Karanlığa doğru attığınız her adım, sizi doğal olarak aydınlıktan biraz daha uzaklaştıracaktır. Günbatımını arkanıza alıp çorak topraklardan yeşil çayırlara koştuğunuz günlerin geride kaldığını farkedersiniz, artık hikmetini kimsenin sorgulamadığı bir gri hakimdir dünyanıza.
Dönüp duruyoruz aslında, hiç durmadan, yorulmadan dönüp duruyoruz. Düşünmeden, korkarak, ellerimizi yumruk yapip avucumuzdaki çakıl taşlarını düşürmemeye çalışarak, biz koşarken kollarımızı kesen çalıların üzerine damlalar halinde varoluşumuzun özünü bırakarak. Kafamızı bir santimetre bile kaldırmadan yere çakarak, çimenlerin yerini yavaş yavaş toprağa bırakmakta olduğuna şaşırmayarak koşuyoruz.
Çarptığımızda ise artık çok geç oluyor, dudaklarımızı ısırarak bakışlarımızı hafifçe yükselttiğimizde ya bizden daha kadim olduğu aşikar bir kaya, ya da dünyayı varolmaktan nefret edecek kadar yakından tanımış bir melekle karşılaşıyoruz. Bu ikisi arasında tercih yapma şansım olsaydı kayayı seçerdim emin olun; kırık bir burun kırık bir kalpten, erimekte olan, insanların ellerinde yoğurulmaktan sıkılmış bir yürekten her zaman daha iyidir.
Kaderin önlenemez ve bir o kadar ironik bir hamlesi sonucunda, her zaman olduğu gibi benim karşıma melek çıktı tabii ki.
Ne kanatlarını kaldırmaya dermanı vardı, ne de öfkeli bakışlarını tekrardan yere indirebilmeye. Dikkatle baktığınızda dökülmekte olan yaldızın altından hırpalanmış ruhunu görebiliyordunuz. Bunun getirdiği en önemli his ise, ( ağzınıza yerleşen pas tadı dışında tabii ) çektiği acının kaynağını bulmak için derisinin, kemiklerinin altına bir bakışta dalmak zorunda kaldığınızı hissetmeniz oluyordu.
Dönüp durduğumuzu biliyor muydu ? Tüm dünyaya yabancılaştığı, hayatının anlamını kovalarken kendini kaybettiği noktada; kulağına eğilip "İkimiz de, herkes gibi boşluktayız" demek için nasıl bir cesaret gerekiyordu ? Varolmuş, varolmakta olan ve varolacak tüm kulakları sağır edecek biçimde "Çık içinden!" diye bağırabilmek için, fazlasıyla acımasız olmak mı , yoksa dokunduğu teni sıcak bir kılıçtan daha vahşice parçalayan yumuşak bir dokunuş kadar duyarlı mı olmak gerekiyordu ?
Ben de böyle bakarken, onun karşısında ezilip bükülmeden ayakta durmaya çalışırken farkettim; aslında düşmekte olduğumu. Aslında düşmekte olduğumuzu. Sorun şu ki, düşen biz değildik; Dünya yükseliyordu.
Hem de büyük bir hızla.
Etrafınızda bugüne kadar sahip olduğunuz tüm hisler, tüm eşyalar, tüm insanlar, en koyu siyah nefretler çıldırmışcasına dönerek sizden kopmaya çalışırken hareket halindeki maddenin dinamikleri üzerine kafa yorabilmek zor tabii ki, neredeyse bir anlığına onu elimden kaçırıyor olmamı kendi beceriksizliğime değil; bu zor çevre şartlarına bağlıyorum.
Hata neydi peki ? Neden kulağına fısıldamakla bağırmak arasında seçim yapmaya çalışırken, o çoktan bakışlarını farklı yerlere çevirmişti ?
6 Kasım 2006 Pazartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
1 yorum:
acıtmak istiyorum canımı..bedenime çığlıklarımı yazmak..haykırmak derinlerine kadar..
ruhumdaki acıyı azaltır belki tenimdeki yaralardan akan kanım..kanımla birlikte akar belki..ruhumu yaralayan anlarım..
çıkın gidin içimden bir ölü gibi karanlıklara sığınan yanlarım..
akıtmak istiyorum kanımı..
son damlasına kadar karıştırmak suya..
temizler belki kanımı kendi halinde karışırken sonsuza..
çıkın içimden..
yalnızlığım..
kendimle başbaşa kalmalıyım..
***
we're just two lost souls swimming in a fish bowl..year..after..year??
düşmekle yükselenin altına bir yerlerde kaybolmak arasındaki tek fark canının acıma derecesi midir?
ps : seviyorum yazılarını..
missechoes*3
Yorum Gönder