum türkiye; bu topraklarda nobel, oscar, lsd,
özgürlük ve sik anıtlarını görmek istiyorum: kişi başına
düşen milli gelirden bana ait payı iade ediyorum bütün
bu harcamalar adına sana; hapishaneler, hayvanat
bahçeleri, kamplar, tımarhaneler boşaltılsın derhal;
ben bütün kentlerinde barışla, erdemle, insanlık haklarımla
keyiften gebere gebere, ıslık calarak dolaşan bir seyyah olmak
istiyorum; mandela kötü adam, döv onu türkiye,

'uzak asya'dan gelip akdeniz'e bir kısrak başı gibi
uzanan bu memleket.. sizin! afiyet olsun efendiler'
demekten bıktım, bıktık,
anlıyor musun, orda mısın türkiye,

ama yine de memnun olmuyorsan bu tavırdan ve kızıyorsan
ve sinirleniyorsan, olsun, biz yine geliriz; yine yazar,
söyleriz; ölürüz; biz yine gideriz; sen, rahatını bozma
o zaman, güzel bir çocuk gibi bu şık dünya yatağında,
böyle masum, böyle mazlum uyu türkiye...



Kücük İskender - Türkiye.
Açsana haydi kapıyı, dışarıda kırmızı yüzüyle bir şeytan seni bekliyor.

Adını haykırıyor karanlıktan güneşe doğru, daha fazlasını istiyor senden.

Kapı açık zaten, hiç kilit yok üzerinde; ittirsene birazcık daha.

Daha iyi bir sona sahip olabilmek için bu kadarını veremez misin ? Etrafına bir baksana, imparatorluklar çöküyor, hayatlar sönüyor, yaşıyormuş gibi yapıyor insancıklar ve ölüymüş gibi yapıyorlar;

- tıpkı güneşin miskinliğinde yuvarlanan köpekler gibi -








- Kabul.

- Zamanın sonuna kadar.

- Herşey durana, hayat sönene kadar.

- Amin.