$2.99

5 Mayıs 2007 Cumartesi

Scene 2 - 42 [2001]

“Cehennemin yedi kapısı vardır” [1]

SCENE 2 [2]

42...

Tembellik bulaşıcıdır ; kapı altlarından , pencerelerden , herhangi bir yerden girer ve sizi esir alır.Kolunuzu kaldıramaz hale gelene kadar onu solur , yavaş yavaş bütün hayatınızdan sıkılırsınız.Adım adım...O da bunu yaşıyordu.Daha önceleri defalarca yaşamıştı ama.Neyse...

Hani bir işe başladığınız an bitiremeyeceğinizi bilirsiniz ya ; ona da öyle oldu işte.Gözlüklerini aramak için kalktı sandalyeden ama içine bulamayacağı doğmuştu , o yüzden yerine tekrar oturdu.”Bunun gözlüksüz de halledebilirim” diye düşündü ve ilk sayfayı açtı.

"Kalbimde bir tırnak iziyle doğduğumu gördüm rüyalarımda hep ; buna inanmaya çalıştım.Ama belki de zihnimde oluşturduğum bu izi bana orman hediye etmiştir...Doğumumu kimse bilmediği için bunu da kimse bilemeyecek...Ben dahil ; bilmem gerekenleri hiçbir zaman öğrenemedim zaten (konuşma sırası başkasına geçtiği zaman hep son sözümü söylememiş olurdum bu arada ; bu da beni anlayabilmeniz için önemli bir ayrıntı).

Yaralı olmasına rağmen yüreğim bir kurdunki kadar güçlüydü.Yola çıkmaya hazır olduğumda onu aklımın yerine koydum ve kasabadan arta kalan yıkıntılardan uzaklaştım.Çan sesleri duyuyordum ; hem de ormandaki eski kilisenin büyük savaşlarda yıkılmış olduğunu bilmeme rağmen..Bir de tanımadığım başka bir ses vardı ; asla gelmeyecek insanları yardıma çağırıyormuş gibi acılı bir ses.Sanki ağaçların yıllar önce cansız bir kadının yanında buldukları çocuğa selamıydı bu.Susmadan önce yedi defa yankılandı kulaklarımda...Her seferinde canımı daha çok yaktı ama ; ruhumu ona teslim edecek kadar zayıf değildim.Sonra sustu...Kısa yaşamımda geri çevirdiğim ilk çağrıydı , hayatımın girdiği yeni periyodun ilk çığlığı...

Yürümeyi öğrendiğim yerin birkaç adım ötesinde başladı yolculuğum.Birkaç adım dediğime bakmayın ; kasaba ile orman arasındaki patika istediğinde oldukça uzun olabiliyordu.Çocukken beni öyle korkuturdu ki ; eve girerken kapıyı asla sonuna kadar açamazdım.Belki hala öyledir ; bilemiyorum.Yüzüm yüzyıllardır dokunamıyor orman rüzgarlarına...Son dokunduğumda ise tiksinmiştim hayattan ; bir an önce sıradanlığın çemberini kırıp kaosun davetini kabul edebilmek için hızlı adımlarla ilerliyordum.Aklıma koyduğum şeyi yapacaktım ; bu yüzden arkama bir kere olsun bakmadım.

Kurt ulumaları duyuluyordu ormanın derinliklerinden.Hissediyor ve ürperiyordum ; hem de normal bir insanla kıyaslanamayacak kadar fazla...Doğa ananın bir armağanı bu bana ; insanların duyamayacağı çığlıklardan oluşan bambaşka bir dünya daha var kafamda...Bu lanetli topraklardaki kurtları ve gecenin diğer çocuklarını görebilmek için sisin kalkmasına gerek duymuyordum.İlerledikçe sesler çoğaldı , çoğaldı , çoğaldı ve ben kafamdaki bütün kurtlar kulaklarımdan dışarı dökülünceye kadar koştum.Ateşin belli belirsiz parladığı o yere yaklaştıkça , sıcaklığa yaklaştığım her an sis ; bir kalenin kapıları gibi azar azar açılıyordu önümde.

Akıl çağıma erdiğimi düşünüyordum ama meğer ormanın beni yönlendirdiğini anlayamayacak kadar küçükmüşüm...

Sonra onu gördüm : doğanın muhteşem çocuğunu.Beni uzun süredir beklediğini anladım yüzündeki ifadeden.Bir rüya gibiydi adeta , sizi gecenin bir yarısı ter içinde yatağınızdan fırlatabilecek bir rüya.Bana bakıyordu ; yüzünde hayatın sağlıklı pembeliğiyle..."

Nefesini bıraktı ve kitabı kapadı.Sandalyeden kalkarken yüzü tokat yemiş gibi pespembeydi.Geçmişin ve çözümsüz bir teslimiyetin etkilerini savuşturmak istercesine iki yana salladı kafasını ve mutfağa yöneldi.Yemek masasının üzerindeki ilaç kutusunu bir parmak darbesiyle devirdi(hasta kalbi bunun için onu hiç affetmemiş olmalı).Buzdolabından bir bira çıkardı,raftan aldığı bardağı şişenin yanına koydu ve onu hüzünle izleyen bardağa aldırmadan açacakla şişeyi açıp tekrar çalışma odasına girdi.Oda yarım senedir kızıl saçlı bir kadının sevgisinden yoksun olan bir erkeği andırıyordu ; eksik ve hiçbir zaman tamamlanmayacağını hissediyormuş gibi görünüyordu : kitap rafları ve yerler toz içindeydi ; duvarda kimlere ( ya da nelere...) ait oldukları anlaşılamayacak kadar tozla kaplı iki çerçeve asılıydı.Eğiktiler ve birbirlerine kalın bir V oluşturacak şekilde dokunuyorlardı.Tüm sahip olduğu şeyler kitaplarla dolu birkaç dolap,tek bir sevişmeye bile ev sahipliği yapamamış bir karyola ve üzerindeki kağıtlardan bacakları bükülmüş bir masaydı.Odanın duvarları birkaç ay önce boyanmıştı ; ama üçüncü sınıf bir boyacı tarafından ve muhtemelen kireçle boyandığı için iğrenç bir görünüme sahipti.Oda tozluydu , anlaşılmazdı ve her yerde kağıtlar vardı (demek insanlar ile mekanlar uzun süre birbirlerinden ayrılmadan yaşarlarsa ortak noktalar kazanmaya başlıyorlar.Okuyucu kahramanımızın da en az odası kadar tozlu,anlaşılmaz ve sadece kağıttan ibaret olduğunu az sonra kendi gözleriyle görecek.Sadece biraz sabretmesi gerekiyor.Aslında burada yapılması gereken şey okurun sabretmesi değil yazarın kamerayı kahramanının üzerinde dolaştırması olmalı.Kusura bakmayın , hemen başlıyorum.)

Aslında anlatılacak çok bir şey yok ; karşınızda büyük mücadeleler vermiş , savaşlar kazanmış ( alacakaranlıktan sabahın ilk ışığına kadar uzanan ve dünyanın çok uzak köşelerini dolaşan bir hayali saymazsak) , sevmiş ve sevdiği için ölecek kadar fedakar olabilmiş bir insan yok çünkü.Belki de anlatılacak çok şey var ; belki de Selim böyle bir insan olduğu için anlatılacak çok şey var...Bu düşünce size de inandırıcı geldiyse ona dikkatlice bakmaya devam edin.Görebilirseniz benim size anlatacaklarımdan daha çok şey biliyor olacaksınız.

Yüzüne baktığınızda yaşı otuzu geçmeden yaşlanan insanlardan olduğuna karar vereceğiniz biriydi Selim ve yaşı otuzu geçeli çok oluyordu.Hayattan ona bir şeyler vermesini asla beklememiş ; sahip olması gereken şeyleri alabilmek için , yaşaması gereken duyguları doyasıya yaşayabilmek için mücadele etmeye karar vermişti.Uzun zaman önce aldığı bir karar böyleydi ; ama onun durumunda kronolojik olarak gerçekler ideallerden daha yakın...

Evet ; öyle yaşamak istedi ama hiçbir zaman o kadar cesur olamadı.Asla yapamadı yapması gerekenleri ; sürekli çok genç ve tecrübesiz olduğu bahanesinin arkasına sığındı.Artık yolun yarısını geçen yaşı bu son sığınağın arkasından da çıkardı onu ve hayatın önüne çırılçıplak , savunmasız bir biçimde bırakıverdi.Kendinde arayıp da bulamadığı nitelikleri diğer insanlarda görmek en çok nefret ettiği şeylerden biri oldu , zaman ilerledikçe bu yüzden kalabalıklardan kaçmaya başladı.Ama boş sokakları hep sevdi Selim...

Temiz hava , sıcak ekmek gibi herhangi bir bahane ile erken kalkan biriyseniz ona rastlamış olmanız muhtemeldir sabah serini sokaklarda , güneşten önce kalkıp şehirlerin uyanışını izlemeyi seven eski insanların soyundan geliyordu.Gece boyunca dinlenmiş parke taşlarının yaydığı serinliğin yüzüne vurmasından zevk alıyordu ; üstüne üstlük bir de gece yağmur yağdıysa...Yağmuru da seviyordu Selim ; bu satırların yazarı kadar olmasa da...

Hayatın ona verdiği kırışıklıkların karşılığını öksürüklerle veriyordu ; nefreti sönmeye yüz tutmuş , yalnız olabildiği için ayakta kalmayı başarmıştı..Tanrısını kaybetmiş ama ölümden daha güçlü olan tek şeye ; hayata olan saygısını asla azaltmamıştı.Hala gülümseyebiliyordu istediği zaman ; henüz bu yeteneğini kaybetmemişti kitabı okumaya başladığında.Kaybettiklerinin yüzündeki o güzel anlamdan başlayacağını bilse eminim o kapağı hiç açmazdı...

Hayatı ise ülkesi gibiydi : doğduğunda da ölmek üzereyken olacağı gibi sahipsizdi ve etrafında hep onu istemeyen şüpheli bakışlar olmuştu.Onu yakınları büyütmedi.Yani bakmak zorunda olan insanlar tarafından değil ; içlerinde bir insan yaşadığı sürece bakmaktan başka çaresi olmayan insanlar tarafından yetiştirildi.Çocukluğunu ve gençliğini büyüme değil dizlerinin üzerine çökmeme mücadelesi vererek geçmişti ve bu aralar ; “altın çağ” olarak tabir edilen döneminde ise ölümünün ani ve kötü olacağını hissediyordu sık sık.”Ya sev ya terk et” diyememişti hiç ama ülkesini hayatı boyunca ironik olarak mükemmel temsil ettiğini söyleyebiliriz(Bunu siz de gördünüz ve daha çok şeye şahit olacaksınız...Sandığınız gibi ülkesiyle paralel giden hayatının verdiği sorumlulukla ülkesini kurtarmayacak ; hayır , inanın bana o kendini bile kurtaramadı.)

Nefes almayı kesti yine , dışarıdan gelen tıkırtıları duymaya çalıştı yağmur devam ediyor mu acaba diye.İstediği sesi duyunca saldı nefesini ve kitabı seyretmeye devam etti.Yaprakların yanları ve alt kısımları sararmış ; iple sayfaların birbirine bağlandığı kısım ise içinde bazı sayfalar artık kayıp olduğu için hafifçe içeri çökmüştü.Kimi yapraklar yıllar öncesi meydana gelen bir ıslanma sonucu deforme olmuş ve okunmaz hale gelmişti.Yıpranmış yeşil cildinin üzerinde bırakın kitabın adını , tek bir harf yoktu ; sanki okur kendisini bekleyen tehlikelerden haberdar olmasın diye kitabın adı sayfaların arasına saklanmıştı.Kitabın istediği merak edip kapağı kaldırmanızdır ve çoğu insan bu hataya düşer.Tuzakların üzeri genellikle oraya rasgele düşmüş olan yapraklarla kaplıdır ; kenarı burkulmuş bir sayfa ya da kapaktaki bir kan damlasın ise yaprakların üzerinde tüm çekiciliğiyle uzanmış bir kadına benzer ; tek amacı sizi bulunduğunuz durumdan biraz daha dibe çekmektir...

Elini kapaktaki kan lekesinin üzerinde belki yüzüncü defa gezdirdi ve elindeki kutuyu yarısına kadar boşalttı.Kendinde bunu yapacak cesareti bulduğu an tekrar kapağı kaldırdı.Bunu yaparken yüzünü yeni bir tokat yemekten korkarmış gibi buruşturmuştu...

"42"in yazarı belirsizdi.Ne iç kapakta ne de satır aralarına alınmış notlarda ; notları bırakın kitabın şimdiye kadar okuduğu kısmında tek bir isime rastlamamıştı.Kitabın konusu dışında içinde sadece yan yana getirilmiş iki rakam vardı ; kırmızı büyük karakterlerle "42" yazıyordu ilk sayfada.Bunun bir damga olduğunu etrafındaki çemberden ve kabarıklığından anlamıştı.İşini şansa bırakmayı sevmezdi ama son zamanlarda edindiği deneyimler ona her şeyin mantık çerçevesinde yürümediğini öğretmişti ; eğer bir olayın olması gerekiyorsa kainat asla sınır tanımıyordu.Uzun yıllar önce bir tabutun açtığı kapıdan insanlarla birlikte dışarı çıkıp bir daha dönmeyen tanrısının adını andı ve rasgele bir sayfa açtı , hangi paragrafı okuması gerektiğini bilmek zorunda değildi ; ne de olsa gözleri gidecekleri yere çoktan gitmişti :

"Uzun yıllar boyu uzak durduğum , adeta tiksindiğim iki şeyi arka arkaya yaparken en ufak bir utanç duymadım : diz çöktüm ve hayatın bana verdiği en zararlı , en faydalı , bana en uzak ve bana en yakın şeyi yüzyıllar sonra yeniden elime aldım.Haçı kızı gömdüğüm yerin baş ucuna sapladım ve doğruldum.Sevdiğim birini kaybettiğim için ağlamadım , bencilliğim yerini insan dışı bir özveriye bırakalı çok uzun zaman oluyor ; toprağın altında yatmakta olan kadına tek tepkim bir yüzük oldu.Sadece bir yüzük elimden kayıp kabarık toprağa düştü...Her yol başladığı yerde son buluyor tanrımızın himayesinde ; bundan artık eminim.Şimdi düşünüyorum da yüzük düşmedi aslında(bunu kabul edersem yaşadığım yerler içinde yerçekimine sahip olmayanlarını göz önüne alarak iyi bir bahane oluşturabilirdim) ; sadece yapması gerekeni yaptı.Geldi ve gitti.Başlangıç ve bitiş.Işık ve karanlık.Hayat ve kurtuluş.Ölüm ve yeniden doğuş.O ve ben.Ne yapmam gerektiğini düşündüm tekrar ve sapsarı altın toprağın içine gömüldü yavaşça ayağımın altında.

Sevdiğim tek kadın öldü.Hayat yerini ölüme bıraktı.Onun bana bıraktığı tek iz olan yüzüğü toprağa gömüldü.Işık yerini tekrar karanlığa bıraktı.

Zaten en başta da her yerde sadece karanlık vardı ; ışık bir fırsat bulup bitmez bir açgözlülükle bütün siyahlıkları kemirmeye başlayana kadar.İşte o zaman ışığın bekçisi olan insanoğlu fark etti o parlak metali ; kimi uğruna savaştı , benim gibi özel sebepleri olanlar da nefret etti ondan.Tanrılar , krallar ve kontlar yaratıldı altından ; silahlar , taçlar , heykeller ve en önemlisi yüzükler yaptı insanoğlu ; sonsuz bağlılık kandırmacasını ve bir gün mutlaka insanın yüreğine işleyerek ölümün emsalsiz gücünü simgeleyen yüzükler.İşte her şey böyle başlamıştı...Sarı metal karanlıkta parladı ve insan uygarlığının yaşamı değişti.Hem de hiç onarılamayacak yaralar alarak.Her şey böyle başlamıştı işte...

Ruh da böylesine acı çekerek çıkar aydınlığa ama yolculuğu buna değecek kadar uzun değildir.Sürekli sevdiklerimizi alan hayat keşke verirken de bu kadar rahat olsa..."

Titriyordu.Kendini geriye bıraktı ve aniden salınmış bir nefes gibi sandalyenin üzerine çöktü.Olasılıklar zaten yağmur yüzünden basık olan havanın daha da yapışkan olmasına yol açmış , böylece Selim’in odası yaşanmaz bir yer olmaktan çıkıp daha da saldırganlaşarak insanı öldürebilecek bir yer konumuna gelmişti.Sol elini kaldırıp bir süre seyretti ; daha sonra da şüphelerini haksız çıkarabilmek için üstünü aramaya başladı.Ceplerinden çıkan her şeyi masaya attı , aradığını bozuk paraların ve anahtarların arasında da bulamayınca masasının çekmecelerini karıştırmaya başladı.Onları da masaya boşalttı ve gözlerine ağrılar girip kendini yatağına atana kadar kurcaladı küçük gereksiz-şeyler-yığınını.Son enerjisini de ağlayarak harcadı.Acizlik ve zayıflık insanlar arasında olduğu kadar insanın içinde de bulaşıcıdır , ruhunuzu ele geçirdikten sonra bedeninizi de sarar.Ruhsal anlamda biten Selim , yağmurun durduğu sıralar uykuya daldı ve o gece rüya göremedi...

(Kahramanımızın uyuduğu sıralar yağmur durmuş olabilir ama bilinç altında dolaşarak seneler öncesine döndüğümüzde bir yerlere yağmaya devam ettiğini görebiliyoruz.Yağmur yağıyor ve bir hastane bahçesi geliyor gözümüzün önüne : insanlar koşuşturuyor , kimi ağlıyor kimi de çaresizlik içinde bekliyor.Yağmur yağıyor , doktorlar uğraşıyorlar ama hayat daha önceleri de defalarca olduğu gibi yine çok güçlü değil ölüm karşısında.Yağmur yağıyor , hayat direniyor ama geri dönüş için çok geç ; ruhlar toplanmaya başlıyorlar acil servisin çatısında.Bir tek genç adam görüyor onların geldiğini-ona bu yetenek artık çok çok yaşlı olan bir adamdan armağan- , ümitsizlikle çıkarıyor parmağındaki yüzüğü ve onlara kötü haberi vermeye gelecek olan doktorun hastasının son nefesini verdiğini görmesinden önce çöp tenekesine fırlatıyor.Yağmur yağıyor ; insanlar ölümün soğuk eli sırtlarında dolaştıkça daha da ürperiyorlar ve genç adam düşünüyor.Yağmur yağmaya devam ediyor ; ruhlar alacaklarını aldılar ve uzaklaşıyorlar.Yüzünde bir gülümseme ile onları seyreden Selim arkasındaki çöp kutusuna dönüyor ve düşünüyor.Aklında ise tek bir cümle var : “Her yol başladığı yerde son buluyor.” Niye sürekli aynı sahneleri yaşamak zorunda kaldığını düşünerek yüzüğün tekini bir mezarın üzerine bırakıyor , diğeri ise şimdi kim bilir hangi çöplükte ya da hangi kadının parmağındadır...)

*

- “Bunu birbirimize sürekli söylerdik ama bir gün gerçekten beni görmeye geleceğine asla inanmadım...Yağmurdan sonra ortaya çıkan böcekler görmüştüm ama bir insanda ilk defa böyle bir olayla karşılaşıyorum...Hoş geldin dostum , lütfen otur”

- “Bana hiç güvenmemiş olduğunu bilmek güzel bir duygu.En azından bu karara varana kadar benim üzerimde düşündüğünü gösteriyor.Son zamanlarda hatırlandığımız için değil unutulmadığımız için sevinecek kadar düşüyoruz hepimiz.Evet , zaman çabuk geçiyor ; öyle değil mi ?”

Boş ve rutubetli bir odadan parlak ve iyi döşenmiş bir ofise yapılmış bir yolculuk bir iki otobüs durağı arasında yüzyıllar olduğu izlenimini uyandırmıştı Selimde...Rüya göremediği ama bilinç altının bizim tarafımızdan didik didik edildiği gecenin sabahında yaşadıklarını paylaşması gerektiğini düşünmüş ve buraya gelmişti.Onu buraya getiren yolara kendini bırakabilmek için yağmur dinene kadar apartmanın girişinde beklemiş ; sonra hızlı adımlarla yola düşmüştü.Köhne sokakları geçmiş ; insanların yüzlerine bakmamak için kendini zorlayarak bir otobüse binmiş ve kendini İstanbul yollarının güvenilirliğine bırakmıştı.Şimdi iyi ya da kötü ; buradaydı...

Gerçekleri konuşmak gerekirse içinde bulunduğu ofise ve masanın öbür ucunda oturan adama şeklen yakışmıyordu.Tavana ve duvarlara yerleştirilmiş spotlarla aydınlatılan odaya yoğun bir para kokusu hakimdi.Mobilyalarda bile şımarık zengin çocuklarda görülen “ben bir şeyi istediğim zaman o olur!” havası vardı.Arkadaşı ise yüzüne yerleşmiş iç Anadolu gülümsemesi ile ona bakıyor ; belki de içinden “bu lanet delinin” onu niye ziyaret ettiğini çözmeye çalışıyordu.Bir zamanlar dost olmuşlardı (ki o zaman bile birbirleriyle uyumlu olmadıkları herkesçe fark edilmişti) ; evet çıktıkları yer aynıydı ama girecekleri yerler kesinlikle farklı olacaktı...

İnsanların hayatlarının gidişatını belirleyecek olan küçük mucizeler genellikle fırsat olarak adlandırılır.Kimi insanların bunları yakalamak konusunda doğuştan gelen bir yetenekleri olur ve bu yetenek mutlu bir hayat , güzel bir eş ve sevgi dolu bir aile gibi şeylerin yanı sıra diğer kesimin ; “eline gelen bütün fırsatları kaçırmış masum ve iyi insanların” nefretini de kazandırır.Zamanın her aşamasında bu mücadele sergilenmişti ve şimdi bu aydınlık ofiste her iki taraf da birer “örnek üye” ile temsil edilmekte.

Selim kaybettiğinde daha güçlü görünmeye çalışır , asla ödün vermez ; Mehmet ise ağlamaktan asla çekinmezdi.Selim kaybettiğinde bunu kadere yükleyerek omuzlarındaki yükü biraz olsun hafifletirken Mehmet sürekli nasıl daha iyisini yapabileceğini düşünür ve doğru yerde doğru zamanda olmaya özen gösterirdi.İnsanlar ona baktıklarında olmak istediklerini görüyorlardı , Selim’e baktıklarında ise ne olduklarını[3]...Oysa gerçek bir gün mükemmelin normali hayal etmesi ile doğmuştu ; onlar bunu asla anlamadılar.

İnsanların haklı isyanları ile sürekli olarak zayıf düşen kader ile zincirlerinden başka kaybedecek hiç bir şeyi olmayan mücadeleci ruh arasında kılıçlar çekildiğinde onlar henüz doğmamışlardı bile ve hangi klana ait olacakları çoktan belliydi...Her şey başladığı yerde biter ve bütün oyun daha öncesinden yazılmıştır ; burada aktörler sadece küçük karakterleri içinde ileri geri gidebilecek kadar izinlidirler.

- “Değişmiş olacağını tahmin ediyordum.Hayat sadece beni eskitmiyor ; bunun bilincindeyim.Önemli olan aynı yerde kalmak değil ; suyun seni sürüklemesini biraz olsun kontrol edebilmektir bence.”

- “Evet ; değiştim.” diye cevap verdi Selim. “Köprünün altından sular benim tarafımda da geçiyor.Hepimiz elbet bir gün kapılacağız o sulara , önemli olan ne tarafa doğru gideceğimdir , geriye ; karanlığa doğru yol aldıktan sonra kontrolün ne anlamı var?” Mehmet masanın üzerinden aldığı çakmağı ile bir sigara yakarken Selim’in ince alayını üzerine alınmamış görünüyordu.Çakmağı yerine koydu ve aldırmadığını tamamen belli edebilmek için konuyu hiçbir açıklama yapmadan değiştirdi :

- “Yüzün bir savaşçının daha yorgun bir insana dönüştüğünü anlatıyor.Siz “iyi” insanların genç ve kuvvetli nüfusu gittikçe azalıyor.Neler oldu sana ?”

- “Sadece nüfus kağıdım gün geçtikçe biraz daha eskiyor o kadar.Böyle basit gelişmelerden başka bir şey olmuyor artık.Günler bana dokunmadan geçmeye başladı.Hayatın seni umursamaması insanlar tarafından umursanmamaktan daha çok koyuyor.Eskisine göre daha çok korkuyorum yağmura çıkmaktan ; beni hiç etkilemeyeceğini bilmeme rağmen...Yani senin anlayacağın...Büyümekten başka bir değişim yaşamadım.” Cebindeki paketten bir sigara aldı ve masadaki çakmağa uzandı.

- “Buna inanmamı bekleme benden.Birlikte yaptığımız işlerin üzerinden uzun süre geçti.Anlat biraz ; bu arada neler yaptın ? 30 yaşından sonra sigara içmeye başlayan bir adamın hayatında az da olsa önemli birkaç değişiklik olmuş demektir.Umarım bana bir ailen olduğunu söylemeyeceksin , eğer böyle bir hata yaptıysan ve benim haberim olmadıysa bunun için seni hiç affetmem.”

- “Sigarayı sadece zevk alacağımı hissettiğim zaman içiyorum.Aile olayına gelince ; senin kadar ben de biliyorum bir ailenin sorumluluğuna birkaç numara küçük geleceğimi.” Diyerek somurttu. “Eğer bir ailem olsaydı sana asla gelmezdim zaten.Bunu da biliyorsun.” Odada soğuk bir rüzgar esti ve iki erkek de bunu açık bir pencereden ya da kapı altlarından gelmediğini gayet iyi biliyorlardı.

- “Benim de merak ettiğim bu zaten ; eski dostum.Yıllar yılı yüzüme her bakışında benimle işin bittiği zaman ölmemi istediğini hissediyordum.Şimdi ise buraya neden geldiğini anlamaya çalışıyorum ama bana hiç açık kapı bırakmıyorsun.Aynı yerlerde uzun süre birlikte bulunduk Selim ve senin beyninde çıkışsız kalmanın ne kadar tehlikeli olduğunu benden iyi kimse bilemez.Yardım et dışarı çıkayım ; yoksa senin çıkman gerekecek...”

Sözünü bitirdiği an hata yaptığını anlamıştı ama geri dönüş için çok geçti ; yapacağı tek şey Selim’in tepkisini beklemek olabilirdi.Selim ise onun ne demek istediğini anlamıştı ve Mehmet’i çok bekletmeyecekti.

- “Sen her zamanki gibi sabit dur dostum.Ben geri geri giderek içimden çıkmanı sağlarım.Zaten kazandığın her şey hayatın güçlerinin sürekli etrafında dolanması ile senin oldu ; bırak bunu biraz da ben yapayım.” Kalktı ; sigarayı söndürdü ve kapıya doğru ilerledi.

- “Bunu yapamayacağını ikimiz de biliyoruz ; o yüzden aramızda bulunmayan üçüncü şahıslar için gösteri yapmayı kes.Beni , eski iş arkadaşını özlemediğini bende biliyorum ; sende biliyorsun ve gözlerin de biliyor.Buraya bana ihtiyacın olduğun için geldin ve henüz hiçbir sorunu çözmüş değiliz!Şimdi geri dön ve şu kalktığın koltuğa tekrar otur.”

İkinci hata.

- “Demek ki sorunların çözülmesi gereken yer burası değilmiş” dedi Selim dişlerini sıkarak. “Demek ki senin yanına sana ihtiyacım olmadığını öğrenmek için geldim.Buraya gelmem sana muhtaç olduğum anlamına gelmez.Duvara asılı olan tüfeğin her seferinde patlaması gerekmez.Hem...” Kapıyı açtı ve dışarıdan kapatmadan önce söylendi : “Hem lanet bir hikayenin içinde değiliz...” Binanın kapısından dışarıya baktığında yağmurun yağdığını gördü ve eliyle alnında biriken terleri alarak içinden küfretti.Bu günlük okurların kahramanımızla ilgili son bilmesi gereken bu : Bulutların yarım yamalak kapadığı güneşe baktı ve küfretti...

