Şimdi onu ilk ne zaman gördüğümü hatırlayabiliyorum.
Uzun bir yolculuğun sondan birkaç önceki aşamalarından birini yeni bitirmiş, sakin bir tepede sırtımı bir ağaca yaslamış dinleniyordum. Aslında sırtını yaslayananın ben mi, yoksa ağaç mı olduğunu hiç anlayamadım. Neticede, o an ikimiz de dinleniyorduk; ben ve ağaç. Önemli olan da bu sanırım, kimin ilk dinlenmeye başladığı değil.
Yıldızlar görünmüyordu, tuhaf; oysa gökyüzüne yakın noktalardan daha rahat izlenebildiklerini duymuştum. Gözlerimi alamayacağım, kainatın bir kadının gülümseyişi gibi basit olduğu kadar da karmaşık olan düzeniyle sıralanmış yıldız kümelerine bakarken, etrafımı kaplayacak olan sisin farkına varamayacağımı; böylelikle de bana saldırma fikrini hayata geçirecek ilk vahşi hayvanın gelişini hissedemeyeceğimi düşünerek diktim gözlerimi gökyüzüne, ama nafile. Anlaşılan tanrı; bu gece yıldızları sadece kendi izlemek istiyordu. O an , istediği bir başka şeyin de bir gece daha hayatta kalmam olduğunu anladım.
Yıldızlar görünmezken, bu bölgenin dilden dile anlatılan efsanesi halini almış vahşi hayvan barınağı sis ortaya çıkıp etrafımı sarmamakta ısrar ederken, varoluş amacını gerçekleştirmemekte ısrarcı olan bir başka varlığı; dördüncü denememde yanmayan ıslak sigaramı yere fırlattım. Küfür ettim, ama sigaraya mı, onu ıslatan yağmura mı, yoksa benimle birlikte sigara ve yağmuru bu çamur dünyasına sokan gerçekliğe mi; o kısmını net hatırlayamıyorum. Yaradılış büyük bir ironiden ibaret olabilir; tamam, bunu kabul ediyorum, ama ıslak bir sigara hiçbir zaman ironik değildir, sadece sinir bozucu olabilir. Sigara da bu can sıkıcı durumu anlamış olacak ki, kendini yuvarlayarak yerdeki yapraklardan birinin altına girdi.
Tüm zerrelerimize işlemiş utanç, bize belki de şah damarımızdan daha yakın olan tek duygu. Sevgilimize onu sevmedigimizi söylerken, eşimizi aldatırken, işkence yaptığımız düşmanımızın eline sigara söndürürken, çocuğumuzun geleceğini kumarda kaybedip bir fahişenin karşısında iç çamaşırlarımızı çıkartırken zaman zaman utanırız, ki bunun sürekli değil de zaman zaman olması; kanımca ilk insanın yaratılışından itibaren aradan geçen zamanla ilişkili. Herşey değişiyor, telefonların kabloları ortadan kaybolurken, ev yaptığımız malzemeler hem daha dayanıklı hem de daha çürük olmaya başlamışken, yavaş yavaş damarlarımızda kanla beraber dolaşan utancı da silip atıyoruz.
Yağmur hepimizin üzerine yağmakta, eskiden arındırdığına, sakinleştirdiğine inanılan yağmur; sonsuz ve pis bir kuyudan sızan kanalizasyon gibi üzerimize yapışıyor, hissizleşiyor, ne istediğimizi bilemiyoruz. Daha fazlası , daha fazla zevk, daha fazla hayat, daha fazla gün, daha fazla güneş istiyoruz; elimize ise, daha fazla karanlıktan başka birşey geçmiyor.
Yağmur aynı anda benim de, ağacın da üzerine yağmaya başlamıştı. Onun pek rahatsız olduğu söylenemez, rahatsızlığı bir kenara bırakın keyif alıyor bile olabilir. Yapraklarını hafifçe salladı, bu esnada üzerime düşen birkaç tanesi için özür dilercesine yağmuru benim için tutuyordu, ıslanan tek bölgem olan bacaklarımı da karnıma çektiğimde, durumumu daha net farkettim.
Ormanda, sırtımı bir ağaca yaslamış vaziyetteyim, ve yalnızım. Yıldızlar görünmüyor, ve son sigaram ıslanmış olmanın verdiği bir utançla sarı bir yaprağın altına saklanıyor.
Onu ilk o gece mi görmüştüm ? Artık çok emin değilim..
12 Kasım 2006 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder