Tanrıların yuzunuze bakmamayi eski bir adet, kanli bir rituel haline getirdiği zamanlarda ;
Elini sıkıca tuttuğunuz meleğin gülümsemesinde yeşerir hayatın tüm sisli sabahları.
Eliniz elindeyken, kanınıza hızla karışan huzur, rüyalarınızı neverland'e, hayatınızı rüyaların içine taşıyıverir.
Eli avucunuzda kaybolmuşken korkunuzun iliklerinizi tırmaladığı anlarda bile kapatmazsınız gözlerinizi, ve gözleriniz dünyanın tüm anlamsız kalabalıklarının ve gürültüsünün icinde bile kapanabilir rahatlıkla.
Tanrıların yüzünüze bakacak yüzü yokken, bir melek girerse eğer hayatınıza - hani olmaz ya; -
Elini asla bırakmamalısınız.
Pardon.
Size niye anlatıyorum ki bunu,
Hiç bir melek dokundu mu kanatlarınıza ?
Size kimse isteyerek dokundu mu , cennetin ve dünyanın tüm düşmüş melekleri !
24 Şubat 2007 Cumartesi
116. Sone
"Let me not to the marriage of true minds
Admit impediments, love is not love
Which alters when it alteration finds,
Or bends with the remover to remove.
O no, it is an ever-fixed mark
That looks on tempests and is never shaken;
It is the star to every wand'ring bark,
Whose worth's unknown, although his height be taken.
Love's not Time's fool, though rosy lips and cheeks
Within his bending sickle's compass come,
Love alters not with his brief hours and weeks,
But bears it out even to the edge of doom:
If this be error and upon me proved,
I never writ, nor no man ever loved."
Admit impediments, love is not love
Which alters when it alteration finds,
Or bends with the remover to remove.
O no, it is an ever-fixed mark
That looks on tempests and is never shaken;
It is the star to every wand'ring bark,
Whose worth's unknown, although his height be taken.
Love's not Time's fool, though rosy lips and cheeks
Within his bending sickle's compass come,
Love alters not with his brief hours and weeks,
But bears it out even to the edge of doom:
If this be error and upon me proved,
I never writ, nor no man ever loved."
13 Şubat 2007 Salı
3 Şubat 2007 Cumartesi
Lady Echoes..
"içimdeki duman gibi acı gidişlerin, denizlere doğru
en derininde gözlerinin gördüğüm..
bir yanı benimle ruhunun
diğer yanları terkedilmiş şehirlere yolcu..
ne senin bildiğin ne benim gördüğüm sensin, ne de ben..
ne başkası anlar bunu, ne de biz..
yansak da ateşiyle özlemenin
bizim dünyamız burda çok uzakta..
uzansak da geçmişe o gitti çoktan
bugün varız biz, yarınsa bir rüya.."
Signed By Ayca. My Angel.
en derininde gözlerinin gördüğüm..
bir yanı benimle ruhunun
diğer yanları terkedilmiş şehirlere yolcu..
ne senin bildiğin ne benim gördüğüm sensin, ne de ben..
ne başkası anlar bunu, ne de biz..
yansak da ateşiyle özlemenin
bizim dünyamız burda çok uzakta..
uzansak da geçmişe o gitti çoktan
bugün varız biz, yarınsa bir rüya.."
Signed By Ayca. My Angel.
Büyük Unutuş - Küçük Ölüm
Aşağıdaki yazıyı Ahmet Altan yazmış, bu yazıyı yazma hakkına sahip olup olmadığı bir an bile düşünmeden hemn de; pervasızca.
"Büyük unutuş
Kalabalıklar kirletir insanı.
Arınmak için yalnızlığa ihtiyacımız var.
Ve, öyle mükemmel bir yalnızlığa insan ancak başka bir insanla bütünleşerek, başka bir insanla kaynaşarak, başka bir insanın dokunuşuyla hayatı unutarak, bir başka insanın verdiği eşsiz hazla "ölerek" ulaşabilir.
Ölümün, el değmemiş berraklığına sevişmeden başka hiçbir yerde kavuşamaz insan.
Bazen, belki de ölümden korkmamalıyız diye düşünüyorum.
Bütün duygularımız, düşüncelerimiz, varlığımız ile tutunduğumuz, sonsuz bir ihtirasla ilanihaye parçası olmak istediğimiz, tüm sevdiklerimizin içinde kaldığı hayattan kopartılacağımız o anda hissedeceğimizi farz ettiğimiz acının dehşeti, yaşadığımız her saniyeye damgasını basıyor.
O kopma anı ürpertiyor bizi.
Belki de o "an" sandığımız gibi bir şey değildir.
Belki de ölüm bir zevk anıdır.
Belki de, bildiğimiz duyguların hepsinin, bir cam kırığından geçen güneş ışıkları gibi tek bir anın içinde birleşip mutlak bir hazza döndüğü andır o.
Yaşarken, ölüme geçiş anına benzeyen iki andan sürekli geçiyoruz.
Birisi uyku.
Kendi karanlığımızın içine saklanarak hayattan ayrıldığımız uyku anı huzurla dolu, en sıkıntılı zamanlarımızda bile özlediğimiz bir sığınak hepimiz için.
Diğeri ise, benzersiz bir arzuyla kendi ruhumuzu bir kağıt parçası gibi bedenimizin ateşlerine tutup yaktığımız, o ruhun derinlerinde sakladığı ne varsa; en vahşi oyunlardan zevk alan şiddet dolu canavarların, o ana kadar biriktirdiğimiz inanışların hepsini aç bir kaplan gibi tüylerini ışıldatarak parçalayan alevli ihtirasların, başka zamanlarda soğukkanlı yüz çizgilerimizin arkasında sakladığımız sabit bakışlı deliliklerin, bir kadınla bir erkek arasına konmuş bütün yasakları tutkuyla parçalayan kural tanımaz azgınlıkların, en korkunç tehlikeleri bile arzunun kavurucu ışığında bir eğlence gibi gören saldırganlıkların yıldız yağmurları gibi döküldüğü yataklarda yaşadığımız sevişmenin zirvesinden kendimizi içine bıraktığımız o karanlık yangına düşerken hissettiğimiz haz dolu yok oluş.
Yarattığı o hücrelerimize kadar işleyen sarsıntı ve uykudan daha derin karanlığıyla ölüme daha çok benzeyeni herhalde sevişme.
Zaten birçok dilde de o muhteşem ana "küçük ölüm" deniyor.
Hayatın bütün dertleriyle, acılarıyla ve o bitmez tükenmez ölüm korkusuyla baş edebilen tek duygu da bu sevişme isteği; saatlerini, bazen günlerini içinde geçirdiğin, duvarları, siyah kar taneleri gibi her biri her seferinde aynı el değmemiş saflıkla hissedilen arzulardan örülmüş o sihirli sonsuzluk mağarası.
Bütün tasaların, kederlerin, acıların, korkuların kor ateşten bir nehre düşmüş çelik parçaları gibi eriyip hazza dönüştüğü kutsal vakit.
Aynı ölüm gibi büyük bir unutuş...
Her şeyi unuturuz.
Her şeyi...
Unutmayı özlediğiniz, unutabilmek için tanrıya yakardığınız ne varsa unutabilirsiniz.
Şehvet, diğer bütün duyguları yok eder.
Bütün düşünceleri yok eder.
Bildiğiniz her şeyi yok eder.
Sizi yok eder.
Kızıl bir sisin içinde kaybolur gidersiniz.
Ölüm gibi...
Tek farkı, geri dönersiniz...
Ama mümkün olsa dönmemeyi, orada, kendi teriyle yaldızlanmış bir başka bedenin içinde kalmayı tercih edersiniz çünkü hayatın hiçbir anı size daha büyük bir haz vaat etmez.
Neden tanrı böylesine eşsiz bir hazzı hayatın içine kattı?
Çoğalmamız için mi?
Daha azı için de yapardık bunu, iyi bir yemek kadar zevk verseydi de sevişirdik.
Neden ölümle yarışacak kadar kuvvetli bir isteği ve unutuşu yerleştirdi içimize?
Niye hayatın içine "ölüme" benzer bir kayboluşu serpiştirdi?
Belki de yeni bir canlıyı yarattığımız, hayatın kaynağı olduğumuz an, ölümü de gördüğümüz, ölümle kucaklaştığımız, yaratmakla yok olmanın aynı hazdan beslendiğini hissettiğimiz andır.
Ve, belki de biz bunu bilmiyoruzdur.
Belki de defalarca ölerek, defalarca hayattan koparak, o mutlak ve hepsinden daha zevkli kopuşa hazırlıyoruz kendimizi.
Bunu bilemeyiz.
Bize kimse anlatmadı.
Anlatabilecek kimse de yok.
Sadece ölümden korkuyoruz.
Ama sevişmekten de korkuyoruz.
Bütün kutsal kitaplar, bütün ahlak sistemleri, sevişmelerimizi dizginlemeye, onları kafeslere kapatıp evcilleştirmeye, canavarlarımızı küçük kedi yavrularına çevirmeye uğraşıyorlar.
Yüzyıllardır sevişmeleri "sadakatten" yapılmış hapishanelere kapatan, sevişmeyi "ihanetle" özdeşleştiren, asıl büyük "unutuşu" sağlayan dizginsiz vahşi koşuları, sınırları belirlenmiş sakin otlaklardaki yumuşak yürüyüşlere çevirmeye çalışan biz değil miyiz?
Hazza giden yolları teker teker biz kapatmadık mı?
Herkesin, aynı sıradanlıkla, birbirine benzer biçimde sevişmesi gerektiğini neredeyse bir inanç haline biz getirmedik mi?
Sevişmelerden konuşmaktan bile korkmuyor muyuz?
Kadınları, "namusla" sevişme ikilemine biz sokmadık mı?
Bir kadının bizim kurallarımız dışında hazzı aramasını "ahlaksızlık" ilan eden biz değil miyiz?
Yeryüzünün bütün dindarları "sevişmeden" söz edilmesini bile tahammül edilemez bir günah olarak görmüyorlar mı?
Tanrı, sevişmeyi onlara en büyük "imtihan" alanı seçmişken, onlar bu imtihanı içlerinde var olan arzularla yüzleşerek ve bu arzunun üstesinden gelerek kazanmak yerine, bu arzuyu tümüyle yok sayarak, reddederek, kendi doğasını inkar ederek kazanmaya çabalamıyor mu?
En fazla yalan sevişmeler konusunda söylenmiyor mu?
Herkes en kuvvetli duyguları sevişme konusunda hissederken, birçoğumuz böyle bir duygusu hiç yokmuş gibi davranmıyor mu?
Biliyor musunuz, belki de ölümden bu kadar çok korkmamızın nedeni, kendi şehvetimizi doğallıkla yaşamamıza koyduğumuz engeller, "küçük ölümlerle" gerçek ölüme alışma olanaklarımızı azaltan yasaklarımızdır.
Hayattan da belki bu yüzden böylesine korkuyoruz.
Ölümle hayatın birbirine değdiği o muhteşem anın sınırlarını daralttıkça ikisini birbirinden koparıyor ve ikisinden de korkuyoruz.
Tek kurtarıcımız edebiyat.
Sadece orada sevişmeleri, bütün insanların bu ortak "günahını" açıkça görebiliyor, onun doğallığını, bir insanın bir başka insana dokunarak nasıl değiştiğini, bu müthiş değişimin yarattığı sarsıntıları, zavallı bir canlı olmanın çaresiz güçsüzlüğünden nasıl kurtulduğunu, nasıl mitolojik bir tanrıya ya da tanrıçaya dönüştüğünü, hayatın ve ölümün kaynağındaki o kutsal ırmakta yıkanarak nasıl kendinden, geçmişinden, korkularından arındığını, bir bedenden bir bedene hayatın ve ölümün dokunuşlarla, öpüşmelerle, sarılışlarla nasıl aktığını, kadınların ölüme ve hayata aynı anda dokundukları o muhteşem anda nasıl çığlıklarla yağmurlara, bulutlara karıştığını, en şiddetli birleşmelerde bile isteğin saflığından doğan o masumiyetin insanları nasıl vahşetleriyle masumlaştırdığını okuyoruz.
Kadınların, başka hiçbir zaman, başka hiçbir yerde söyleyemeyecekleri sözcükleri fısıldayan dudakları, onların içlerinde bir başka canlı gibi taşıdıkları dişiliklerini ılık ve telaşlı soluklarıyla nasıl yeniden doğuruyor, terli saç dipleri, istekle gerilen bereketli kasıkları, kapanan gözleriyle ölümün büyük unutuşuna dokunarak, nasıl yeni bir hayata ancak "küçük ölümle" ölerek can veriyor; bunu bize, sevişmenin bir şelaleden akan nilüferleri andıran gizemli estetiğiyle başka ne anlatabilir?
Sevişirken insanın en masum, en doğal, en içten haline kavuştuğunu, kıvranan, kıpırdanan, savrulan bedeniyle, içinde yıldız çiçekleri taşıyan bir tohum gibi yırtılıp en derininde saklı olan tanrısal varlığı ortaya çıkardığını, bütün kirli duygularıyla düşüncelerinden ancak burada kurtulduğuna başka nasıl ikna olabiliriz?
Kalabalıklar kirletir insanı.
Arınmak için yalnızlığa ihtiyacımız var.
Ve, öyle mükemmel bir yalnızlığa insan ancak başka bir insanla bütünleşerek, başka bir insanla kaynaşarak, başka bir insanın dokunuşuyla hayatı unutarak, bir başka insanın verdiği eşsiz hazla "ölerek" ulaşabilir.
Ölümün, el değmemiş berraklığına sevişmeden başka hiçbir yerde kavuşamaz insan.
Hayat, ne bulursa içine alan çamurlu bir nehir gibi akar, yaşayan herkese o nehrin sularından bir şeyler bulaşır, biraz çamurlanırız hepimiz.
Ölüm temizdir.
Ölmeden ölmenin mümkün olduğu tek yer ise şehvetimizdir.
İnsanoğlunun en çok utandığı ve en çok korktuğu duygusu.
Ölümü gördüğümüzde hayatta önemli olan her şey önemini kaybeder.
Belki şehvetten de bunun için korkuyoruz.
Hayatın önemli olması gerektiğine inandığımız bütün tuhaflıklarını önemsizleştirdiği için.
Savaşların, cinayetlerin, iktidar kavgalarının, servetlerin ne önemi var bir insan şehvetin perilerle, yıldızlarla, denizkızlarıyla, canavarlarla, sihirli ormanlarla, şarkı söyleyen ağaçlarla dolu esrarengiz dünyasına daldığında.
"Küçük ölüme" doğru yola çıktığınızda, dokunduğunuz bedenin her kıvrımında bir başka macera, bir başka tehlike, bir başka ürperti hissederek, sıcak kumlara gömülüp her kımıldanışta kendinizden başka biri olarak daha derinlere dalarak, bütün evrenin kara bir deliğe doğru kayıp tek bir ışığa, tek bir parlak yıldıza dönüştüğünü görerek kendi ölümünüze yaklaştığınızda, sizin için, içinde bütün evreni taşıyan o tek ve parlak yıldızdan daha önemli ne olabilir?
Sonra o an gelir.
O tek ışığa değersiniz.
Değdiğiniz bütün bir evrendir.
Ve, onun, parıltısıyla sizi sonsuz bir karanlık gibi emip içine alan evrenin parçası olursunuz.
Ölürsünüz o anda.
Ölüm, evrenle bütünleşmektir.
Sevişmek de, aynen ölüm gibi, bir insanla değil bütün bir evrenle bütünleşmektir, onun için öylesine karanlık, öylesine yakıcı, öylesine sonsuz, öylesine tanrısaldır.
Sonra sizi o yıldıza götüren, sizi evrenin bir parçası yapan bedene sarılıp yattığınızda hissettiğiniz yorgunluk bedenin yorgunluğu değildir, hissettiğiniz, sınırsız bir evreni kendi içine alan ruhunuzun yaşadığı büyük serüvenin geride bıraktığı muhteşem yorgunluğudur.
Yeni doğmuş bir bebek gibi yeniden dönersiniz hayata.
Ölmüş ve doğmuşsunuzdur.
Defalarca biçim değiştirmişsinizdir.
Ruhunuz, titremelerle, inlemelerle sürekli olarak kendinden soyunmuş, bedeniniz gibi çırılçıplak kalana kadar çeşitli menzillerden geçmiş, her menzilde başka bir kılıkta, başka bir renkte görünmüş, kah şefkatli, kah sevecen, kah vahşi, kah canavar, kah köle, kah zalim olmuş, sonunda ölümün saflığına kavuşmuştur.
Büyük bir maceradır sevişmek.
Bedenin önce, ruhun sonra soyunduğu ve birlikte koştukları, sonunda birlikte yok oldukları bir macera.
Bir yıldız yolculuğu.
Bir ölüm.
Zaman kaybolmuştur.
Bütün biçimler kaybolmuştur.
Her şeye biraz şaşkınlıkla, yeniden tanımaya çalışarak bakarsınız.
Hayat titrek adımlarla geri döner.
Sizde, tüm evreni tek bir yıldıza çevirip, ona dokunmuş birinin huzurlu ve sakin mutluluğu vardır.
Ölümden korkmazsınız o anda.
Hiçbir şeyden korkmazsınız.
Küçük sızılarla bedeninizle ruhunuz yeniden birbiriyle buluşur, birbirinin içine yerleşir.
Bütün vahşetiniz, şiddetiniz, canavarlarınız, perileriniz yeniden kendi kuytuluklarına çekilirler.
Derin bir sessizlik kaplar içinizi.
Bir anlığına kendi sesinizi bile kaybedersiniz.
Sonra sesler duyulur yeniden.
Bunlar bildiğiniz, tanıdığınız, her gün birlikte olduğunuz seslerdir.
Hayata dönmeye başlamışsınızdır.
O "küçük ölümün" memnuniyetini hálá hatırlar, hayatı biraz küçümsersiniz.
Derin, hoşnut bir nefes alırsınız.
Yanınıza döner bu yolculuğa çıkarken size yol arkadaşlığı yapana minnetle bakarsınız.
Ruhlarınızın giyinmeye başladığını tuhaf bir acıyla hissedersiniz.
Biraz sonra bedenleriniz de kapanacaktır.
İki ayrı insana dönüşeceksinizdir.
Bu her zaman şaşırtıcı ve biraz acıklıdır.
Yeniden kapanan ruhunuzda ve bedeninizde ise sizinle birlikte bütünleşip, sizinle birlikte parçalanan evrenin yarattığı sızılı bir hazzın izleri durmaktadır hálá.
Belki de ölüm işte böyle bir şeydir.
Bütün kainatın içinde toplandığı bir yıldıza dokunmak, mutlak ve sonsuz bir haz duyarak o yıldızın parçası olmaktır.
Belki de güzel bir şeydir ölüm.
"Küçük ölüm" böylesine muhteşem olduğuna göre...
O belki de daha muhteşemdir..."
"Büyük unutuş
Kalabalıklar kirletir insanı.
Arınmak için yalnızlığa ihtiyacımız var.
Ve, öyle mükemmel bir yalnızlığa insan ancak başka bir insanla bütünleşerek, başka bir insanla kaynaşarak, başka bir insanın dokunuşuyla hayatı unutarak, bir başka insanın verdiği eşsiz hazla "ölerek" ulaşabilir.
Ölümün, el değmemiş berraklığına sevişmeden başka hiçbir yerde kavuşamaz insan.
Bazen, belki de ölümden korkmamalıyız diye düşünüyorum.
Bütün duygularımız, düşüncelerimiz, varlığımız ile tutunduğumuz, sonsuz bir ihtirasla ilanihaye parçası olmak istediğimiz, tüm sevdiklerimizin içinde kaldığı hayattan kopartılacağımız o anda hissedeceğimizi farz ettiğimiz acının dehşeti, yaşadığımız her saniyeye damgasını basıyor.
O kopma anı ürpertiyor bizi.
Belki de o "an" sandığımız gibi bir şey değildir.
Belki de ölüm bir zevk anıdır.
Belki de, bildiğimiz duyguların hepsinin, bir cam kırığından geçen güneş ışıkları gibi tek bir anın içinde birleşip mutlak bir hazza döndüğü andır o.
Yaşarken, ölüme geçiş anına benzeyen iki andan sürekli geçiyoruz.
Birisi uyku.
Kendi karanlığımızın içine saklanarak hayattan ayrıldığımız uyku anı huzurla dolu, en sıkıntılı zamanlarımızda bile özlediğimiz bir sığınak hepimiz için.
Diğeri ise, benzersiz bir arzuyla kendi ruhumuzu bir kağıt parçası gibi bedenimizin ateşlerine tutup yaktığımız, o ruhun derinlerinde sakladığı ne varsa; en vahşi oyunlardan zevk alan şiddet dolu canavarların, o ana kadar biriktirdiğimiz inanışların hepsini aç bir kaplan gibi tüylerini ışıldatarak parçalayan alevli ihtirasların, başka zamanlarda soğukkanlı yüz çizgilerimizin arkasında sakladığımız sabit bakışlı deliliklerin, bir kadınla bir erkek arasına konmuş bütün yasakları tutkuyla parçalayan kural tanımaz azgınlıkların, en korkunç tehlikeleri bile arzunun kavurucu ışığında bir eğlence gibi gören saldırganlıkların yıldız yağmurları gibi döküldüğü yataklarda yaşadığımız sevişmenin zirvesinden kendimizi içine bıraktığımız o karanlık yangına düşerken hissettiğimiz haz dolu yok oluş.
Yarattığı o hücrelerimize kadar işleyen sarsıntı ve uykudan daha derin karanlığıyla ölüme daha çok benzeyeni herhalde sevişme.
Zaten birçok dilde de o muhteşem ana "küçük ölüm" deniyor.
Hayatın bütün dertleriyle, acılarıyla ve o bitmez tükenmez ölüm korkusuyla baş edebilen tek duygu da bu sevişme isteği; saatlerini, bazen günlerini içinde geçirdiğin, duvarları, siyah kar taneleri gibi her biri her seferinde aynı el değmemiş saflıkla hissedilen arzulardan örülmüş o sihirli sonsuzluk mağarası.
Bütün tasaların, kederlerin, acıların, korkuların kor ateşten bir nehre düşmüş çelik parçaları gibi eriyip hazza dönüştüğü kutsal vakit.
Aynı ölüm gibi büyük bir unutuş...
Her şeyi unuturuz.
Her şeyi...
Unutmayı özlediğiniz, unutabilmek için tanrıya yakardığınız ne varsa unutabilirsiniz.
Şehvet, diğer bütün duyguları yok eder.
Bütün düşünceleri yok eder.
Bildiğiniz her şeyi yok eder.
Sizi yok eder.
Kızıl bir sisin içinde kaybolur gidersiniz.
Ölüm gibi...
Tek farkı, geri dönersiniz...
Ama mümkün olsa dönmemeyi, orada, kendi teriyle yaldızlanmış bir başka bedenin içinde kalmayı tercih edersiniz çünkü hayatın hiçbir anı size daha büyük bir haz vaat etmez.
Neden tanrı böylesine eşsiz bir hazzı hayatın içine kattı?
Çoğalmamız için mi?
Daha azı için de yapardık bunu, iyi bir yemek kadar zevk verseydi de sevişirdik.
Neden ölümle yarışacak kadar kuvvetli bir isteği ve unutuşu yerleştirdi içimize?
Niye hayatın içine "ölüme" benzer bir kayboluşu serpiştirdi?
Belki de yeni bir canlıyı yarattığımız, hayatın kaynağı olduğumuz an, ölümü de gördüğümüz, ölümle kucaklaştığımız, yaratmakla yok olmanın aynı hazdan beslendiğini hissettiğimiz andır.
Ve, belki de biz bunu bilmiyoruzdur.
Belki de defalarca ölerek, defalarca hayattan koparak, o mutlak ve hepsinden daha zevkli kopuşa hazırlıyoruz kendimizi.
Bunu bilemeyiz.
Bize kimse anlatmadı.
Anlatabilecek kimse de yok.
Sadece ölümden korkuyoruz.
Ama sevişmekten de korkuyoruz.
Bütün kutsal kitaplar, bütün ahlak sistemleri, sevişmelerimizi dizginlemeye, onları kafeslere kapatıp evcilleştirmeye, canavarlarımızı küçük kedi yavrularına çevirmeye uğraşıyorlar.
Yüzyıllardır sevişmeleri "sadakatten" yapılmış hapishanelere kapatan, sevişmeyi "ihanetle" özdeşleştiren, asıl büyük "unutuşu" sağlayan dizginsiz vahşi koşuları, sınırları belirlenmiş sakin otlaklardaki yumuşak yürüyüşlere çevirmeye çalışan biz değil miyiz?
Hazza giden yolları teker teker biz kapatmadık mı?
Herkesin, aynı sıradanlıkla, birbirine benzer biçimde sevişmesi gerektiğini neredeyse bir inanç haline biz getirmedik mi?
Sevişmelerden konuşmaktan bile korkmuyor muyuz?
Kadınları, "namusla" sevişme ikilemine biz sokmadık mı?
Bir kadının bizim kurallarımız dışında hazzı aramasını "ahlaksızlık" ilan eden biz değil miyiz?
Yeryüzünün bütün dindarları "sevişmeden" söz edilmesini bile tahammül edilemez bir günah olarak görmüyorlar mı?
Tanrı, sevişmeyi onlara en büyük "imtihan" alanı seçmişken, onlar bu imtihanı içlerinde var olan arzularla yüzleşerek ve bu arzunun üstesinden gelerek kazanmak yerine, bu arzuyu tümüyle yok sayarak, reddederek, kendi doğasını inkar ederek kazanmaya çabalamıyor mu?
En fazla yalan sevişmeler konusunda söylenmiyor mu?
Herkes en kuvvetli duyguları sevişme konusunda hissederken, birçoğumuz böyle bir duygusu hiç yokmuş gibi davranmıyor mu?
Biliyor musunuz, belki de ölümden bu kadar çok korkmamızın nedeni, kendi şehvetimizi doğallıkla yaşamamıza koyduğumuz engeller, "küçük ölümlerle" gerçek ölüme alışma olanaklarımızı azaltan yasaklarımızdır.
Hayattan da belki bu yüzden böylesine korkuyoruz.
Ölümle hayatın birbirine değdiği o muhteşem anın sınırlarını daralttıkça ikisini birbirinden koparıyor ve ikisinden de korkuyoruz.
Tek kurtarıcımız edebiyat.
Sadece orada sevişmeleri, bütün insanların bu ortak "günahını" açıkça görebiliyor, onun doğallığını, bir insanın bir başka insana dokunarak nasıl değiştiğini, bu müthiş değişimin yarattığı sarsıntıları, zavallı bir canlı olmanın çaresiz güçsüzlüğünden nasıl kurtulduğunu, nasıl mitolojik bir tanrıya ya da tanrıçaya dönüştüğünü, hayatın ve ölümün kaynağındaki o kutsal ırmakta yıkanarak nasıl kendinden, geçmişinden, korkularından arındığını, bir bedenden bir bedene hayatın ve ölümün dokunuşlarla, öpüşmelerle, sarılışlarla nasıl aktığını, kadınların ölüme ve hayata aynı anda dokundukları o muhteşem anda nasıl çığlıklarla yağmurlara, bulutlara karıştığını, en şiddetli birleşmelerde bile isteğin saflığından doğan o masumiyetin insanları nasıl vahşetleriyle masumlaştırdığını okuyoruz.
Kadınların, başka hiçbir zaman, başka hiçbir yerde söyleyemeyecekleri sözcükleri fısıldayan dudakları, onların içlerinde bir başka canlı gibi taşıdıkları dişiliklerini ılık ve telaşlı soluklarıyla nasıl yeniden doğuruyor, terli saç dipleri, istekle gerilen bereketli kasıkları, kapanan gözleriyle ölümün büyük unutuşuna dokunarak, nasıl yeni bir hayata ancak "küçük ölümle" ölerek can veriyor; bunu bize, sevişmenin bir şelaleden akan nilüferleri andıran gizemli estetiğiyle başka ne anlatabilir?
Sevişirken insanın en masum, en doğal, en içten haline kavuştuğunu, kıvranan, kıpırdanan, savrulan bedeniyle, içinde yıldız çiçekleri taşıyan bir tohum gibi yırtılıp en derininde saklı olan tanrısal varlığı ortaya çıkardığını, bütün kirli duygularıyla düşüncelerinden ancak burada kurtulduğuna başka nasıl ikna olabiliriz?
Kalabalıklar kirletir insanı.
Arınmak için yalnızlığa ihtiyacımız var.
Ve, öyle mükemmel bir yalnızlığa insan ancak başka bir insanla bütünleşerek, başka bir insanla kaynaşarak, başka bir insanın dokunuşuyla hayatı unutarak, bir başka insanın verdiği eşsiz hazla "ölerek" ulaşabilir.
Ölümün, el değmemiş berraklığına sevişmeden başka hiçbir yerde kavuşamaz insan.
Hayat, ne bulursa içine alan çamurlu bir nehir gibi akar, yaşayan herkese o nehrin sularından bir şeyler bulaşır, biraz çamurlanırız hepimiz.
Ölüm temizdir.
Ölmeden ölmenin mümkün olduğu tek yer ise şehvetimizdir.
İnsanoğlunun en çok utandığı ve en çok korktuğu duygusu.
Ölümü gördüğümüzde hayatta önemli olan her şey önemini kaybeder.
Belki şehvetten de bunun için korkuyoruz.
Hayatın önemli olması gerektiğine inandığımız bütün tuhaflıklarını önemsizleştirdiği için.
Savaşların, cinayetlerin, iktidar kavgalarının, servetlerin ne önemi var bir insan şehvetin perilerle, yıldızlarla, denizkızlarıyla, canavarlarla, sihirli ormanlarla, şarkı söyleyen ağaçlarla dolu esrarengiz dünyasına daldığında.
"Küçük ölüme" doğru yola çıktığınızda, dokunduğunuz bedenin her kıvrımında bir başka macera, bir başka tehlike, bir başka ürperti hissederek, sıcak kumlara gömülüp her kımıldanışta kendinizden başka biri olarak daha derinlere dalarak, bütün evrenin kara bir deliğe doğru kayıp tek bir ışığa, tek bir parlak yıldıza dönüştüğünü görerek kendi ölümünüze yaklaştığınızda, sizin için, içinde bütün evreni taşıyan o tek ve parlak yıldızdan daha önemli ne olabilir?
Sonra o an gelir.
O tek ışığa değersiniz.
Değdiğiniz bütün bir evrendir.
Ve, onun, parıltısıyla sizi sonsuz bir karanlık gibi emip içine alan evrenin parçası olursunuz.
Ölürsünüz o anda.
Ölüm, evrenle bütünleşmektir.
Sevişmek de, aynen ölüm gibi, bir insanla değil bütün bir evrenle bütünleşmektir, onun için öylesine karanlık, öylesine yakıcı, öylesine sonsuz, öylesine tanrısaldır.
Sonra sizi o yıldıza götüren, sizi evrenin bir parçası yapan bedene sarılıp yattığınızda hissettiğiniz yorgunluk bedenin yorgunluğu değildir, hissettiğiniz, sınırsız bir evreni kendi içine alan ruhunuzun yaşadığı büyük serüvenin geride bıraktığı muhteşem yorgunluğudur.
Yeni doğmuş bir bebek gibi yeniden dönersiniz hayata.
Ölmüş ve doğmuşsunuzdur.
Defalarca biçim değiştirmişsinizdir.
Ruhunuz, titremelerle, inlemelerle sürekli olarak kendinden soyunmuş, bedeniniz gibi çırılçıplak kalana kadar çeşitli menzillerden geçmiş, her menzilde başka bir kılıkta, başka bir renkte görünmüş, kah şefkatli, kah sevecen, kah vahşi, kah canavar, kah köle, kah zalim olmuş, sonunda ölümün saflığına kavuşmuştur.
Büyük bir maceradır sevişmek.
Bedenin önce, ruhun sonra soyunduğu ve birlikte koştukları, sonunda birlikte yok oldukları bir macera.
Bir yıldız yolculuğu.
Bir ölüm.
Zaman kaybolmuştur.
Bütün biçimler kaybolmuştur.
Her şeye biraz şaşkınlıkla, yeniden tanımaya çalışarak bakarsınız.
Hayat titrek adımlarla geri döner.
Sizde, tüm evreni tek bir yıldıza çevirip, ona dokunmuş birinin huzurlu ve sakin mutluluğu vardır.
Ölümden korkmazsınız o anda.
Hiçbir şeyden korkmazsınız.
Küçük sızılarla bedeninizle ruhunuz yeniden birbiriyle buluşur, birbirinin içine yerleşir.
Bütün vahşetiniz, şiddetiniz, canavarlarınız, perileriniz yeniden kendi kuytuluklarına çekilirler.
Derin bir sessizlik kaplar içinizi.
Bir anlığına kendi sesinizi bile kaybedersiniz.
Sonra sesler duyulur yeniden.
Bunlar bildiğiniz, tanıdığınız, her gün birlikte olduğunuz seslerdir.
Hayata dönmeye başlamışsınızdır.
O "küçük ölümün" memnuniyetini hálá hatırlar, hayatı biraz küçümsersiniz.
Derin, hoşnut bir nefes alırsınız.
Yanınıza döner bu yolculuğa çıkarken size yol arkadaşlığı yapana minnetle bakarsınız.
Ruhlarınızın giyinmeye başladığını tuhaf bir acıyla hissedersiniz.
Biraz sonra bedenleriniz de kapanacaktır.
İki ayrı insana dönüşeceksinizdir.
Bu her zaman şaşırtıcı ve biraz acıklıdır.
Yeniden kapanan ruhunuzda ve bedeninizde ise sizinle birlikte bütünleşip, sizinle birlikte parçalanan evrenin yarattığı sızılı bir hazzın izleri durmaktadır hálá.
Belki de ölüm işte böyle bir şeydir.
Bütün kainatın içinde toplandığı bir yıldıza dokunmak, mutlak ve sonsuz bir haz duyarak o yıldızın parçası olmaktır.
Belki de güzel bir şeydir ölüm.
"Küçük ölüm" böylesine muhteşem olduğuna göre...
O belki de daha muhteşemdir..."
Neverland.
- Neredeyiz ?
- Bilmek, mutluluğa götürecek mi seni ?
- Nasıl geldik buraya ?
- Mum ışığı kesti ayaklarımızı yerden, ellerimizle kanatlandık, ve kanatlarımız açıldıkça daha çabuk tırmandık bulutlardan oluşan merdivenleri.
- Nereye gidiyoruz?
- Ayışığına. Kimsenin uğramadığı kumsallara. Tanımadığın insanlar içini acıtan şarkılar çalarken sana, kimin yaptığını bilmediğin bir duvar resminin karşısına çakılı kaldığın arka sokaklara. Kalabalığın içindeki yalnızlığa gidiyoruz, gürültünün içindeki huzura, mutluluğun içindeki huzura.
- Kimsin sen?
- Kaybettiğini arayan ve korkmuş bir çocuk, kanatlarını kullanmayı unutmuş paslı bir melek, iyileşmeye pek niyeti olmayan bir yara.
- Kimim ben?
- Kayıp ama korkmaya hiç niyeti olmayan bir çocuk, insanlar kanatlarına dokunurken gözlerini kapatmadıkları için uçmak istemeyen bir melek, yaralı bir deniz kızı.Alice.
- Beni nereden tanıyorsun ?
- Rüyalardan , yaşanmış ve gökyüzünde birer sedadan ibaret kalmış hayatlardan. Belki hepimizin geldiği derin, berrak kaynaktan.
- Neden daha önce bulmadın beni?
- Kabuslardan, yaşanmak zorunda olan ve tozlu bir zımpara gibi ruhlarımızı törpüleyerek kan içinde bırakan hayattan. Belki de seninle birlikte hepimizin geldiği kaynağı bulmaktan korktuğumdan.
**
Her ne kadar biz zerre kadar hissetmesek de tüm kareleri yukarı aşağı sürekli hareket eden bir satranç tahtası gibi huzursuzca kıpırdanıyordu dünya etrafımızda, ve ben cevaplarını bilmediklerim dahil tüm sorularına cevap verdim. Gözlerim içine akarken , eli elimde, saçlarından dökülen yıldızların sesi kulaklarımda, ayın karanlık yüzünden kanatlarına süzülen serin rüzgar tenimdeyken dinledim onu.
**
Daha neler mi söyledi bana ?
Hayatından bahsetti bana. Hayatımdan.
...
- Bilmek, mutluluğa götürecek mi seni ?
- Nasıl geldik buraya ?
- Mum ışığı kesti ayaklarımızı yerden, ellerimizle kanatlandık, ve kanatlarımız açıldıkça daha çabuk tırmandık bulutlardan oluşan merdivenleri.
- Nereye gidiyoruz?
- Ayışığına. Kimsenin uğramadığı kumsallara. Tanımadığın insanlar içini acıtan şarkılar çalarken sana, kimin yaptığını bilmediğin bir duvar resminin karşısına çakılı kaldığın arka sokaklara. Kalabalığın içindeki yalnızlığa gidiyoruz, gürültünün içindeki huzura, mutluluğun içindeki huzura.
- Kimsin sen?
- Kaybettiğini arayan ve korkmuş bir çocuk, kanatlarını kullanmayı unutmuş paslı bir melek, iyileşmeye pek niyeti olmayan bir yara.
- Kimim ben?
- Kayıp ama korkmaya hiç niyeti olmayan bir çocuk, insanlar kanatlarına dokunurken gözlerini kapatmadıkları için uçmak istemeyen bir melek, yaralı bir deniz kızı.Alice.
- Beni nereden tanıyorsun ?
- Rüyalardan , yaşanmış ve gökyüzünde birer sedadan ibaret kalmış hayatlardan. Belki hepimizin geldiği derin, berrak kaynaktan.
- Neden daha önce bulmadın beni?
- Kabuslardan, yaşanmak zorunda olan ve tozlu bir zımpara gibi ruhlarımızı törpüleyerek kan içinde bırakan hayattan. Belki de seninle birlikte hepimizin geldiği kaynağı bulmaktan korktuğumdan.
**
Her ne kadar biz zerre kadar hissetmesek de tüm kareleri yukarı aşağı sürekli hareket eden bir satranç tahtası gibi huzursuzca kıpırdanıyordu dünya etrafımızda, ve ben cevaplarını bilmediklerim dahil tüm sorularına cevap verdim. Gözlerim içine akarken , eli elimde, saçlarından dökülen yıldızların sesi kulaklarımda, ayın karanlık yüzünden kanatlarına süzülen serin rüzgar tenimdeyken dinledim onu.
**
Daha neler mi söyledi bana ?
Hayatından bahsetti bana. Hayatımdan.
...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)