Belki de daha fazlasını bilmeliler.Mesela Selim’in yağmur dinene kadar İş Merkezinin giriş kapısında beklediğini.Daha sonra yine insanların yüzüne bakmamaya özen göstererek bir otobüse bindiğini.Eve geldiğinde kapıcısıyla rutin konuşmalarını yapıp kendisini tekrar kağıtlarıyla dolu odasına kapadığını da bilmeliler.Artık biliyorsunuz ama bunlar hiçbir işinize yaramaz...

Yazar kararını verdi.Okuyucunun bilmesinde fayda olan tek şey Selim’in o gece rüya gördüğüdür.Sabaha hatırlayamayacağı bir rüya...

Sabah uyandığında ise yağmur devam ediyordu.Gece gördüğü garip rüyayı düşündü.Yıllar önce bir trafik kazasında ölen arkadaşı gece niye onu ziyarete gelmişti acaba ? Daha doğrusu ; Selim niye onu ziyarete gitmişti ? “Saçma bir rüyaydı zaten” dedi kendi kendine ; “ Zorda kaldığımı hissettiğim zaman yaşadıklarımı anlatacağım son kişi Mehmet olurdu..Buna rağmen hayatımın geri kalanını etkileyeceğini düşündüğüm bir şeyi ona danışmak ; ha ? Rüya olduğu buradan belli işte...” İşte o an çok garip bir şey oldu.

Masasının üzerine rasgele bir biçimde atılmış kağıtların altından gelen bir ses irkilmesine yol açtı.Ses bazen duruyor ; ama hemen ardından olanca rutinliğiyle devam ediyordu.Yıllar öncesinden gelen bir hayalet Selim’in karşısına dikilmiş gibiydi.Artık olmayan sesleri duyacak kadar yaşlandığını düşünerek masasındaki birkaç kağıdı kaldırdı ve telefonuna baktı.”Hayır.” dedi : “Henüz o kadar yaşlanmamışım sanırım.”

Telefonunu sadece yayınevini arayıp avans istemek ya da (çoğu defa olduğu gibi) gecikeceği için özür dilemek için kullanıyordu.Yıllardır bu masada ; üzerine yığılıp duran kağıtların değişkenliğinin aksine alabildiğine sıradan , tozlu bir vaziyette duruyordu.Aldığından beri 5-6 kere anca çalmıştı.Onlar da genellikle geri dönmesini söyleyen akrabalar ve numarayı nereden buldukları belli olmayan alacaklılardı.Şehrin içinde , yaşadığı semt ve tanıdığı insanlar gibi silik bir tipti Selim ; bugüne kadar çok az kişi onu telefon numarasını isteyecek kadar merak etmişti.

- “Selam dostum.Dünkü ufak tartışmadan sonra nasıl olduğunu öğrenmek için aradım.Büromdan çıkarken çok kötü görünüyordun.Şimdi biraz daha iyisin değil mi ?”

- “Kimle görüşüyorum ?”

- “Seni küçük tilki...Asla değişmeyeceksin değil mi ? Bırak tanımamazlıktan gelmeyi; ben Mehmet...”

Selim Mehmet’e şimdi konuşamayacak kadar kötü olduğunu , onu daha sonra görmeye geleceğini söyledi ve telefonu kapatarak kitaba doğru döndü.Masaya doğru ilerlerken telefonunu cebinden çıkardı ve son arayan numaraya baktı.Mehmet onu 6934777 numaradan aramıştı ; başında herhangi bir kod olmadığı için cep numarası olduğunu düşündü.Kendi numarası da 693 ile başlıyordu , birden kitabı kağıtların arasından çıkardı ve hızla sayfa 77 yi açtı.Kitap 76. sayfada bitiyordu ve 77’de sadece boşluk vardı.Elini bir kere daha yaprakların üzerinde salladığında önündeki sayfalar 46 ve 47’ydi.Bunu nasıl yaptığına ; nasıl tek bir harekette bu sayfayı açtığına şaşırmadı ( artık gerçekten şaşırmıyordu ) ve sayfa başından itibaren okumaya başladı.

“...ve sonunda vazgeçti.Kan ve öfkeden deliye dönmüş bir halde geri geri sürünerek ağaçların arasına girdi.İşte o an her şeyin bittiğini anladım.Onuru kan kokusuna dayanan içgüdülerine galip gelmişti.

Benim hayatı alınmayacak kadar değersiz olduğuma karar vermişti.Hırlamaları yavaş yavaş azaldı ve en sonunda kayboldu.Gitmişti...Ben ve orman ; sabaha kadar kimin ayakta kalacağına karar vermek için sadece ikimiz kalmıştık.Toprağa oturdum ve düşünmeye başladım : bunca zaman hayatın anlamını bulabilmek için mücadele etmiştim ve şimdi vazgeçmek istemiyordum.O kurt beni öldürseydi belki amacıma ulaşamadığım için üzülmezdim ; belki o zaman bu küçük amacım o kadar da önemli görünmezdi ama şu an durum farklı.Doğanın çocuğu öyle olması gerektiği için bana dokunmadı ; demek ki öyle olması gerekiyor.Nasıl yapacağımı bilmiyorum ama ayağa kalkmalı ve yoluma devam etmeliyim.Harcayacak hiç zamanım yok...Hem de hiç...

Zaman...Bir düzine hayatı eskitecek kadar çok zaman geçti belki de.Bu da garip değil mi ? Yolların önümde ilk açıldığı andan bugüne tam olarak kaç gün (kaç ay-kay yıl-kaç asır-kaç varoluş) geçtiğini bilmiyorum.Sanki her geçen gün aynı yollarda yürüyorum ama sadece kahramanlar ve olaylar değişiyor.Sınırlı sayıda oyuncağı olan bir çocuk benimle sonsuza kadar oyun oynamak istiyor adeta...Evet ; uzun süredir yürüyorum.

Yukarıdan bakıldığında çok ilerleme kaydetmemiş gibi görünebilirim ama inanın çok uzun zaman boyunca yürüdüm.Zaman duvarından aşağıya bakarsanız eğer her şeyin aynı ağırlığa sahip olmadığını görürsünüz.Bir insanın hayatı bir kitabınkinden çok daha kısadır ama çok uzun sürer.Bir kitap ise aynı günü ; aynı sayfalarla , aynı satırlarla yaşamaktadır.İnanın bu ayrım insanlar içinde bile görülebiliyor.Kimi insan için eziyet olur bu yolculuk ; kimi içinse hiç bitmeyecek ilahi bir hediye.Tamamen algılama farklılıklarına bağlı bir olay.

Benim asla bir öz kütle standardım olmadı.Kimi zaman hayata paralel gittim ; kimi zaman da ondan önce çakıldım yere.Buna bağlı olarak her seferinde farklı şeyler gördüm etrafımda ; ölen insanları yaşarken gördüm , ve yaşayanlarla konuştum kimi zaman dakikalar sonra öleceklerini bilerek.Bunu hepimiz yaşarız aslında ; öldüğünü düşünürüz konuştuğumuz insanın ama ölmemiştir.Aslında bizim bildiğimiz ama anlayamadığımız şey o insanın ölmüş değil ; ölecek olduğudur.Kader her insanın yanından aynı hızla geçmiyor...Yapılması gereken ; insanlara onun sürekli yürür gibi koştuğunu göstermek , hem de hiç bıkıp usanmadan...Beni yürüyüşüm olgunlaştırdı ; umarım size de yardım edecek bir şey ortaya çıkar.Çok geç olmadan...”

*

Geçtiği yerlerden daha önce geçmiş olduğunu hissediyordu.Aynı büyük kapıdan geçti ve spotlarla kaplı odaya girdi.Karşısındaki masada hayatı boyunca hiç görmediği bir adam onu bekliyordu.Onu görünce yerinden kalktı ve yüzünde oluşan aksak gülümseme ile konuşmaya başladı :

-“Hoş geldin Selim...Seni bir gün burada göreceğimi biliyordum.Nasıl diye sorma ama hayat çizgilerimizin tekrar kesişeceğinden hep emin oldum.”

-“Uzun süredir nasıl ile başlayan sorular sormamam gerektiğini öğrendim...Bu yüzden endişelenmene gerek yok.”

-“Geçen yıllardan ve ikimizi ayıran olaylardan sonra beni pek de özlediğini sanmıyorum...Benimle iş görüşecek kapasiteye de sahip değilsin bildiğim kadarıyla.Peki;Neden buradasın Selim ? Neden beni görme ihtiyacı hissettin ? Yine şehrin ışıklarından boğulduğundan ve bir karanlığa gizleneceğinden bahsetme lütfen.”

-“Gerçekleri fark etmen hoş.Buraya bazı şeyleri anlayamadığım için geldim.Düşünerek içinden çıkamıyorsam beni bu durumdan para ya da kaba kuvvet kurtarabilir sadece diye düşündüm.Bunlar da aklıma seni getirdi...”

-“Acıtıcı bir adam olma özelliğini silmemiş zaman...Neyse , buna o kadar da takılmayacağım...Anlayamadığın şey ne dostum ? Haydi söyle bana da sana yardımcı olabileyim.”

-“Olay çok basit.Ama hayatımda kapladığı yer hiç de o kadar basit sonuçlar doğurmuyor...Mesela daha şimdiden,sadece seninle görüştüğüm için bir kutlamayı engelledi...”

(bir adam görüyoruz burada.Kafasında kocaman soru işaretleriyle merdivenleri ikişer ikişer çıkan bir adam.Kapıyı açıyor ve hızla kocaman tahtadan bir dikdörtgene doğru ilerliyor.Kağıtları sağa sola savuruyor ama bir türlü yeşili bulamıyor.Yeşil de yok odada,yeşilin altındaki kırmızı da.)

-“Böyle bir şey için nasıl bana gelirsin?Saçmalamayı bırak dostum,bu yaşa geldin ve hala faturalarını ödeyemiyor olman inanılmaz!” Kırmızı gözlerini tekrar Mehmet’in yüzüne çevirdi Selim :

-“İnandın mı?”

-“Hayır.Sen çok kötü bir yalancısın.Bana söylemek istediğin şey bu kadar mı tehlikeli?Sürekli fikir değiştirmeni sağlayacak kadar.”

-“Bu tehlike ile alakalı değil.”

-“O zaman anlatacağın şeyi senden çalacağımdan korkuyorsun.Ah dostum,kimse senin korkularını çalabilecek kadar büyük bir hırsız olamaz...Ben bile meslek hayatımda böyle bir başarıya imza atamadım.”

(Burada da çıkıyor karşımıza aynı adam.Bu sefer merdivenleri huzur içinde çıktığına şahit oluyoruz.Kapısını yumuşak bir biçimde kapıyor-her zaman olduğu gibi-ve masasına ilerliyor.Yeşili görünce yüzüne doğruyu tahmin etmiş olmanın verdiği mutluluk yerleşiyor ve yeşili kaldırıyor.Kırmızıyı görüyor ve...)

-“Sanırım haklısın...O zaman dinle beni ; sana anlatacaklarım ilgini çekecek...Her şey daha gençken gördüğüm bir rüya ile başladı.Uğruna evrenler yaratılabilecek bir adam gördüm rüyamda ; ve onun karanlık ile olan savaşını...Yatağımdan fırlayarak uyandığımda ise bedenim çok soğuktu ; beni bile üşütecek kadar karanlık bir son yaşadım...O geceden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı.”

-“Her şey iyiye doğru giderken sadece bir hayal , beyin kıvrımlarının doğal bir ürünü bütün hayatını darmadağın mı etti ? Bunu mu söylemek istiyorsun ?”

-“Tam tersi.Hiç olmadığım kadar iyi ve itaatkar oldum o günden sonra.Sanki ruhum bir gece içinde hizaya getirilmiş gibiydi.Çocukken şimdi olduğum kadar sakin değildim ; buna inanmak zor olacaktır senin için ama gördüğüm rüyaya kadar içinde bulunduğum ve uymaya mecbur olduğum hiçbir şeyi kabul etmemiştim.”

-“Senin geçmişte böylesine anarşist ruhlu olduğuna inanmak söylediğin kadar güç gerçekten de.Peki bir hayal bu kadar değişime nasıl yol açabildi ?”

-“Uzun süre komada kaldım.Raporlarımda ani şoka dayalı bilinç yitirimi olduğu yazıyordu.Hastanede yattığım süre içinde annemi ve babamı kaybettim ; bir trafik kazasında...”

(Otobüs terminale doğru ilerliyor.Yolcusunu karşılamaya gelen masum bir adam arabası ile terminale dönen yol ayrımına doğru ilerliyor.Yan koltuğunda bir demet çiçek ve çok da kötü olmayan haberler içeren bir rapor var.Kaderler birkaç gün önce ayrıldıkları yerde kesişiyorlar ve virajda kayan otobüs otomobilin üzerine çıkıyor.Kazada ölen 7 kişiden ikisi yaklaşıyor görüşümüze : elindeki parçalanmış çiçek buketini sıkı sıkı tutan bir adam ve kan oturmuş gözlerinde özlem olan bir kadın.Görüntü dağılmaya başlıyor ve Selim gözlerini açıyor)

-“Kendime geldiğimde ise sistem ürünü bir haber bülteni sunucusu kadar uysallaşmıştım.Artık annem ve babam yoktu ; yani bazen boynumu kaldıramamanın tek sebebi ağrılar değil...Hayat bana eğilmeyi öğretti ; senin anlayacağın...”

-“Bu eski rüya neden şimdi uykularını kaçırıyor peki ? Yoksa birden aklına mı geldi ?” Mehmet’in alaylı sorusu karşısında kafasını bile kaldırmadı Selim ; sanki mecbur olduğu bir formu doldurur gibi samimiyetsiz bir ses tonuyla konuşmaya devam etti :

-“Bugüne kadar kaçmayı başardığım günün geldiğini hissediyorum[4].Şimdiye kadar kişisel hatalar sayesinde kurtulmayı başarabildim.Ama artık çok zor...Nasıl olacak bilmiyorum ; ama 7. nin yakında açılacağını hissediyorum.”

-“Bir çeşit kapı filan mı bu ? Ya da sezon gibi bir şey ?”

-“Sadece görmek isteyenlerin ve benim görebileceğim bir şey bu.Cezanın ödüle , inancın şeytana tapınmaya dönüşmesinin görkemli bir simgesi.” Kafasını kaldırdı ve arkadaşına baktı ; çok da etkilenmiş gibi görünmüyordu.Mehmet şöyle bir etrafına bakındı (sanki anlatılanlara inanmak için birden etrafında şeytanların dansetmesini bekliyor gibiydi) , sonra tekrar Selim’e döndü :

-“Bu anlattıkların ilginç şeyler...Ve bir o kadar da iştah açıcı...Haydi gel seninle bir yerde yemek yiyelim.Hem şu bahsettiğin iptal olan kutlamadan bahsederiz...”

Ona yardım edebilecek tek insandı Mehmet (ya da Mehmet diye çağırdığı bu varlık her neyse) ve onu elinden kaçırmak istemiyordu.İstemeye istemeye yerinden kalktı.

-“Önemli bir şey değildi aslında...Sadece bugün fiziksel yaş günüm oluyor...”

-“Kaç senedir bu dünyadasın yani ?” Mehmet’in yüzündeki acayip gülümseme silinmeye başlarken cevap verdi Selim :

-“43...Bugün 43 yaşına giriyorum sanırım...” [5]

-“Zaman çabuk geçiyor demek ki...Daha dün gibi hatırlıyorum ufak bir çocuk olduğunu...” Kafası halen dolu olan Selim söylendi :

-“Yetimhanede büyüdüm ben.Sen benim çocukluğumu nasıl bilebilirsin ki ?”

-“Hemen hiddetlenme dostum.Benim çocukluktan kastettiğim gençliğe giriş çağlarındı...Hatırladın mı , seninle ilk defa o yıllarda tanışmıştık...Haydi gel rahatça istediğimizi yiyebileceğimiz bir yere gidelim.İstenildiğinde kolay bulunabilen şeylere bayılıyorum...”

*

-“Kendimi öldürürüm.İnan bana yaparım.Beni rahat bırak...”

***



[1] Hicr Suresi , (44)

[2] Bu metnin bir tiyatro oyunuyla alakası yoktur.Yazar “Scene”(sahne) kavramını sadece sevdiği için kullanabilecek kadar edebiyata saygısız bir insandır ; hepsi bu.

[3] Richard Nixon. R.I.P.

[4] Tanıyacaksın her şeyi sırayla evladım , istersen bu süreci hızlandırabiliriz” “Güne$”’ten...

[5] Şu an saat 00:43....İlginç , değil mi ?

Hiç yorum yok: