$2.99

28 Aralık 2006 Perşembe

Wah Pedalının Kendini Soloda Tekrar Yarattığı An.

you'd love to be so far away
it's not a long way to go, it's gonna end in your pain
greet open handed stranger
create the turmoil, you're not sane
i want the last one to go to embers will revive,
so stay

you want to live a life time each and every day

you've struggled before, i swear to do it again
you've told it before till i, until i'm weakened and sore

seek hallowed land

you'd love to see right through my veins
the pale reflection tells all, predomination's sustain
crawl over land or mountain in
sight the ultimate escape
a silhouette subsiding, enticed unable to relate

you want to live a lifetime each and every day

you've beckoned before, you'll never do it again
you've prayed before who are the prayers for

beg one the fools that lead me - i need not to know
accept reclining spirit i need to endure
you try to live a lifetime each and every day
in this short time of promise, you're a memory...

Paradise Lost - Hallowed Land.

24 Aralık 2006 Pazar

Live Free, or Die Hard

Hayatımın ilk ve en önemli aksiyon filmiydi Die Hard, lise sıralarının üzerine adını kazıdığımı hatırlıyorum. İlkinin üzerinden 18 yıl geçtikten sonra, 4 Temmuz 2007'de serinin dördüncü filmini izleyebileceğiz.

Fragman aşağıda , ben filmin nasıl bir bakış açısına sahip olduğu konusunda fragmandan ve özellikle filmin adından kıllansam da; gördüğümüz en iyi aksiyon filmlerinden biri olacak gibi görünüyor.

McClane artık iyice kaşarlanmış olmalı, With a Vengeance'de ilk iki filmdeki çekingenliği ve sersemliği üzerinden nasıl atmış olduğunu hatırlarsak, bu filmden beklentilerimizin yükselmesi için ortaya bir sebep daha çıkıyor demektir.

23 Aralık 2006 Cumartesi

Atla Gel Şaban

Kemal Sunal, büyük bir yetenek olmasının yanı sıra, büyük oyuncuları büyük filmlerde buluşturmak gibi tali bir görevi başarıyla yerine getirmiş bir oyuncu. Süt Kardeşler, Davaro, Kibar Feyzo ilk aklıma gelenler.

Bir de Atla Gel Şaban var tabii, nasıl unutabiliriz.

Kemal Sunal'ın Natuk Baytan dönemine ait filmlerden biri olan Şiki Şiki Baba, bugüne dek izlediğim en iyi komedilerden biri. Senaryosu Aydemir Akbaş'a ait olan film, basit bir durum komedisinin kaliteli oyunculuk ve iyi yönetimle birleştirildiğinde ne kadar farklı yerlere gidebileceğinin en güzel kanıtı olarak Türk Sinema tarihinde gururla duruyor.

Şiki Şiki Baba dediğim zaman, unutmuş olanlar varsa onlar bile hatırlayacaktır. Bakınız, filmdeki unutulmaz performanslardan biri;



Dinçer Çekmez'ın performansına özellikle dikkat etmenizi istiyorum; sakin olmaya çalışması, dönüp arkaya baktığı anlar, arkaya bakmadan konuştuğu anlar sinema tarihine geçecek kadar başarılı. Azap içinde bir insanın kızgınlık ve çaresizlik içerisinde gidip gelmesini bu kadar başarılı ve bu kadar komik özetleyebilen çok az oyuncu gördüm bugüne kadar, Dinçer abi bunlardan biri. Kendisini en son Kerem Alışık'ın oynadığı bir dizide görebilmişiz, tabii ben en son Şaban Askerde isimli faciadan hatırlıyorum. Bu sahnede sessiz bir rolde rahmetli Erdoğan Dikmen'i de görüyoruz hatta. Kamera hareketleri fantastik, Kemal Sunal'ın önünden filenin sallandırıldığı sahne, ve önde oturan şahsın ( adını ne yazık ki bulamadım ama amca yardırmış ) birden başörtülü olarak çıkması inanılmaz birer tat katmış.

"- Kocakarı, dedikodu yap.
- Ah dostlar, bende bir gelin var, düşman başına...
- Daha kırıt."

Dinçer Çekmez, "Kel, şarkıya başla!" talimatı üzerine la havle çekerek önüne dönüyor ya, işte bunu okulda öğretemezsiniz, şu anda televizyonlarda izlemekte olduğumuz mafya-ağa-orospu-150.000 dolar versem benimle yatar mısın dizilerinin hiçbirinde de bulamazsınız.

Bir de buradan buyrun, kopuşlardan kopuş beğenin.



Dikkaaaaat, Yüksel Gözen geliyoor ve hızla geçiyor ! Diyaloğun karaktere verdiği derinliği usta oyuncunun nasıl yansıtttığını farketmemek mümkün değil. Belki de defalarca izlediğiniz için; televizyonlar tarafından ucuzlatılmış olması sebebiyle sıradan bir film olarak göreceğiniz "Atla Gel Şaban"da, bu oyuncu kısa kısa sahnelerde oyunculuk dersi vermiş. 91 yılında vefat etmiş olan oyuncunun adını ilk defa duyduğunuza bahse girebilirim. Özcan Deniz desem, Haluk Bilginer desem hepiniz sıraya girersiniz, o da ayrı bir konu.

Günümüz terimleriyle değerlendirdiğimizde mafya üyesi olarak adlandırılacak bir karakter, kafasına başörtüsünü geçirdiği an birden değişiyor, eski minibüslerden, minibüse binen yakışıklı erkeklerden, orasını burasını elleyenlerden bahsetmeye başlıyor. Karakterin içindeki kadın konuşmakta artık, yüz hatlarının hareket edişinden o an Yüksel Gözen'in artık oynadığı mafya üyesi, mafya üyesinin de derinlerinde saklamakta olduğu kadın haline geldiğini hissetmek; işte sinemanın ve sinemada büyük bir oyuncu izlemenin büyüsü tam da burada. Minibüs simülasyonunun ikinci gerçekleşmesi sırasında başörtüsünü kimse uyarmadan kendi takıyor, artık o anı onun da heyecanla beklediği apaçık ortada. Derinliğe bakın, inanılmaz.

Geçtiğimiz birkaç yıl için konuşsaydık, Türk Sinemasının zorlu bir yol ayrımında olduğunu söyleyebilirdik. Bir tarafta insanların yüreklerini koyarak, bu topraklardan kopardıkları parçalarla bezeyerek yaptıkları filmlerin, bir tarafta da "Dışarıda bu işler nasıl yapılıyor?" diye kafa patlatan, kimi para kazanabilmek için, kimi de çok beğendiği Fransız filmleri gibi ağır alt metinlere sahip filmler çekebilmek için çırpınan yönetmenlerin filmlerinin olduğu - pek homojen sayılmayan - iki cepheli yapı; bugün çökmüş durumda.

Sinemamız , iki taraftan birini seçerek ilerlemek yerine, evrim geçirerek ilerlemeyi tercih etti. İşte bu sebepten, artık Küçük Kıyamet gibi efekt zengini filmler izleyebiliyoruz, senaryoları ne kadar boş ve basit olsa da. Ve bu sebepten, Serdar Akar mümkün olduğunca stilize etmeye çalıştığı sinemasını önemseyerek hala başarılı filmler çekmeye devam ediyor. Basit, avam, ne sanatsal ve ne sosyal hiçbir yenilik getirmeyen dizilerden kazanılan paralar artık sadece bu iki kanala doğru akıyor.

Bunlardan hangisi denize ulaşmaya daha yakın peki derseniz, net bir fikrim olduğunu söyleyemem. Ama şurası kesin ki, ben sinemada görsellik karşısında diz çökmektense ağır ve iyi örülmüş bir kurgu karşısında ezilmeyi tercih ediyorum.

Bunu anlayanlar , neden Atla Gel Şaban'ın benim için bu kadar önemli olduğunu, Yüksel Gözen'e böylesine bir saygıyla yaklaştığımı da anlayacaktır.


Bonus 1 :



Bonus 2 :

Yeni bir Blog - Hemzemin

Bugün şans eseri bir blog farkettim, hemzemin, biri Amak-ı Hayal'den olmak üzere iki alıntıyla giriş yapmış. Eğer böyle devam edecekse, sık sık ziyaret edeceğiz demektir. Tebrikler.

İhsan Oktay Anar'ın kaleminden Çaldıran meydan muharebesi, vaktiniz varsa muhakkak okuyun.




Buradan.

22 Aralık 2006 Cuma

Lemmy Ayar Veriyor!

Hehe, başlık biraz televole tarzı oldu; farkındayım ama yazmış bulunduk artık.



Bu video, Motorhead'in Almanya'da TV Stockcar Challenge organizasyonunda verdiği ufak konserden alınmış bir görüntü. Playback yapıldığı söyleniyor ama, sanmıyorum. Lemmy'nin albümdeki kaydıyla buradaki kayıt arasında yer yer farklılıklar var, pek playback yok gibi.

Asıl önemli nokta, çalınan şarkıda bence. Sözler aşağıda, bakın bakalım; Lemmy Sword of Glory çalarak -istemeden de olsa- Almanlara nasıl bir mesaj vermiş olabilir ;

"isten,

where are we to go from here in time,
do you see the future, do you know,
what can you expect from years to come,
and what can you do now to make it so,

all of history is there for you,
all the deeds done in the world are mad
if you don't know what has gone before,
you'll just make the same mistake again & again & again.

soldier, soldier, see where we were,
you have to know the story,
older, colder, life isn't fair,
got to grab the sword of glory,

if you can't see what bloody fools we were,
then you were also born a bloody fool,
listen to the hundred million dead,
they didn't know it, but they died for you,

all you know is that you're young & tough,
don't you think those millions thought the same,
if you don't know where it all went wrong,
you'll just make the same mistake again & again & again.

soldier, soldier, see where we were,
you have to know the story,
older or colder, life ain't fair,
got to grab the sword of glory,

read the books, learn to save your life,
how can you find the knowledge if you don't,
all the brave men died before their time,
you'll either be a hero, or you won't,

don't you realize the ony way,
is see why all those brave men died in vain,
if all that slaughter doesn't make you sad,
you'll just make the same mistake again & again & again.

soldier, soldier, see where we were,
you have to know the story,
older or colder, life ain't fair,
got to grab the sword of glory."

Haha.

Edit : Hassiktir, valla playback yapmışlar. Olsun, adamlar aynı çalar gibi efor harcamışlar ama :) Tabi neden böyle bir şeye gerek duydukları ayrı bir konu, öğrenirsem yazarım.

Chinese Democracy - Çıkış Tarihi

Evet, Axl Rose, üzerinde on küsür senedir uğraştığı albüm yerine; Çin'e demokrasi getirmeyi deneseydi eminim daha az vakit harcayabilirdi.

Albüm çıkış tarihi, ikinci bir duyuruya kadar ( hehe ) 6 Mart olarak belirlenmiş hazret tarafından.

Buyrun, bu da link.

21 Aralık 2006 Perşembe

TYTZ

Bakınca tırlatmamak elde değil, etrafta neler yaşanıyor, boktan havanın üzerine bir de neler ümüğümüze çökmekte şöyle bir bakalım ;

  • Konya Numune Hastanesinde bir testis muhabbetidir gidiyor. Gencecik bir çobanın testislerindeki acıdan dolayı hastaneye başvurduğu, o gece ve takip eden sabah görevdeki kadın doktorlar tarafından erkek olduğu için ultrasonunun çekilmediği söylendi ilk. Gündeme Hürriyet gazetesi ve yıldız oyuncuları Uğur Dündar tarafından getirilen bu haber, bir gün içerisinde toplumsal mücadelede yeni bir cephe açılmasına sebep oldu. Bugün geldiğimiz noktada; hasta yüzleştirildiği kadın doktoru o gece hiç görmediğini, aslında hastaneye bile gelip gelmediğinden emin olamadığını söyleyecek kadar korkmuş , babası da "Bize -O bayan ultrason çekemez- denildi, biz de bunu hastamız erkek olduğu için çekmiyor şeklinde anladık, ortada bir yanlış anlaşılma olmuş." şeklinde beyanatlarda bulunuyor. Arada geçen zamanda sözkonusu iki bayan doktor, mücadeleye hazırlanmış olacaklar ki kendilerini bu akşam haber bültenlerinde özgürlük bayrakları dalgalandırırken gördüm. Ortada ciddi bir dezenformasyon mücadelesi olduğu bariz, benim kafama takılan nokta olayı örtbas etmek isteyecen olan tarafın - ki bu tarafın hükümet yanlıları olduğu düşünülebilir- böylesine kısa sürede nasıl büyük bir beceri göstererek tutanakları , hasta ailesinin ifadesini ve hastanenin geçmişe dönük kayıtlarını değiştirmeyi başarabildikleri ? Yoksa Aydın Doğan tarafından Hükümetin cezaalanına indirilen ve kaleci tarafından başarıyla savuşturulan bir orta mı izledik ?
  • Bir de Cevahir olayı var, bildiğiniz gibi bu alışveriş merkezinde son hafta içerisinde sular bir türlü durulmadı. Nasıl olduğunu hala anlayamadığım bir biçimde ölen iki çocuk, bir adet de güvenlik görevlileri tarafından dövüldüğü kamera kayıtlarıyla ispatlanan beş yaşında çocuk var. Ölümlerin kaza olmadığını kimse düşünmüyordur umarım, beni düşündüren nokta ise dayak olayının ne zamana ait olduğu, ve neden şimdi gündeme taşındığı ? Burada da mı bir pislikle karşı karşıyayız yoksa ?
  • Hehe, Ekşi Sözlük'te darbe olmuş bugün arkadaşlar. Çoğunuz görmüşsünüzdür ama Moderatorler ve Preatorlerden oluşan bir grup, yönetimi ssg'den ve darbe dışında kalan moderasyon ekibinden aldıklarını açıklamışlar. Cunta yönetimi, bugün saat 22:00'ye kadar açıklanacak olan listeler üzerinden seçime gidileceğini ve yeni bir konsey oluşturulacağını belirtmiş. Arkadaşlara bravo diyor , olaya kefal sürüsü gibi atlayıp sabahtan beri sayfalar satırlar dolusu yazı kaleme alan arkadaşlara bereket diliyoruz. İnsanoğlu bir tuhaf, bazı şeylere fazlasıyla değer verip ciddiye alıyoruz sanırım.

17 Aralık 2006 Pazar

Kiev Çıkartması !

Böyle buyrun efendim, söylenecek çok şey var ama nasıl sıraya dizip anlatacağımı bilmiyorum. Belki ilerleyen zamanda aklımdakileri yazabilirim;



Konuyla ilgili daha donanımlı hale gelmek isteyen arkadaşlar "Gemide" filmini izleyebilirler, hatta burada konuşan elemana ve dinleyen arkadaşların alayına çok yakışacak bir söz sarfediliyor filmde Erkan Can tarafından;

İğrençsiniz ibneler !

İki Adımda Kendini Ayı Kapanına Teslim Etme Sanatı

Sevmiyorum bu tarz konularda yazmayı artık bunun farkında olmalısınız, ama bir taraftan da şeytan dürtüyor işte. Rahat duramıyorum, birşeyler batıyormuş gibi geliyor.

Ahmet Hakan bey kardeşimiz bugün bir yazı yazmış, daha doğrusu her zaman olduğu gibi anlatmak için sahip olduğu tek hikaye olan "Cemaatten indim Cemiyete" masalının kim bilir kaçıncı bölümüne devam etmiş. Önemli kısım, alttaki başlıkla ayrılmış bölümde. Bakın orjinali burada; ben sadece o kısmı alıntılıyorum;

"Fazıl Say’ın evinde

EĞER, "Bu adamda da iyiden iyiye Hıncal Uluç’laşma temayülü başladı" demeyeceğinizi bilsem, olaya "Fazıl’ın evinde olağanüstü bir gece... Kimler yoktu ki..." türünden bir giriş yapardım.

Ve fakat... Gelin görün ki "Davranışlarını başkalarının tepkilerine göre ayarlayan bir adam" olmaktan vazgeçemiyorum.

Ayrıca... Pusu kurup üzerime çullanmak için fırsat bekleyenim bir hayli fazladır.

Bu nedenle ne yazık ki "Fazıl Say’ın evinde" başlığının vaat ettiklerini yazamayacağım.

Bunun yerine evdeki buluşmanın asıl nedeni üzerinde duracağım:

Efendim, Fazıl Say, Názım Hikmet şiirlerinden yola çıkarak yaptığı besteleri "Názım" albümünde toplamıştı.

İşte bu albüm çerçevesinde Aspendos Tiyatrosu’nda verilen konserin DVD kaydı hazırlanmış.

Harika bir konser. Mükemmel bir çekim ve kurgu. Adamın tüylerini diken diken eden besteler. Ve çok profesyonel bir yorum.

Tam da Názım şiirlerinden yapılan bestelere doyduğumu düşünüyordum ki, bu konser karşısında "Demek ki olay daha bitmemiş" deyiverdim.

Fazıl Say’ı ve emeği geçenleri kutluyorum.
"

Senin ben ferasetine kurban olayım abicim, bakın şimdi nereden tutarsanız tutun yazı elde kalıyor.

Bir kere bize dayatılan noktadan başlayalım; neymiş, Ahmet Hakan Hıncal Uluç değilmiş. Kendisi benim anlattığı masalı dinlediğim kadarıyla Hıncal Uluç olabilmek için sağ elinin serçe parmağını verebilecek bir insan ama, yazıya olmadığını söyleyerek başlıyor. Bizim Hıncal Uluç'a benzediğini düşünmememiz için yazısına geçirdiği akşam'ı anlatarak başlamadığını söylüyor.

Peki yazının içeriği ne ? Fazıl Say yeni bir dvd çıkartmış da, onun tanıtımı yapılıyor kısaca. İlan bölümünde değil, Hürriyet Gazetesi'nin fikirlerini açıklaması için ona ayırdığı alan olan kendi köşesinde. Bu tavır siz kimi hatırlatıyor peki ? Durun, cevabı daha vermeyin.

İçeriği anladık, peki yazının başlığı ne ? "Fazıl Say'ın Evinde". Güzel kardeşim, sen dvd tanıtmak için yazmıyor musun bu yazıyı, yazıda da bir kertik bile başka bir şeyden bahsetmemişsin zaten. Hani yazsan HU gibi "Ortam şöyle güzeldi, muhabbet böyle ballıydı, arkadaşlar Ahmet abi Ahmet abi sensiz olmaz abi diye çağırdılar da gittim." şeklinde birşeyler , bu başlığı hoş görebiliriz. Tamam deriz, adam Hıncal Mıncal ama konusuyla alakalı başlık atmış.

E, peki sen niye bu başlığı attın ?

Ben söyleyeyim, çünkü sen sadece davranışlarını başkalarının tepkilerine göre ayarlamakla kalmıyor, bizim tepkilerimizi de davranışlarınla yönlendirmeye çalışıyorsun. Bir düşün bakalım, neden bu yazıda başlıkta ve ilk paragrafta senin Fazıl Say'ın evinde olduğun bilgisi yer alıyor ? Neden biz senin böyle bir davete katıldığını öğreniyoruz ? O cemiyetin içinde yer alabiliyor olmak, seni geceleri mutluluk gözyaşları içerisinde yatağında ağlatacak kadar mutlu ediyor diye olabilir mi? Senin aslında Hıncal Uluç ile aynı çöplüğe dadanacak kadar önceki kuru, yalıtılmış hayatından koptuğunu farketmemiz için olabilir mi ?

Geç bunları, geç. Tamam biliyoruz bir konu üzerine fikir yürütüp yazı yazmak gibi somut bir yeteneğin ne yazık ki yok, polemik adını verdiğin boyalı bir totemin var; onu taşıyarak bir yere gelmeye çalışıyorsun. Anlayışla da karşılıyoruz ama, bizi böylesine salak yerine koyma lütfen.

Hadi şimdi, hazır ayaktayken bana bir çay koy.

Ps: Unutmadan, gördün mü yine koyduk pusuyu ?

Binlerce Yüzün Fotoğrafı - Bölüm 1 - Harcanmış Hayat

Onu ilk gördüğümde, neden böyle olduğunu asla anlayamayacağımı düşünebilecek kadar toy ve tecrübesizmişim sanırım. Böyle düşünmekle kendime haksızlık ediyor olabilirim, ama bazen verilen kuvvetli bir nefes halinde dışarı attığım çözümsüzlük, o zamanlar pek de yanılmadığımı doğruluyor.

Gözleri içe dönükmüş gibi yuvalarında çok hareket etmeden duruyor, içeride gördükleriyse hayata karşı her geçen gün daha soğuk, iki yüzlü, kinci ve kelimeyi Nietzsche'nin ( ve tabii ki onun ihtiyar yarı tanrısı-şeytanı-lanetli çirkin kralı Arthur Shopenhauer'in ) pek sevdiği şekliyle kullanırsak insan yapıyor. Attığı her adımda sanki kağıttan bir kaplan olmadığını hissettirmek ister gibi gürültü çıkartarak yürüyor, gövdesini devirerek, dünya üzerinde bırakacağı tek anının toprağa ( ve yüksek binaların soğuk betonlarına ) uyguladığı bu ufak sismik kuvvet olduğunu biliyormuş gibi heybetli yürüyor. Eh, bu konuda cüssesinden yardım almıyor olduğunu kimse söyleyemez, ben yürürken kendimi en coşkulu olduğum anlarda kemanın üzerinde tutkuyla gezinen yay gibi hissederim, o ise kocaman bir davula monte edilmiş cross tokmağı olduğunu düşünüyor olmalı.

Ne yaparsa yapsın gidip geleceği yol; vuracağı nokta asla değişmeyecek olan bir tokmak. Oysa bir yay, tozlu tellerin üzerinde sonsuza kadar özgür yaşayabilir. Tabii ki, kafasında tüm gerçekliğin bu tellerden ibaret olduğuna dair bir soru işareti yoksa.

Çoğu zaman sıkıntılı ruh halini daha derine gömme çabalarından doğan bir sahte coşkuyu giyiyor üzerine. Tanrı biliyor ki, eğer uzun saçlara sahip olsaydı bahsettiğimiz coşku onu sürekli saçlarıyla oynamaya da ikna ederdi. Ne yazık ki bu zevkten sonsuza kadar mahrum kalacak gibi, saçları kafasına yapılmış koca bir şaka gibi dağınık püsküller halinde sallanıyor.

Frank Miller'in kuvvetli metaforundan yıldızlı bir fikir çalacak olursak; yanlış zamanda doğduğu kesin. İçgüdülerini ve vahşi dürüstlüğünü saklamak zorunda olmayan bir barbar savaşçı olarak Kimmerya'da büyük bir şöhrete sahip olabilirdi.

Daha önce bahsetmemiş miydim ki ? Evet, atlamak büyük bir hata olabilirdi. Son derece dürüst, tabii hayatın kendisini küçük rekabetçi alçaklıklara zorlamadığı anlarda. Petrolün paçalarımızda siyah kurumlu izlerini bıraktığı, yağmurun asla bir gökkuşağının üzerinden yağmadığı günümüzün kuleli dünyasında kimsenin bu alçaklıklardan kaçmak gibi bir niyeti olmadığını düşündüğümüzde; bu önemli bir eksiklik sayılmamalı.

Geriye dönüp baktığında ne görüyor bilmiyorum, belki kiminin kolu, kiminin bacağı kopmuş, yüzleri yanmış, saçları koparılmış bebeklerle dolu bir odada gezinmek gibi bir duyguya sahip oluyordur; belki de yüzünde yüzlerce parçaya ayrılan bir rüzgara rağmen yolundan hiç sapmadığı için memnun olan bir keşişin vakurluğunu hissediyordur.

Hayat garip, hiç karşılaşmasanız ömrünüzü sahip olduğu düşünce şeklini yoketmeye adayabileceğiniz bir insanı tam da gününüzün içine fırlatabiliyor.

16 Aralık 2006 Cumartesi

Freedomland - Vakit Kaybı.

Sakin, sessiz bir cuma akşamından ne beklersiniz ? Normal şartlarda yorucu sayılabilecek bir günü atlatmış, hayatından bir haftayı daha kullanılmış bir tuvalet kağıdı gibi buruşturup kenara atmış bir adam olarak, ben bu gece huzur aradım. Belki biraz eğlence, ama asla Enemy of the State gibi dur durak bilmeyen bir film tarzında değil. Dingin, evet; anahtar kelimem buydu, dingin bir akşam geçirmek; kahvemin tadına bakıp sigaramı içerken kafamı dağıtacak bir film izlemek istiyordum.

Ah, ben meğer belamı aramışım da haberim yokmuş. Gittim, bu Freedomland adlı filmi aldım. Etkileyici bir afiş, Samuel Jackson'un en iyi performansı diyor mesela. Julianne Moore'u da farkettiğimde artık geriye tek kalan parayı verip eve yollanmaktı; çok severim kendisini, pek severim.

Ama bu filmde öz annem bile oynamış olsaydı, ona olan sevgimin bile sarsılacağını düşünüyorum.

Arabasının çalındığını ve çocuğunun kaçırıldığını iddia eden zihinsel durumu pek parlak görünmeyen beyaz bir anne, tüm bunların bir zenci mahallesinde gerçekleştiğini iddia ettiği an, biz zaten göreceklerimize hazırızdır. "Lanet olsun Irkçılığa", "Nev Cörsiy Nev Cörsiy zencisiyle beyazıyla bir bütündür Nev Cörsiy" şeklinde sloganlar atmamız bekleniyor olmalı, altmetninin ne kadar boş olduğuna hiç bakılmadan filmde bol bol bu tarz sloganlar atılıyor çünkü. Hayır, bu gerilimi başta sorumluluk sahibi bir şekilde kurup , sağlam bir kurguyla ilerletebilseydi belki bir nebze güzel bir film izleme ihtimalim olurdu, ama bir eline siyah-beyaz çekişmesini ve siyahların bundaki ezikliğini, diğer eline de kuşku dolu bir kaçırılma olayını almış, ve ikisini ışık hızında birbiriyle çarpıştırmış bir yönetmenin eline düşmüşüz bir kere, ne kurgusu, ne sorumluluğu.

Bal gibi de Blaxploid bir film bu, aha şuraya yazıyorum. Bu kadar basit mi empati kurabilmek, ortada olduğu herkes tarafından kabul edildiği için iyi işlenme yolu açık bir soruna dikkat çekebilmek iki insanın sorumsuzluğuna indirilebilecek kadar yüzeysel mi ?

Ne anladık bu filmden, uzatmayalım da onu yazalım.

1. Samuel Jackson yaşlanmış.

2. Julianne Moore hatırladığımdan daha çirkin.

3. The Sopranos'un Carmela'si Edie Falco The Sopranos'da otomatiğe alarak değil, elindeki tek sermayeyi kullanarak oynuyormuş.

4. Samuel Jackson yaşlanmış.

"Ee, filmin anlatmaya çalıştığı şeye dair hiçbir şey anlayamayacak kadar öküz müsün?" diye soran olursa, çok kötü terslerim söyleyeyim.

Şu an tek aklıma gelen, Joe Roth'u omuzlarından sıkıca kavrayıp Al Pacino'nun The Heat'te bağırdığı gibi bağırmak;

"Don't Waste my Motherfuckin' Time!"

11 Aralık 2006 Pazartesi

Takva ve Haşmet Babaoğlu - Nişantaşı Kafelerinden Cerrahpaşa Dergahlarına Yaşanan Sert bir Düşüşün Acı Etkileri

Haşmet Babaoğlu pek takip ettiğim bir köşe yazarı sayılmaz, yazıları bende bir tıkanma etkisi yapıyor. Kendimi önüne ve arkasına hiç boşluk bırakmadan iki araba parkedilmiş bir araç gibi çaresiz, sıkışmış ve gözlerimin önünde akan hayat trafiğinden soyutlanmış hissediyorum; insan böyle bir hissi yaşamaktan pek hoşlanmıyor.

Ama nedendir bilinmez bir huy oluştu, arada sırada Selahattin Duman'ı okumak ve Asaf Savaş Akat'ın neler yazdığına bakmak için Vatan gazetesini elime aldığımda, kendisinin köşesine de bakıyorum. Okumuyorum, şöyle bir göz gezdiriyorum ne yazmış acaba diye.

Bugün Takva hakkında bir yazı yazmış kendisi, özet olarak filmi pek beğenmediğini ve eleştiri hakkını ağırlıklı olarak olumsuzdan yana kullandığını görebiliyoruz. Bu yazısı yüzünden hiç sevmediğim bir pozisyona girerek, yazdıklarını parçalar halinde ele alıp kendimce cevap vermek istiyorum. Yazının orjinali burada; buyrun buradan okuyun ki Vatan Gazetesinin internet gelirlerinde azalmaya yol açmayayım.

[İtalikler adamın yazısı, diğerleri ise benim yorumlarım bu arada.]

"Dediler ki Takva, “sinemamızda bir devrim, bir milat”tır.

Dediler ki Takva, “manevi dünya ile kapitalizmin çatışmasının filmi”dir.

Dediler ki Takva, “çok tehlikeli ve provokasyona açık bir konuya özenli yaklaşımın en güzel örneğidir.”

Dediler ki senaryo, oyunculuk, dekor, ışık, hepsi harika...

Merak edilmez mi böyle bir film?

Hele Güven Kıraç ve Erkan Can gibi oyuncular varsa, koşa koşa gidilmez mi?

Gittim.

Oyunculuk etkileyiciydi gerçekten, dekor-mizansen-ışık güzeldi. Gerçekçilik için gösterilen özen gerçekten etkileyiciydi.

Ama ışıklar yanıp sinema salonundan çıkarken içim bomboştu...

Harcanan emeğe duyduğum saygıya rağmen film zihnimi kurcalamamış; kalbimi okşamamıştı.

Maddesi dolgundu ama sanki “ruh”u yoktu!

Neden peki?
"

Hmm, neden acaba ? Yazarımız gerçeklik için gösterilen özene de, ışık kullanımına da üstün beğenisinden bulaştırmasına rağmen, filmin içinde kim bilir hangi şeytan deliğine gizlenmiş ruhu neden bulamamış acaba ?

Devam ediyoruz.

"Takva filmindeki koyu dindar tiplemeleri bugüne kadar Türk sinemasında gözlemlediklerimize hiç benzemiyor. Propaganda amaçlı “horlama” veya “yüceltme” mantığıyla yaklaşılmamış filmin karakterlerine. Bu doğru.

Takva filmindeki dergâh görüntüleri, zikir sahneleri, ibadet ritüelleri daha önce filmlerimizde rastladığımızın tam tersine, derme çatmalıktan, yalan yanlışlıktan uzak. Doğru.

Ancak bütün bunlar Takva’nın bir “sinema devrimi” oluşuna mı yoksa bugüne kadar benzer konuları ele alan filmlerdeki “ayıp”lara mı işaret eder, onu sormalıyız kendimize...

Doğrusu, ikinci şıktır.
"

Yanlış, doğrusu ilk şıktır. Tabii böyle göreceli konularda iki paragrafın sonunda da patır patır doğru yazmak, kendi sözünü kanun bellemek sayılabilir mi bilinemez, ama yine de yazarımızın kendini fazlasıyla önemsemek gibi bir ruh hali içine girmeyecek kadar dingin olduğunu bildiğimizden, gerekçelerimizi sunabiliriz.

Başımıza ne geliyorsa, bu anlamsız zihniyet yüzünden geliyor aslına bakarsanız. Kötü olan ile iyi olanı birer kefeye koyup karşılaştırmak, kötü'nün kefesine bastırmak ya da iyinin kefesini yukarı çekmek demek değildir. Yazarımızın adalet kavramı konusunda ( özellikle adaletin hangi elden tesis edilmesi gerekliliği - ya da adaleti sağlamak için sadece para verip alanların okuduğu gazete köşelerinin mi, yoksa yoldan geçen herkesin olaya şahit olup rahatsız olacağı Kafeleri mi seçmenin kamusal alana, topluma daha saygılı bir davranış olacağı gibi. ) sıkıntıları olduğunu daha önceden biliyoruz, o yüzden kısa tutacağım. Pozitif ayrımcılık üzerine EkonomiTurk blogunda farklı bir düzlemde olmak üzere bir tartışma yaşamıştık, ilgilenen oraya bakabilir, ögretici geçtiği kesin.

Kötü olanı özgürce eleştirebilmek, iyi olana karşı daha yaban bir tutum takınmamızı gerektirmediği gibi, kötü'nün ortalıkta çok miktarda bulunması gerçek iyi'nin değerini de azaltmaz. Aksine, arttırdığı bile savunulabilir. Eğer Haşmet bey'in dediği gibi daha önce sinema bünyesinde bir çok ayıp barındırıyorsa, Takva'nın bunlardan uzak durmaya gösterdiği özen Türk Sineması için olan değerini yükseltmektedir. Siz ne kadar derin bir kuyudaysanız , sizi oradan çıkartmak için salınan ip de o kadar uzun olacaktır, unutmamak gerek.

Devam.

"Filmin amacı Muharrem’in günahla iç ve dış çatışmasını anlatırken bir yandan da o dünyanın atmosferini beyazperdeye taşımak...

Bir gün nedendir bilinmez, Muharrem üç kuruş para hesabını yapamıyor ve yine nedendir bilinmez, deliriveriyor.

Film delirme olayını bizim “zavallı Muharrem’in günahla tanışıp yenilmesi” olarak algılamamızı bekliyor.
"

Sinema tek bir hedefe atılan ok değildir, filmleri zengin bir brunch sofrasında elinize aldığınız örgü peyniri gibi böyle tel tel ayırıp da, film bize şunu anlatıyor, amacı şudur, şuradan da şunu anlamamızı bekliyor demek bu kadar kolay olmamalı. İlk paragrafta kolaylıkla ahkam kesebilen yazarımız, Muharrem'in delirmesinin nedenini bulamadığını itiraf ediyor. Bravo, dürüst olmak , anlamadığımız yerlerde anlamadım diyebilmek de bir erdemdir.

Yüzeysellikten sıyrılıp biraz derinlemesine bakıldığında, olayı çözebilmek için ( ki illa amacımız buysa, bana kalırsa bir sinema filmini çözmek gereksiz ve bir sonuca varamayacak bir eylemdir, aksini iddia edenler Mulholland Drive'a ya da Godard'ın herhangi bir filmine dalabilirler.) filmde kullanılan bilinçaltı sembollerine dikkat edilmesi gerektiğini farkediyoruz. Para çantası, kalem, Levent silueti, Kapalıçarşı, birarada değerlendirildiğinde bizi başladığımızdan çok çok farklı bir noktada bırakıyor. Filmin kendi gerçekliği içerisinde bakıldığında Muharrem'in delirdiğini söylemek bile bazı boşlukları kendimiz doldurduğumuz gerçeğine işaret ediyor, Tanrı Korkusu Muharrem'i bizim algılayamadığımız bir noktaya götürmüş olabileceği gibi, hayatı boyunca farketmeden peşinde koştuğu hedefini gerçekleştirmesini sağlamış da olabilir. Belki mesele sadece aslanın karşısında dikilmek değil, aslan ile bir bütün olabilmektir. Kim bilir?

Kim bilir bilemem ama, Haşmet Babaoğlu'nun bilmediği kesin. Tıpki benim gibi.

Devam.

"Film aynı zamanda Şeyh Efendi (Meray Ülgen) ve Rauf Efendi’nin (Güven Kıraç) yoksul olduğu için kirasını ödeyemeyen veya içki içen kiracılar konusundaki gevşek ve kayıtsız yaklaşımlarından da herhalde “maneviyatla kapitalizmin günahkâr uzlaşması” sonucunu çıkarmamızı bekliyor.

Olmuyor tabii. Olamıyor!

Üstelik filmin sonu paraşüt hızıyla gelince seyirci neye uğradığını şaşırıyor.

Tatsız bir “boşluk” duygusu gelip yapışıyor seyircinin yakasına...
"

Hmm, yine yukarıdaki hastalığa rastlıyoruz, acelecilik ve yetersiz sayılabilecek bilgimizden sonuca varabilme hevesi birleştiğinde, ortaya böyle fikirlerin çıkması normal sayılabilir.

Oluyor efendim oluyor, nasıl olduğuna dikkat etmek olmuyor diye çığırmaktan daha önemli. Paraşüt belki aşağıdan bakanlar için hızlı düşmekte olabilir ama, rahata ve güvene alışmış bedenlerimizi paraşütün içine, ve son derece yüksekte uçan bir uçağın dışına taşıyacak olursak , zamanın aslında o kadar da çabuk geçmemekte olduğunu farkederiz. Muharrem için, hiçbir şey paraşüt hızıyla gelişmiyor. Yukarıda topladığı verilerden sonuca varmak konusunda bir sincap kadar hevesli görünen yazarımız, sonun fazlasıyla hızlı geldiğinden şikayet etmiş. Herşey birer Guns'n Roses konseri değildir, karşılık alabilmek için emek sarfetmek gerekir. Tabii siz tüm emeğinizi parçaları birleştirmek yerine eksik verilerle yorum yapmaya harcarsanız, böyle gevrek gevrek konuşmaktan öteye gidemezsiniz.

Filmin kurgusu, benim izlediğim kadarıyla son derece başarılı. Muharrem'in rutin dışına kaymış hayatı, içiçe geçmiş iki çember gibi, bir taraftan hızlanırken içerideki sabit kalmaya; hatta geriye doğru dönmeye devam başlıyor. Hayatınızı varmak için harcadığınız bir noktaya yaklaştığınızı hissederken, hiç olmadığınız kadar zayıf olduğunuzu farketmeniz şaşırtıcı olmasa gerek. Kurgu sanatı bazen hızlanmayı, bazen de seyirciyi sıkacak kadar yavaşlamayı göze alarak riske atılmayı gerektirir, neticede burada Romantik Komedi izlemiyoruz.

Evet, sona yaklaşıyoruz, esas bombayı sonda patlatmış yazarımız:

"Neden olmuyor?

Hepsi bir yana, Muharrem derinlikli bir karakter değil. Çektiği sıkıntılar (dindar olsa da olmasa da) kendi halinde “obsesif kompülsif” bir kişinin çekeceği sıkıntılar.

Filmdeki dekor, kostüm derme çatma değil ama Muharrem’in erotik rüyaları ve bu rüyalar karşısındaki tavrı fena halde derme çatma! Rüyadaki kızın şeyhin kızı olmasındaki gizem ise (tabii varsa eğer) çözülmüyor.

Hele Muharrem’in iki bin dolarlık yanlış hesap yüzünden birdenbire bütün perdeyi yıkıp her şeyi viran eylemesini ciddiye almak imkânsız.
"

İlk olarak, Erkan Can bu role üç yıl hazırlandığını, Muharrem'i kafasında ikiye bölmüş olarak gittiği her yere yanında götürdüğünü söylüyor. Yukarıdaki satırlarda Babaoğlu'nun da övdüğü bu sanatçının rolünü sığ bulmak , en hafif anlamda anlayışsızlık sayılır. Erkan Can, bu filmdeki performansıyla bir kayayı canlandırsaydı, o yine filmin en derinlik sahibi karakteri olurdu; bu iki.

11 yaşından kırk yaşına kadar aynı Çuvalcı dükkanında çalışmış, sosyal hayata dergahı dışında son derece kapalı bir karakter bu halinden daha derin verilemez, ki tekrarlıyorum; bu haliyle de son yıllarda Türk sinemasında izlediğimiz karakterlerin hemen hemen hepsinden daha derin işlendiği su götürmez bir gerçek. Bu film bir fransız filmi olsaydı ve Erkan Can bunalımlı haller içerisinde düzenli olarak masturbasyon yapsaydı, kendisini derin bulacak mıydı Sayın Babaoğlu'na sormak gerek; bu da üç.

2000 dolar konusunda hiçbir şey demek istemiyorum, Haşmet bey o kısmı anlamamış. Bir defa daha izlemesinin faydası dokunabilir.

Ve son nokta;

"Akıl ve bilgi açısından bakarsak, iddia edildiğinin aksine, konusuna “içerden” bakan bir film değil, nezaketine ve özenine rağmen çok “dışardan” bir film Takva."

Oryantalist bir film değil Takva, zikir sahnelerinde de cemaat üyelerinin yer aldığı diyaloglarda da kamerayı tekkeyi ziyaret eden bir turistten çok, içimizde yaşayan ve toplum dinamiklerimiz konusunda bilgi sahibi bir kardeşimizin tuttuğunu hissedebiliyorum. İçeride-Dışarıda konusu tamamen kutuplaşmış düşüncelerin bir sonucudur, içeride ya da dışarıda olmak için birbirine tamamen kapalı iki dünyanın kesin sınırlarını kabullenmek gerekmektedir. Bir dergahta yer alan cep telefonu , ve Vakit gazetesi okunan bir dükkanda yer alan Atatürk portresi Haşmet bey'i bu sınırların geçirgenliği üzerine düşünmeye teşvik edememiş anladığım kadarıyla.

İçi dışı boşverin, biz arada bir yerde durup her yana özgürce baksak; olmuyor mu ? Dünya görüşünüz bunu kabullenemeyecek kadar sakatlandı mı Soğuk Savaş'ta ?

Jim'e Akort Gerekli..


Az once Cnbc-e'de According to Jim'i izliyordum vakit geçirmek için, James Belushi matrak bulduğum ve beni eğlendiren bir adam. Dizide diğer arkadaşlarıyla kurdukları garaj grubuyla ara sıra Blues da yapıyorlar, bu da beni eski günlere götürüyor.

Lakin öyle bir espriye şahit oldum ki, tabir yerindeyse şapkam kafamdan uçtu.

Jim'in doğum gününde tüm aile üyeleri ona sıkıcılıkta birbiriyle yarışan hediyeler almışlardır. Bir nemlendirici, iğrenç bir süveter, ve eşinin hediyesi olan Resim takımı. Tual, fırçalar, boya seti cart curt.

Hevesli bir sincap gibi görünen eşi yatak odasındaki tualin başında Jim'in aldığı hediyeyle ilgilenmesini sağlamak için sürekli olarak teşvik ederken, Jim kafasını elindeki Bira kataloğundan kaldırmamaktadır.

Ve tam eşinin söylediği birşeyin ardından espriyi patlatır;

"Şu biraya bakar mısın, bosna'da üretilmiş ! Herhalde cezaevinde yapıyorlar!"

Tabi bu söz bittiği an arkadan gelen bir sitcom klasiği olan anırırcasına gülme sesleri, bugüne kadar severek izlediğim James Belushi'den buz gibi soğumama ve kanalı hızla değiştirmeme engel olamadı. Beni yanlış anlamayın , dar görüşlü bir insan değilim ama böyle durumlarda yapılacak şakanın dikkatle seçilmesinden bir zarar doğmayacağını düşünüyorum.

Belushi arnavut kökenli bu arada.

7 Aralık 2006 Perşembe

Audioslave - Revelations

Çok lafa gerek yok, Cornell ve tayfası yeni albüme ilk klibi çekmişler; şöyle buyrun.

Neredesin ?


Eski Non Serviam'larım hala duruyor, tuvalete filan girerken denk gelirse arada bir tane alıp kurcalıyorum. Üzerinden biraz zaman geçtikçe farkediyoruz ki, bugün Müzik Medyası şemsiyesi altında okuduğumuz çoğu dergiden çok çok daha kaliteli bir içeriğe ve yazarlara sahipmiş. Kıymetini bilemedik diyemem, çünkü bildiğimi düşünüyorum.

Sayı da vereyim hatta; 15.sayı, hani Çağlan'ın editör yazısında Megadeth yetişmediği için kapağa Maiden'i koyduklarını söylediği sayı. Bu sıralar abiler iki ay önce kapak yaptıkları Şebnem Ferah için günah keçisi ilan edilmiş durumdalar, Çağlan saçma sapan "Yumuşadınız, top oldunuz, pop oldunuz" şeklindeki ithamlardan kafayı yemiş, okuyucu mektupları köşesinde ayar üzerine ayar veriyor. Böyle dal dingil konuşan arkadaşlar Şebnem'in son albümünü dinlediler mi acaba, dinledilese ne düşündüler çok merak ediyorum. Bu sayıda Tiamat varmış mesela, Tiamat'ın son albümüyle Şebnem'in Can Kırıkları'nı ardarda dinlesinler bakalım ne hissedecekler.

Neyse, asıl söylemek istediğim bunlar değil. Nadiren de olsa Serviamcı abiler Sizden kısmından sonra Mesajlar bölümü açıyorlardı, genellikle çiftleşme maksatlı mesajlar barındırsa da ( arada Diyarbakır'da Fast Tracker kullanmaya çalışıp yardım isteyen akıllı uslu çocuklar da vardı tabii ) ilginç şeylere de rastlanmıyor değildi.

Şu arkadaş Söke / Aydın'dan yazmış mesela, buyrun;

" 70'lerin ağır iş makineleri ve tırların hayranıyım. Black Sabbath, Manson ve drum'n bass dinleyip, kurutulmuş hayvan kafası ve tarım ilacı koleksiyonu yaparım. Ayrıca syntheziserler, sayıbilimcilerin metinleri ve seri katiller ilgi alanımdır. Tuhaf kız arkadaşlar arıyorum. Kişisel kıyametim gelmeden yazsanız iyi olur. Ayrıca makyaj malzemeleriyle yaratılmış igrenç görüntülü veya sapıkça çekilmiş korku dolu fotoğraflarınızı gönderebilirsiniz."

Orçun Yaprak.

Yuh be kardeşim. Ne gördün, ne yaşadın, neler hissettin de bunlara sardın ki sen ? Enteresan ve etkileyici görünebilmek için böyle yazmış olma ihtimalin de var tabii ama ben bunu şimdilik gözardı ediyorum, derdin neydi acaba ? Kurutulmuş Hayvan Kafası'nı siktiret, Tarım İlaci Koleksiyonu nasıl bir içgüdü, bir travma sonucunda ortaya çıktı acaba ?

Black Sabbath ve Manson dinliyormuş zaten, bu ikisini birleştirdiğinizde acaip mi acaip birşey çıkıyor ortaya zaten. Manson dediği Charles Manson da olabilir, emin değilim. Ses kaydını filan bulduysa bir yerden..

Orçun Yaprak, neredesin ? Kişisel kıyametin gelmemiştir umarım..Belki de ruhun selamete kavuşmuştur artık, bir bankada Nakit Akış Asistanı, ya da bir televizyonda kameraman, hiç olmadı bir markette Stand Görevlisi olarak çalışıyor olmanı umuyorum.

Don Dokken - Tek Söz.

"bazı müzisyenler vardır, yeteneklidir ama orospu çocuğudur; bazı müzisyenler vardır, iyi insandır ama yeteneksizdir. don dokken hem yeteneksiz hem de orospu çocuğudur"

Ronnie James Dio. [Ekşisözlük'ten Ron Jeremy'ye selam-Nitro'ya devam]

Hehe.
Dışarıdan bakabilmeyi becerebilmek lazım hayata, şöyle potaya kıçı dönükken yüksek posttan atış kullanmak isteyen bir pivotun döndüğü an gözucuyla çembere baktığı kadar bakabilsek yeterli. Belki o zaman herşey daha iyi olabilirdi, belki de olamazdı; kim bilir.

Günler güzel geçiyor olmalı. Yılbaşı yaklaştı diyen insanların gözlerinin içine bakıp "Yaklaşan yılbaşı değil, yılsonu." dememek gerekli bu sene. Bardağın dolu tarafını başkalarına ikram edip kendim de içiyormuşum gibi yapmaktan vazgeçmek gerekli.

Bir de bazen anlamadığı şeylere çok takılıyor insan; ne gereği var ki oysa, herkes herşeyi bilmek zorunda değildir. Şaşırmak da güzeldir hem, ağzını susamış atlar gibi kocaman açıp hayretlerden hayretlere yuvarlanmak, "Aa, bunu hiç duymamıştım!" diyebilmek de güzeldir.

Yaşam sağolsun, her gün yeni yeni tuhaflıklara şahit oluyoruz da , bol bol şaşırma imkanımız oluyor.

Google Analytics diye bir meret var mesela , web sayfanıza eklediğiniz bazı kodlarla ziyaretçi sayınız ve segmentiniz hakkında ilginç bilgiler edinebiliyorsunuz. Ziyaretçilerinizin nereden bağlandığını gösteren bir harita mevcut mesela, şehir şehir ne kadar tıklandığınızı, tıklayan kişilerin hangi dili kullandığını, hangi serverlar üzerinden bağlandığını; ve bana göre en ilginci arama motorlarında ne arayıp da sizi bulduklarını görebiliyorsunuz.

Keyword/Source[Medium] Visits
Şiki Şiki Baba 9
dimebagg darrell 3
Ermeni Soykırım İddiası 3
Ayşe Özyılmazer 3
Hasan Pulur Ayşe 2
North Korea Havel 2
İnanılmaz Frikik Verdi 2
David Jacques 2
Braun Kısalar 2

En yüksek frekansla arayanlar bunlar gördüğünüz gibi. Herşeyi anlarım, dokuz kişinin biz bu satırları yazarken bile internet üzerinde Şiki Şiki baba isimli şarkıyı aramakta olmasını bile anlarım ama, "İnanılmaz Frikik verdi" yazıp da gözlerini patlatarak internette dolaşan bir tipin neden sayfama iki kere girmiş olduğunu anlayamam. Hayır yazdın çıktı nasıl çıktıysa, girdin baktın bulamadın, tekrar neden girdin güzel kardeşim ?

öyle bir ümit ışığı gördün yani bende, arada girip bakıyorsun bu herif kesin frikik resmi koyar diye. Bravo.

Toplam bir buçuk aylık bir süre içerisinde 600 küsür kişi ziyaretçim olmuş, yaklaşık 800 sayfa görüntülenmiş ki bu ikisi arasında relatif bir ilişki kuracak olursak aranan şeylerin pek bulunamadığını söyleyebiliriz. Avusturalya'dan tutun da Çin'e kadar birçok yerden misafir kabul etmişiz, Google'in dikenli yollarında nasıl kaybolup bana kadar geldiler o kısmı hiç bilemiyorum. Eğlenceli bir tecrübe blogging, sen burada saçmalıyorsun, Çin'den sevdiği grubun mp3'ünü arayan bir herif ya da bir frikik avcısı sayfana başka başka amaçlarla girip bulamayınca muhtemelen sana küfrediyorlar.

Acaba konseptüel bir blog haline mi getirsem burayı diye düşünüyorum bazen, belirli konularla sınırlandırıp sadece onlar üzerine yazmak gibi mesela. Ben pek gelemiyorum böyle şeylere işte, bir işin içerisine zorunluluk girdiği zaman yazmak sanki eziyet haline geliyor.

[Prodigal Son çalıyor şu an İron Maiden'dan , zaman zaman sıkıcılığın sınırlarını zorladıklarına bir kez daha şahit oldum, shuffle'a bastım, 15.000 parçalık playlist'te bir İron Maiden şarkısı daha, Gangland çıktı. Beterin de beteri var demek ki. İyi ki gözde bir sayfa değil burası, yoksa şimdiden bir sürü azar işitmiştim - Maiden metalin kutsal gruplarından biridir, Hindular için İnek neyse Metalciler için de Maiden o yani. ]

Grand Funk Railroad çalıyor şu an mesela, Nothing is the Same diyoruz, bu adamlar vaktiyle inanılmaz bir müzik yapmışlar. Gov't Mule tarafından bol bol coverlanmakta olmalarına şaşmamalı. Geçen akşam The Sopranos'da bile bir an "I'm Your Captain" çalarken yakaladım. Tommy Iommy bu adamların müziği hakkında ne düşünüyor acaba, çok merak ettim. Basslar sound olarak Black Sabbath - Heaven and Hell'dekinin aynısı.

Black Sabbath dedim de aklıma geldi, Black Sabbaht üzerine bir yazı hazırlamayı düşünüyorum ama gözümü de korkutmuyor değil. Sabbath inanılmaz yol katetmiş bir grup, Rob Zombie'nin dediği gibi bir metal grubu tarafından kullanılabilecek hemen hemen tüm riffleri herkesten önce denemiş bir gitariste, Ozzy Osbourne ve Dio gibi birbirlerini bokları kadar sevmeyen iki vokaliste, Tony Martin gibi asla hakkı verilmemiş efsane bir şarkıcıya sahip olmuş bir grup. Cozy Powell ise apayrı bir faktör tabii ki, öylesine dinleyene yeknesak gelebilecek bir tarzı olmasına rağmen etkili tuşesiyle gruba değişik bir ruh katmış diyebiliriz. [Benim haddime mi düşmüş sanki?]

Ben en çok Martin'li dönemleri seviyorum, "Forbidden" ve "Headless Cross" bu sebeple favori albümlerim. Forbidden'i elinize alıp baktığınızda mezarlıkta dikilen azrail'i görürsünüz, Ozzy'li günlerdekinden bile daha karanlık bir kapaktır. Ama albümü dinleyince, mental olarak birebir arabesk sayılabilecek bir zemin üzerine inşa edildiği farkedilir, sözler, vokal, acı çeken bir insanın bize anlatmak istediklerini iletmeye çalışır.

Bir de Dio'lu dönem var ki, benim hakkında konuşmamın en fazla tehlike arzettiği süreç bu olsa gerek. Dio'nun Black Sabbath ruhunda köklü değişiklikler yaptığını düşünüyorum, Heaven and Hell bu izlenimi bıraktı, ama henüz net bir fikir ortaya koyabilmek için külliyatın çok başındayım.

Bakalım, kısmet bu işler. Eh, buradan da atılamam ya. :)

21 Kasım 2006 Salı

Lethe için Üç Yazıklama

Su Adağı

Tam da ömrümün güz kapısında
duydun sezimi, Lethe
ve dedin ki, "kutsaldır bir kadınla bir erkeği
buluşturan su, göğün görkemi orada
dedin; dağ orada, gizin gücü, gücün gizi"
öyle vurdun beni, Lethe, bilgisizliğimden
girdin mantık barınağına aklımın, söz bağına

iki kişinin yunduğu ırmaktır gizil susku
varır ya o haz dalgalı okyanusa, sonunda
harika ve şahika avuçlarına evrenin, Lethe
"bir kadınla bir erkeği buluşturan su sıcağı
kokularının karıştığı galaksi; yatak", dedin
ada
ölümün yadsındığı, hatta unutulduğu cennet

ama tatlar da kalır anı madeninde zamanın
ve dedin ki; "kutsaldır ezelden
"bir" olabilen "iki"
"bir" erkekle "bir" kadın, bir'de toplanır
orda kenetlenir, "tek" olur ya..."
en eski masal; nirvana uykusuna çıkış yolu
ten ve tin tütsüleri, Lethe
sudan gelen ezgi rüzgârında çoğalır ya, dedin

ve dedin ki; sırılsıklam harflerle varılır
sabahlara, kösnül rüyalardan çıkılınca
geçkin bir kızın utangaç heyecanıyla
yalnızlığına sığınan bir ağaç gibi, Lethe
heceler toz mu sim mi yağar habire
dirimin sonuna güya, ama son yoktur
hece uyruğunda son ıslak bir beyazlık
çılgın, asi, unutuş boşluğunda aka aka
öptün de geçti ateş sanrısı an'ın, Lethe

ve dedin ki; "suyumuzdan oldu olan..."

Pus Ayini

Işıkta yürüyen yüz, Lethe
yüzün
solmayalı üç bin yıl belki

(oysa hiç dağ güneşi uğramamış
atlası gölgeli bir dünya
yüzüm
karanlığa katlanıyor nicedir
gündüzüm
siyahta göçebe
bezgin, tek hece...)

seste yürüyen giz, Lethe
yüzün
mumyalanalı dört bin yıl belki

(oysa naçar, eşiğinde kaçıncı kışın
kayaları, çalıları yosun dünya
yüzüm
çıldırmış alev, tükenen patikalar
tenhalığa mayalanmış, kırış-kırık
yaralı labirent
sıratta ebe
yorgun taş...)

suda yürüyen iz, Lethe
yüzün
kurumayalı beş bin yıl belki

(oysa yönünü yitirmiş ayna, kötürüm
yansıtamaz içindekini
yüzüm
akacağı ırmak kuşkulu, müzmin yolcu
susku en duru koydur sözün varacağı
aklım kendine sobe
dingin pus
bekliyor unuttuğunu...)

derin dehlizde ağlıyor su, Lethe
gizli yeraltı ırmağında kalbimin
akarken an havzasına günler; dünler
yükseliyor anı okyanusunda kalbimin.

Durgun Ayna

Cismimden cismine geçeyim
kül sesimden gül sesine
amber esintine, çorak terimden
kalbimin ilk harfi ol, Lethe
hüznümden lal ufuk sevincine
kan harfi, ışık harfi, su harfi

ölümün bittiği yerdeyim say
cennetimin ilk meleği; Lethe
aşk bu kadar desinler, sürer
iki cihanda o çile adresi, son
nokta, zerre ereği yoktur öteye
masum dün içre mahşerdeyim
kalbimin kılavuzu ol, çöl yıldızı
- Mecnun'u Leyla'ya çıkaran-
büyülü yeşil ateş, bende ol, Lethe
görüntüm kof, sözüm kum artık
harflere küskün aynadır dünya

nefesimden nefesine geçeyim
yalın usumdan gürbüz usuna
berrak tinine buruk tinimden
ezgin biçimden yazgı biçimime
büyülü endişe ırmağı, bende ol
çatlasın ayna, taşsın siyah bent
yeraltının dip cevheri, Lethe
elmas hali ne, altın, zümrüt ne
geçmiş ağır her şeyden; işte
an suyudur içmiş bulunduğum
unutuş iksirin, ah, bu şiire yeter.

Hilmi Haşal.

20 Kasım 2006 Pazartesi

Oaxaca - Son Gelişmeler



Oaxaca'dan aldığım son haberler, işlerin iyice karışmakta olduğu yönünde. APPO Üniversitenin ( ve dolayısıyla radyonun ) kontrolünü halen elinde bulunduruyor, PRI hala şehirde; ve hala şehirin kontrolünden uzak.

Indymedia.org'da dezenformasyonun ağababası olduğuna dair genel bir söylem olsa da, Meksika Hükümeti Brad Will'in APPO tarafından tahrik amaçlı vurulduğunda ısrarlı. APPO da hem bununla, hem de kendi içerisindeki bölünmelerle uğraşıyor. Polis baskısı altındaki öğretmenlerin bir kısmı derslere girmek isterken, büyük bir kısım direnme taraftarı.

Oaxaca, bazı yorumlarca 21.yüzyılın ilk ciddi devrim denemesi olarak görülüyor, her ne kadar kan ve barutla bezeli olsa da; tarihin bu acı laboratuarını ilgiyle izliyoruz. Indymedia'daki bu makale, ilginç ve özetleyici bir niteliğe sahip; ilginizi çekiyorsa okuyun.

Ve tabii ki , www.oaxarevolt.org

Kovalasın Seni Tavşanlar !

Kusura bakmayın, biraz hızlı giriyorum ama aşağıda sıfatını görmekte olduğunuz arkadaş bana başka seçenek tanımadı;



Tanıştığınıza eminim, Savaş Ay Türkiye'nin şahsına münhasır kişiliklerinden biri. Yıllar yılı hiç de davet edilmediği halde evlerimizin salonlarına giren; kendi girdiği yetmezmiş gibi Levent Oran, Recep Bülbülses, Zekeriya Beyaz gibi kelimenin tüy kadar hafif manasıyla tuhaf adamları da kollarından çekiştirerek karşımıza diken, kavga ettirip ayılmalarını bayılmalarını sağlayan cevval bir medya neferi kendisi, nefer ama yeni bir nefes olmaktan çok uzak. Daha çok sabaha karşı içilmiş bol sarmısaklı işkembe çorbası benzeri bir tad bırakıyor benim damağımda - tabii yukarıdaki karelerle tavan değerine ulaşan tiksintiyi saymazsak.

Bu zat, yıllar yılı insanların kafalarını "fişşek gibi kürrek gibi" gazlarıyla boş söylemlerle doldurmuş, ipe sapa gelmez konuları sabahlara kadar kavga dövüş tartıştırmış, bundan hızını alamadığı zamanlarda kameramanıyla sokaklara fırlayıp "halkın nabzını tutmak" adı altında önüne her fırlayan egzantrik insana mikrofon uzatmıştı. Günümüzde ekmeğini Nebil Özgentürk'ün - ve kısmen Can Dündar'ın - yemiş olduğunu kabul ettiğimiz insan hikayeleri anlatma martavallarıyla kah bir çiçekçinin, bir sokak çocuğunun, bir seyyar satıcının küçücük kırık dökük dünyalarına destursuz dalarak ilgi çekici laflar alabilmek maksadıyla kıçıyla ve şapkasıyla dağları devirmekten kaçınmamıştı. Kaza yerine ulaştığında yerde yatan yaralıyı dakikalarca kameraya çektirip cüzdanından kimliğine bakmasını da, "Büyü" filminin galasındaki yangına sonradan gelip yüzüne sürdüğü is ile hararetli bir şekilde ropörtajlar yapmasını da kendi gözlerimle görmedim; görüp de bize aktaran sağlam kaynakların yalancısıyım.

Şirazesi az çok belli olan bir arkadaşımız yani, ekmeğini bu yollardan yiyor oluşuna birşey demedik bugüne kadar; yer yer abuk sabuk filmler çekip bize yediğimiz ekmeği de haram etmesine rağmen.

Ama herşeyin bir sınırı, bir istihap haddi var. Yukarıda görmüş olduğunuz bant, rating adı verilen fiktif canavar için kurban edilen bir ruhun son anlarının silik hatırasını taşıyor. Savaş Ay abimiz, Hokkabaz filminin tartışılacağı programda ( adını bilmiyorum, bir kez olsun üşenmeyip de boktan püsürden tartışmalarını izlemedim ) herhalde filmin senaryosunun kendisine ait olduğu savını kuvvetlendirmek için olacak, sahneye bir şapkayla çıkıyor. Biz hayretli gözlerle bakmaktayken, şapkanın içinde olup bitenleri bilmiyoruz tabii.

Yaşasa belki avcılar tarafından vurulacak, köpekler tarafından parçalanacak ya da niyet tavşanı olup görece sefih bir hayat sürecek hayvancağız, artık bu bilgiye Savaş Ay sayesinde vakıf değiliz; bilemiyoruz.

Ama bildiğim birşey var.

Tavşanlar hızlı üremeleriyle nam salmış hayvanlar, ve dünyanın yaratılışından bu yana geçen zamanı gözönüne alırsak, bu dünyadan göçmüş ruhların toplandığı yerde insandan daha çok tavşan olması ihtimali yüksek. Dünya üzerinde nesiller boyu varolmuş bu hayvanlar, kimseye kin tutmadan, nefret dahi bilmeden tamamladıkları hayatlarından sonra yeşil, sulak bir tepede dinleniyor olmalılar.

İste Savaş Ay da, bana kalırsa bu dünyadaki vadesini doldurup da diğer tarafa göçtüğü zaman, kendisine mutlaka "Arkadaşım bir saniye bakar mısın?" denilecek, o tepeye davet edilecektir. O şapka ve o çakmak, o zaman nasıl birer görev sahibi olurlar, o konuda fikirlerimi söylememem daha doğru olur.

Eğer ilahi adalet varsa, bu gerçekleşecek demektir. Ha, bu dünyadaki adaletten bahsedecekseniz; Panter Emel denilen hayvan haklarını savunduğunu iddia eden bayanın da Savaş Ay tarafından üretilmiş bir yarı-mamul olduğunu ekleyebilirim.

Şimdilik, birbirlerini ağırlıyorlar gibi görünüyor yani.

Nereye kadar ??

14 Kasım 2006 Salı

Beta Yayınevi !

Konuyu uzatmayacağım, Ideefixe.com'dan Temel Analiz üzerine bir kitap aldım, ve kitaptan hiç mi hiç memnun kalmamam sonucunda aşağıdaki mailde görülebilecek sıkıntılarımı yayıncı kuruluş olan Beta Kitap'a bildirdim.

Bugün itibariyla maili göndermemin üzerinden tam iki ay, gönderdiğim mailin kuruluş tarafından okunmasının üzerinden bir ay yirmidokuz gün geçti. Eğer bir cevap alabilirsem, onu da burada yayınlayacağım; ama şimdilik ortada sadece benim şikayetim var;

"Merhabalar;

Bundan yaklaşık bir ay önce, ideefixe.com'dan Dr. Aydın Uyar'ın yayıneviniz tarafından basılmış Temel Analiz - Bilanço Okuma Teknikleri isimli kitabını aldım. Amacım, böylesine sıkıcı görünen bir konuda okumaya niyetlenebilmiş her insan gibi, bilgi sahibi olabilmekti.

Ne yazık ki, sözkonusu kitap bilgi sahibi yapmayı bir kenara bırakın, kariyerimin geri kalan kısmını Temel Analiz kavramından uzakta geçirebilmek için herşeyi yaptırabilecek kadar gereksiz bir yayın çıktı.

2001 yılında basılmış ve günümüz ekonomik dinamiklerinin büyük bir çoğunluğunu içermemekte olan bir kitabın yeni basıma hazırlanmamış haliyle hala satışta olmasını bir kenara bırakalım;

Yatırımcıları bu konularda bilgilendirmek maksadıyla sade ve günlük konuşma diliyle yazılmış olmasını, bu açıdan bakınca da yer yer fazlasıyla sığ, eksik, temellendirilmemiş bilgiler içermesini de hoşgörelim. (Ki bu konular insanlara hap benzeri sadece aynen kullanıldığı zaman faydalı olabileceği lanse edilerek açıklanamaz düşünceme göre, bu da ayrı bir tartışma konusu.)

Penguenlerin çiftleşme dönemleri gibi afaki konularda belki kullanılabilecek ama; Temel Analiz gibi bilimsel bir konu üzerine açıklama getirilirken "Yapılan çalışmalar sonucu bu tekniği kullanıcıların yarısı verimli buldu." şeklinde gökten meleklerce indirilmiş gibi duran dipnotlarla ( dipnot derken ne kadar acı çektiğimi tahmin ediyor olmalısınız, bu şekilde tez hazırlama kurallarına bile uymayan notlara dipnot ve kaynakça demek, basmış olduğunuz esere bilimsel kitap demeye benzemekte) işin kotarılmaya çalışılmasını da gözardı edelim.

Kitap, okuyucuya biraz bile saygısı olan bir editör tarafından hiç mi redakte edilmemiş acaba ? "Teknik" yazmak yerine konulan bir "k" harfinden bizim bu sonuca varmamız çok zor olmuyor ama, bu kitabı okurken böylesine bir zihin jimnastiğine ihtiyac duyarak almadığım geliyor aklıma sık sık. Yabancılaşıyorum, Dr. Aydın Uyar'ın yazdıklarından biraz olsun feyz almak yerine Sudoku ve Kare bulmaca çözüyormuşum gibi hissediyorum.

Sayfa başına üç, bilemediniz beş yazım ve dizim hatası, kendi alanında bir ilk olabilir. Bu konunun üzerine giderseniz, rekora imza atmış bir kitabınız olduğunu farkedeceksinizdir.

Sonuçta; üzgünüm, hayal kırıklığına uğradım, kendimi aldatılmış hissediyorum. Eğer şirketiniz için bu bir gurur meselesi olmayacaksa, kitabınıza ödediğim paranın iade edilmesini istiyorum. Okurken çektiğim manevi acıları sözkonusu yapmamam, iyi niyetli olduğunuzu düşünmemden geliyor, bunu da söylemek isterim.

Bana yardımcı olacağınız için şimdiden teşekkürler;

İyi çalışmalar. Bereket versin. "

12 Kasım 2006 Pazar

Şimdi onu ilk ne zaman gördüğümü hatırlayabiliyorum.

Uzun bir yolculuğun sondan birkaç önceki aşamalarından birini yeni bitirmiş, sakin bir tepede sırtımı bir ağaca yaslamış dinleniyordum. Aslında sırtını yaslayananın ben mi, yoksa ağaç mı olduğunu hiç anlayamadım. Neticede, o an ikimiz de dinleniyorduk; ben ve ağaç. Önemli olan da bu sanırım, kimin ilk dinlenmeye başladığı değil.

Yıldızlar görünmüyordu, tuhaf; oysa gökyüzüne yakın noktalardan daha rahat izlenebildiklerini duymuştum. Gözlerimi alamayacağım, kainatın bir kadının gülümseyişi gibi basit olduğu kadar da karmaşık olan düzeniyle sıralanmış yıldız kümelerine bakarken, etrafımı kaplayacak olan sisin farkına varamayacağımı; böylelikle de bana saldırma fikrini hayata geçirecek ilk vahşi hayvanın gelişini hissedemeyeceğimi düşünerek diktim gözlerimi gökyüzüne, ama nafile. Anlaşılan tanrı; bu gece yıldızları sadece kendi izlemek istiyordu. O an , istediği bir başka şeyin de bir gece daha hayatta kalmam olduğunu anladım.

Yıldızlar görünmezken, bu bölgenin dilden dile anlatılan efsanesi halini almış vahşi hayvan barınağı sis ortaya çıkıp etrafımı sarmamakta ısrar ederken, varoluş amacını gerçekleştirmemekte ısrarcı olan bir başka varlığı; dördüncü denememde yanmayan ıslak sigaramı yere fırlattım. Küfür ettim, ama sigaraya mı, onu ıslatan yağmura mı, yoksa benimle birlikte sigara ve yağmuru bu çamur dünyasına sokan gerçekliğe mi; o kısmını net hatırlayamıyorum. Yaradılış büyük bir ironiden ibaret olabilir; tamam, bunu kabul ediyorum, ama ıslak bir sigara hiçbir zaman ironik değildir, sadece sinir bozucu olabilir. Sigara da bu can sıkıcı durumu anlamış olacak ki, kendini yuvarlayarak yerdeki yapraklardan birinin altına girdi.

Tüm zerrelerimize işlemiş utanç, bize belki de şah damarımızdan daha yakın olan tek duygu. Sevgilimize onu sevmedigimizi söylerken, eşimizi aldatırken, işkence yaptığımız düşmanımızın eline sigara söndürürken, çocuğumuzun geleceğini kumarda kaybedip bir fahişenin karşısında iç çamaşırlarımızı çıkartırken zaman zaman utanırız, ki bunun sürekli değil de zaman zaman olması; kanımca ilk insanın yaratılışından itibaren aradan geçen zamanla ilişkili. Herşey değişiyor, telefonların kabloları ortadan kaybolurken, ev yaptığımız malzemeler hem daha dayanıklı hem de daha çürük olmaya başlamışken, yavaş yavaş damarlarımızda kanla beraber dolaşan utancı da silip atıyoruz.

Yağmur hepimizin üzerine yağmakta, eskiden arındırdığına, sakinleştirdiğine inanılan yağmur; sonsuz ve pis bir kuyudan sızan kanalizasyon gibi üzerimize yapışıyor, hissizleşiyor, ne istediğimizi bilemiyoruz. Daha fazlası , daha fazla zevk, daha fazla hayat, daha fazla gün, daha fazla güneş istiyoruz; elimize ise, daha fazla karanlıktan başka birşey geçmiyor.

Yağmur aynı anda benim de, ağacın da üzerine yağmaya başlamıştı. Onun pek rahatsız olduğu söylenemez, rahatsızlığı bir kenara bırakın keyif alıyor bile olabilir. Yapraklarını hafifçe salladı, bu esnada üzerime düşen birkaç tanesi için özür dilercesine yağmuru benim için tutuyordu, ıslanan tek bölgem olan bacaklarımı da karnıma çektiğimde, durumumu daha net farkettim.

Ormanda, sırtımı bir ağaca yaslamış vaziyetteyim, ve yalnızım. Yıldızlar görünmüyor, ve son sigaram ıslanmış olmanın verdiği bir utançla sarı bir yaprağın altına saklanıyor.

Onu ilk o gece mi görmüştüm ? Artık çok emin değilim..

6 Kasım 2006 Pazartesi

Karanlığa doğru attığınız her adım, sizi doğal olarak aydınlıktan biraz daha uzaklaştıracaktır. Günbatımını arkanıza alıp çorak topraklardan yeşil çayırlara koştuğunuz günlerin geride kaldığını farkedersiniz, artık hikmetini kimsenin sorgulamadığı bir gri hakimdir dünyanıza.

Dönüp duruyoruz aslında, hiç durmadan, yorulmadan dönüp duruyoruz. Düşünmeden, korkarak, ellerimizi yumruk yapip avucumuzdaki çakıl taşlarını düşürmemeye çalışarak, biz koşarken kollarımızı kesen çalıların üzerine damlalar halinde varoluşumuzun özünü bırakarak. Kafamızı bir santimetre bile kaldırmadan yere çakarak, çimenlerin yerini yavaş yavaş toprağa bırakmakta olduğuna şaşırmayarak koşuyoruz.

Çarptığımızda ise artık çok geç oluyor, dudaklarımızı ısırarak bakışlarımızı hafifçe yükselttiğimizde ya bizden daha kadim olduğu aşikar bir kaya, ya da dünyayı varolmaktan nefret edecek kadar yakından tanımış bir melekle karşılaşıyoruz. Bu ikisi arasında tercih yapma şansım olsaydı kayayı seçerdim emin olun; kırık bir burun kırık bir kalpten, erimekte olan, insanların ellerinde yoğurulmaktan sıkılmış bir yürekten her zaman daha iyidir.

Kaderin önlenemez ve bir o kadar ironik bir hamlesi sonucunda, her zaman olduğu gibi benim karşıma melek çıktı tabii ki.

Ne kanatlarını kaldırmaya dermanı vardı, ne de öfkeli bakışlarını tekrardan yere indirebilmeye. Dikkatle baktığınızda dökülmekte olan yaldızın altından hırpalanmış ruhunu görebiliyordunuz. Bunun getirdiği en önemli his ise, ( ağzınıza yerleşen pas tadı dışında tabii ) çektiği acının kaynağını bulmak için derisinin, kemiklerinin altına bir bakışta dalmak zorunda kaldığınızı hissetmeniz oluyordu.

Dönüp durduğumuzu biliyor muydu ? Tüm dünyaya yabancılaştığı, hayatının anlamını kovalarken kendini kaybettiği noktada; kulağına eğilip "İkimiz de, herkes gibi boşluktayız" demek için nasıl bir cesaret gerekiyordu ? Varolmuş, varolmakta olan ve varolacak tüm kulakları sağır edecek biçimde "Çık içinden!" diye bağırabilmek için, fazlasıyla acımasız olmak mı , yoksa dokunduğu teni sıcak bir kılıçtan daha vahşice parçalayan yumuşak bir dokunuş kadar duyarlı mı olmak gerekiyordu ?

Ben de böyle bakarken, onun karşısında ezilip bükülmeden ayakta durmaya çalışırken farkettim; aslında düşmekte olduğumu. Aslında düşmekte olduğumuzu. Sorun şu ki, düşen biz değildik; Dünya yükseliyordu.

Hem de büyük bir hızla.

Etrafınızda bugüne kadar sahip olduğunuz tüm hisler, tüm eşyalar, tüm insanlar, en koyu siyah nefretler çıldırmışcasına dönerek sizden kopmaya çalışırken hareket halindeki maddenin dinamikleri üzerine kafa yorabilmek zor tabii ki, neredeyse bir anlığına onu elimden kaçırıyor olmamı kendi beceriksizliğime değil; bu zor çevre şartlarına bağlıyorum.

Hata neydi peki ? Neden kulağına fısıldamakla bağırmak arasında seçim yapmaya çalışırken, o çoktan bakışlarını farklı yerlere çevirmişti ?

5 Kasım 2006 Pazar

Tekrar selamlar herkese. Gundemimize soyle bir bakalim, etrafimda neler donuyor, bugünlerde kendime atmosfer olarak bu eski gezegenden hangi sedaları seçiyorum;

Oaxaca'yi hep beraber izliyoruz, bu olay günden güne çok değişik boyutlara doğru ilerlese de, yaşadığımız çağı daha serinkanlı değerlendirmek zorunda kalacağımızı bize bir kez daha hatırlatması açısından önemli. "Vendetta"'da High Chancellor Sutler, "Bize neden ihtiyaçları olduğunu hatırlamalarını sağlayın" diyordu, devlet aygıtları sanırım uluslararası toplumun ( belki ) asimetrik olarak yeniden inşa edilme ihtimali karşısında bu ve benzeri ihtimalleri değerlendirmeye almak zorunda kalabilir. Bana göre bu, mezarlarının daha derin kazılmasına yol açacak hamlelerden sadece biri olarak tarihe geçecektir. Yine "Vendetta"da geçtiği gibi; "Halk devletten değil, devlet halktan korkmalıdır." Bu olay, bana Indymedia hakkında daha fazla düşünebilme fırsatı da verdi. Herkesin haber gönderebilmesine açık bir oluşum, ülkemiz versiyonunda nasıl sanal bir küfürname halini alabiliyor da, diğer bürolarda bu durumla karşılaşmıyoruz ?

Salı günü ABD'de boşalan koltuklar için ara mahiyette bir seçim yapılacak , NYTimes'dan takip edebildiğim kadarıyla Demokratlar'ın ezici bir galibiyeti kimseyi pek şaşırtmayacak gibi. Göreve gelecek Demokrat adayların birçoğunun Temsilciler Meclisi üyelikleri başlar başlamaz Irak'tan çekilme için tasarı üretileceğini işaret etmeleri; böyle bir olaya pek ihtimal vermesem de dikkat çekici. Neticede görev başına gelindiğinde artık umursanan şey idealler ya da Şehit aileleri değil, devlet mekanizmasında kabul gördüğü haliyle ABD çıkarları olacaktır. Hem bu boku yiyen, hem de kepçesini yanında taşıyan bir devlet olarak Amerika, Bush yönetiminin reklam kampanyasının bir parçası olarak görülebilecek biçimde bir süratle bugün Saddam Huseyin'in idam cezasına çarpıldığını duyurdu mesela, bu da ilginç bir haber. Şer ekseni, jeostrateji, önleyici darbe gibi kavramları gözardı edecek olursanız; etrafa zarar vermekte olduğunuz için gecenin bir vakti bir grup haydutun evinizi basması, ailenizi öldürüp çocuklarınıza tecavüz etmesi, sizi de tavandaki avizeye asması; böyle bir adalet anlayışı bırakın Evangelistleri Eski Ahit'in tanrısını bile rahatsız ederdi herhalde.

17 Kasım Cuma günü MTV Türkiye Lansman partisi varmış , katılan gruplar ironik ve komik, Pussycat Dolls'un Headliner olduğu ( :) ) şenlikte Ogün Sanlısoy, 110, Athena, Hayko Cepkin, Sertap Erener, Teoman, Redd gibi Türk Büyükleri yer almakta. Bunlar içinde en dikkat çekici olansa Mor ve Ötesi'nin performansı olacak. Hayır, başta Harun Tekin olmak üzere bu arkadaşlar Şirket mirket tanımıyorlar ya, umarım MTV'den alacakları parayı da koyacak yer bulamayacaklardır. Harun kardeşime buradan saygılarımı hayret dolu gözlerle yolluyorum, neredeeen nereye değil mi, bir zamanlar çıkıp Siyaset Meydanı'nda anlamını bilmediğin kelimelerle cümleler kurmak , acaba "Benim küçük sevgilim" şeklinde şarkı söylemekten daha mı kolaydı?

TBL'den bu sene çok mutlu ve umutluyum, Fenerbahçe Ülker vak'asını bir kenara bırakırsak ( ki hala yenilebilir bir takım olduklarına - ve yüksek ihtimal şampiyon olacaklarına inanıyorum ) başa güreşebilecek takım sayısı gitgide artıyor. Belki bunda ligden Ülker'in çekilmiş olmasının ( Alpella'yı saymıyorum doğal olarak ) ve Efes'in geçen yılki performansından bile geride olmasının etkisi var, ama yine de Türk Telekom, Galatasaray, Beşiktaş, Banvit gibi takımları ciddiye alınması gereken mücadeleler gösterdikleri için takdir ediyorum. Türk Telekom bu hafta Efes'i çok güzel bir oyunla üst düzey basketbol oynayarak yendi, Jagla ve Dudley fazlasıyla dikkat çekici oyuncular. Muratcan'ı da atlamamalıyım, gerçekten takımının ona ihtiyaç duyacağı dakikalarda topu nasıl taşıyacağını biliyor. Bir tek Tutku'yu anlayamıyorum Telekom'da, hem ne yapmaya çalıştığını, hem de neden hala üst sıralara oynayan bir takımda yer aldığını. İlk sorumu kendisi, ikinci sorumu da Telekom yönetimi uzerlerine alınabilirler.

Geçen hafta da Beşiktaş'a yenilmiş olan Efes'te işlerin biraz daha karışacağına inaniyorum. Düşmekte olan performans sonrasında Oktay Mahmuti'nin yıllardır asla sorgulanmamış olan kırıcı otoritesi masaya yatırılır mı , bilinmez tabii. Haa, bir de Galatasaray'a 21 sayı fark atmış olan CASA Ted Kolejliler var, bu takımı bu yıl hic izlemedigimi için birşey söylemekten kaçınıyorum, ama Galatasaray önceki haftalardan beğenerek ( en azından oyun kurucuları oynamak için Aubrey Reese gibi okşanmak istemiyor ) izlediğim takımlardan biriydi.

Euroleague'de de bu hafta guzel geçecek , Efes Pilsen Perşembe akşamı Saat 20:15'te ( yanılmıyorsam tabii, yayıncı kuruluş SkyTurk'ten bu konuyla ilgili bilgi alabilmek zor ) bir alt sırada kendisini takip eden Le Mans'la oynayacak , 23 sayı ve 7.5 ribaund ortalamayla oynayan Eric Campbell efes uzunları karşısında neler yapacak göreceğiz. Euroleague'in en bahtsız, en bedevi, en istikbali rakı sofralarında tartışılası takımı Fenerbahçe ise Çarşamba akşamı aynı saatte Benetton'u kovalıyor olacak. bu sefer kötü talihlerini çevirerek Benetton'u yenmelerini bekliyorum. Lütfen.

4 Kasım 2006 Cumartesi

Oaxaca'da neler oluyor ??

Haberi olan var mi ?

Duydunuz mu, hala dayaniyorlar mi ? Atese tasla, gozu kavuran; cigerleri soken gazlara hic durmayacakmis gibi atan yurekleriyle karsilik veriyorlar mi bugun de ?

İnsanlar oluyor arkadaslar, bildiginiz oluyorlar yani Counter Strike degil bu. Mor isikta cozurdayan sinekler gibi birer birer dusuyorlar.

Oaxacarevolt.org'dan alabildigim son iki haber tuyleri diken diken ediyor;

"2006-11-02 16:19:50: Radio update

Report by Nancy Davies

Now at 3:00, after broadcasting that the helicopters have been firing tear gas indiscriminately into neighborhoods, the radio suddenly announces that the PFP is surrounded. The APPO refuses to release them

Then we hear that the explosions are savage firing from helicopters. Houses are on fire in colonias. Then we hear that the APPO demands a total withdrawal and the resignation of URO. Seven are said to be wounded, a boy gravely.

PRI porros gathered in front of the radio station--which was not invaded, I think because of the national outcry- the porros are provoking the movement supporters. I can hear a helicopter right now circling overhead in center. We are close to Santo Domingo and the APPO may have called for retaking the zocalo -- .

Seven people were arrested in Cinco Señores, and the APPO demands their release. Many wounded, including women and chidlren.

This is the Battle of Oaxaca, you read it here first. But I'm going to wait for the real reporters to report in."

Oaxaca savasinda durum daha kotu olmali, iste bu oralardan alabildigimiz son haber, gozlerim yasariyor;

"Report by Dean Gibson

A call for medical donations: bandages, anti biotics, etc, to be given at the Tierra Aldentro Restaurant in San Cristobal. Reports are that the Cruz Roja Mexicana in Oaxaca isnt answering emergency calls, and the hospitals are also not attending the injured, but instead they are being arrested!

source: radio zapatista"

Kizil hac cevap vermiyor, hastaneler doktorlar tutuklandigi icin yaralilari kabul edemiyor..Simdi ne yapiyorlar, olaylar nerelere geldi bilemiyoruz.

Gelin Turk basini bu olayla ne kadar ilgilenmis bakalim;

Radikal - Aydin Dogan'in solcu kafeslemek icin cikardigi pacavrada, olayin izi bile yok. İkinci sayfasinda Borat denen kepaze vardi bugun, dunya haberleri sayfasinda da bol bol AB mavrasi gordum.

Milliyet - Yok. Sadece 17 aylik bir bebege tecavuz etmenin ne kadar kotu birsey oldugunu anlatan uzun uzun yazilar var. Sanki bilmiyormusuz, o olay icimizi yakip kavurmuyormus gibi.

Sabah - Sabah gazetesinin Dunya haberleri kismindaki basliklara bir bakalim mi ?

"Kızını makasla sünnet eden babaya 10 yıl hapis"

"Âşığı için üç çocuğunu gölde boğdu"

"Müslüman diye işten kovuldular"

Neyse, siktir edin, bakmayalim. Hurriyet iyidir mesela.

Hurriyet - Buyrun cenaze namazina , Hurriyetin Dunya Haberlerinden anladigi da bu;

"Bin Ladin’e benziyor diye işinden oldu"

Aksam - Guler Komurcu denilen kadıncagiz Yimpas olayinin sifrelerini mansette cozerken, biz ic sayfalara bir gecelim;

"Kızgın Alman, euroları asitledi!"

Yok, bir yazida iki kere agzimi bozmak istemiyorum. Serdar Turgut'a saygisizlik olmasin ama, Engin Ardic yaziyor olmasa su tuvalet kagidina kicimi bile silmem.

Haberturk diye bir olay var bir de, bildiginiz gibi ayinin penisindeki kemigi elleriyle cikarmaktan hayvani bir zevk alan patrona sahip tek basin kurulusu. Onlarin durumu daha da aci, Dunya haberleri kismina girdigimde "Arkadan Frikik verdi" diye bir haber gordum.

Valla, bakin.

Saka yapiyor gibi durabilirim ama, gercekten icim aciyor arkadaslar. Orada insanlar olmekte, devlet her sıkıstıgında yaptigi gibi gucunu insanlarin agzina catir catir sicmak icin kullanmakta, buralarda ise kimsenin haberi yok. Tabii ufak bir grup haric; bakin İstanbulda ne yapmislar;



"A press meeting and demonstration by Indymedia – Istanbul volunteers was realized today (2 November, 2006) in front of Mexico’s Consulate in Istanbul to protest the murder of documentarist anarchist Brad Will by state-supported paramilitary forces on 27 October, 2006 in Mexico, Oaxaca; who was there as a volunteer journalist for Indymedia-New York to document the state-funded paramilitary violence against teachers and people’s councils’ struggle. "

Indymedia.org'a donelim, olayla ilgili turkce bilgi bulabilecegimiz belki tek taze kaynak; onlar da son haber olarak Polisin universiteye saldirdigini yazmislar. Radio APPO'nun canli yayin kayitlarina ulastim, saat 20:40'da sona eriyor, yani bizim saatimizle bu sabah.

Radyo binasi havaya ucmus.

Soylenecek cok sey kalmiyor.

1 Kasım 2006 Çarşamba

Oaxaca Vive! ¡La Lucha Sigue!


Oaxaca'da neler oluyor ?

Hicbiriniz bu kucuk sehrin adini duymadiniz biliyorum, ben de duymamistim. Ta ki bugüne kadar.

Dunya Gazetesi'nin 29 Ekim 2006 nushasindan alintiliyoruz;

"..MEXICO CITY - Meksika'nın güneyinde yeralan Oaxaca'da meydana gelen şiddet olaylarına hükümet müdahale etmeye hazırlanıyor. İsyancılara ultimatom veren hükümet yetkilileri, protestoculardan barikatları kaldırmaları ve devlet dairelerini boşaltmalarını istedi.

Meksika'da yaşanan şiddet olayları devam ediyor. Hükümet isyancılara ultimatom vererek, olayların sonlandırılması için hazırlık yapmaya başladı. Oaxaca'da meydana gelen olaylarda çok sayıda bina ateşe verilirken, zaman zaman girişilen çatışmalarda çok sayıda kişi yaralandı. Protestocuların yollara kurduğu barikatların bir an önce kaldırılmasını isteyen yetkililer, işgal edilen devlet dairelerinin de boşaltılmasını talep etti. İçişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre şu ana kadar birçok sokak, plaza ve devlet binası ile özel mülkler protestocular tarafından ele geçirildi.

Öte yandan olayların başlangıcına neden olan öğretmen eylemleri ise son bulacak gibi görünüyor. 70 bin öğretmenin daha iyi iş koşulları ve maaş talebi ile başlayan grevleri bölgedeki dengeleri sarsarak, olayların çıkmasına neden olmuştu. Hükümet, federal güçlerin bölgeye giderek, durumu yeniden kontrol altına alacaklarını ifade ederken, Öğretmenler Birliği'nden yapılan açıklamaya göre, öğretmenler eylemlerine son vererek Pazartesi günü itibariyle görevlerine geri dönecek. Birlik Başkanı Enrique Rueda, "Anlaşma imzaladık. Bu durumda okullar 30 Ekim Pazartesi günü yeniden açılacak" dedi.."

Bakin burada da bir Mainstream medya study'si olarak gorulebilecek bicimde Radikal'in olaylari yansitis bicimi yer aliyor;

"Komşu polise linç girişimi

REUTERS - OAXACA - Eyalet valisinin görevden alınması amaçlı protestolarda, eylemcilerle polisin sıkı çatışmalara giriştiği Meksika'nın güneyindeki Oaxaca kentinde, bir polis komşularının linç girişimine maruz kaldı. 50 kadar komşusu, bir evi soymakla suçladıkları polis Manuel Dominguez'i, sokak lambasına bağlayıp işkence yaptı. Kızgın komşular, giysilerini çıkarıp üzerine su boca ettikleri Dominguez'i saatlerce dövdü."

Bu kadar. İlginizi cekti mi , kafaniz karismis olmali.

Devam edelim; Sabah gazetesi nasil bakmis olaya;

"Meksika'da Ortaçağ dönemi yargı geri geldi

Meksika'nın Oaxaca eyaleti 4 aydır inanılmaz gösteri, işgal ve çatışmalara sahne oluyor. Vali Ulises Ruiz'in istifasını talep eden ve kendilerine "Oaxaca Halk Meclisi" (APPO) ismini veren grubun eyaleti "işgal" etmesinin ardından ülkede Ortaçağ benzeri sahneler yaşanmaya başladı. Dün de hırsız olduğu iddia edilen bir grup genç ilk önce APPO üyeleri tarafından dövüldü sonra da ağaca bağlandı. Gençleri öfkeli kalabalığın elinden polisler kurtardı. Olaylar APPO ile eyalet polis güçlerinin çatışmalarıyla başladı. APPO yönetim binalarını işgal ederken, çatışmalarda 8 kişi hayatını kaybetti."


Peki siz olaylarin aslını ogrenmek istiyor musunuz ? Gozumuzun onune bok rengi bir perde ceken tum bu dezenformatif hareketlerden sıyrılın, ve kendiniz takip edin. Internet MSN, Muzik, Cnn.com ve Porno'dan ibaret bir lagim cukuru degilmis degil mi, cok ilginc.

Disaridan izlemeyi birakin, biraz da iceri girin.

Ah Derek Sherinian Ah !


Hehe, Derek'i tanidiginizi varsayiyorum, kendisi Dream Theater'in Kevin Moore'un yerine gruba dahil olmak gibi bir talihsizlik yasamis eski klavyecisi. Gorevini zorla Jordan Rudess'a devretmeden once Change of Seasons, Falling into Infinitiy ve Once in a Livetime albumlerinde calmisti.

O zamanlar, Dream Theater'in muzikal gelisiminin ortalarinda olmamizin verdigi sevkle Moore'un gruba katabildiklerini kaybetmenin sokundan henuz kurtulamamistik, bir daha asla Space Dye West gibi bir sarki, Take The Time gibi bir duzenleme dinleyebilecegimize ihtimal vermiyorduk. Ve acik konusmak gerekirse, Moore'dan sonra Beethoven gokten inip grupta klavye calsa yine begenmeyecektik.

Sherinian'i da begenmedik tabii. O ne kaknem herifti oyle, klavye filan da calamiyordu zaten, soz olarak da, beste olarak da gruba bir katki yapamadigi gibi sahnede gunes gozlukleriyle Rockstar gibi dolasarak hepimizi ayar ediyor; Dream Theater'in Rockstarliktan son derece uzak imajini zedeliyordu. Jordan Rudess geldi, hem grup klavyeci gordu, hem de biz rahat ettik..

Oyle mi acaba ? Halt etmis olabilir miyiz ?

Aradan gecen zaman hem bizi biraz sakinlestirdikce, hem de grubun muzigi yerine oturdukca simdi daha iyi anliyoruz ki; Sherinian oldukca iyi bir muzisyen. Hem kompozitor olarak , hem de performans sergileme olarak ust duzeyde yeteneklere sahip. Falling into Infinity'nin o kapagi gibi masmavi soundunda, Change of Seasons'un hircin sakinliginde buyuk payi varmis, Once in a Livetime'da Ytse Jam'in ve Lines in the Sand'in basindaki sololariyla zaten sevmeyenlerin de biraz takdirini kazanabilmisti. O zamanlar biz "Eskiden de yaptigi gibi gitsin Alice Cooper'la calsin; ancak orada calabilir zaten" diyen arkadaslar hala var, goruyorum. Eminim bu arkadaslarin cogu ne Planet X projesini, ne de Sherinian'in solo albumlerini dinlememisler.

Planet X; kisaca bahsetmek gerekirse Derek Sherinian'in yanina Tony Macalpine gibi bir hayvani ve dunyanin sayili progressive davulcularindan biri olan Virgil Donati'yi alarak alemleri boydan boya yardirdigi bir proje. Simdilik biri Live olmak uzere iki albumleri var, ve bunlardan son cikan "Universe" bana her dinledigimde yeni bir tad veriyor. Vokalsiz muzik yapmanin uzerine; bir de yaptiginiz muzigin fazlasiyla kompleks olmasini ekleyin; sonuc cogunlukla anlasilamamak ve kenara itilmek oluyor. Ben de boyle yapmistim bir sure, simdi cok pismanim.

Solo albumleriyse ayri bir senlik, bir fener alayi havasinda gecmekte; mesela Black Utopia diye 2003 cikisli bir album var ki ; Zakk Wylde'dan Billy Sheenan'a, Malmsteen denilen gitar masturbatoru de dahil olmak uzere bir suru konukla alip basini gidiyor. Dinlemeyenler cikacaktir, progresssive fanlari tarafindan acilen dinlenmesini ve Liquid Tension albumlerinin yaninda guzel bir yere konulmasini oneriyorum.

Ah Derek Ah, hersey o gunes gozluklerinin yuzunden oldu bence...

Ha, bu da eski gunlerden guzel bir ani; "Nightmare Cinema" Derek'li gunlerin Dream Theater konserlerinde ortaya cikan bir grup, klavyede John Myung, Basta Mike Portnoy, Gitarda Derek Sherinian ve davulda buyuk bir beceriksizlikle John Petrucci var. Perfect Strangers caliyorlar, daha dogrusu grup calarken Petrucci onlarin arkasindan kosturarak geliyor :)

30 Ekim 2006 Pazartesi

Kuzey Kore Halki Nasil Kurtulur?


Cok umurlarindaydi ya sanki, VACLAV HAVEL, KJELL MAGNE BONDEVIK ve ELIE WIESEL usenmemisler, Kuzey Kore halkinin cektigi acilar ve izdiraplar uzerine bir yazi kaleme almislar New York Times'da. Havel'i taniyorsunuz, eski Cek Cumhuriyeti Reisicumhuru, Bondevik Norvec eski basbakani. Wiesel ise taninmis bir profesor, genellikle insan haklari konusu uzerinde arastirmalar yapiyor. Artik yeter, biz dayanamiyoruz, ne olacak bu Korelilerin hali demisler, asagidaki yaziyi dokturmusler.

Linki bu; ama bu adamlar bazen subscription filan isteyebiliyor diye yaziyi da kopyaliyorum;

" WHILE the focus in recent weeks has been on North Korea’s nuclear test, we shouldn’t lose sight of the fact that the government there is also responsible for one of the most egregious human-rights and humanitarian disasters in the world today.

For more than a decade, many in the international community have argued that to focus on the suffering of the North Korean people would risk driving the country away from discussions over its nuclear program.

But with his recent actions, North Korea’s leader, Kim Jong-il, has shown that this approach neither stopped the development of his nuclear program nor helped North Koreans. It is time, therefore, for a renewed international effort to ameliorate the crisis facing the country’s citizens.

And with the unanimous adoption by the United Nations Security Council of the doctrine that each state has a responsibility to protect its own citizens from the most egregious of human-rights abuses, a new instrument for diplomacy has emerged.

States will retain sovereignty over their own territory, but if they should fail to protect their own citizens from severe human-rights abuses, the international community now has an obligation to intervene through regional bodies and the United Nations, up to and including the Security Council.

It is in this context that, working with the law firm DLA Piper and the United States Committee for Human Rights in North Korea, we commissioned a report on the failure of the North Korean government to exercise its responsibility to protect its own people. The evidence and analysis in this report are deeply disturbing. Indeed, it is clear that North Korea is actively committing crimes against humanity — against its own people.

North Korea allowed perhaps one million — and possibly many more — of its own citizens to die during the famine in the 1990’s. This was caused in part by the government’s decision to reduce food purchases as international assistance increased so that it could divert resources to its military and nuclear program.

Hunger and starvation remain a persistent problem today, with more than 37 percent of North Korean children chronically malnourished. And yet North Korea has requested less food assistance from the World Food Program and refuses to let the program monitor food distribution in some 42 of 203 counties in the country.

As a result of the cuts in food aid, the program has said that millions of North Koreans will face real hardship this winter and many aid groups have warned of another famine.

Furthermore, North Korea holds as many as 200,000 people in its political prisons. Not only are real or imagined dissenters imprisoned, but so are their relatives, including the elderly and children, under a guilt-by-association system instituted by North Korea’s founder, Kim Il-sung.

Prisoners in the gulag are provided starvation-level rations, forced to work long days under brutal conditions, and many face torture or execution for trivial offenses. It is estimated that more than 400,000 have died in the North Korean gulag over 30 years.

The few attempts by the international community to engage with North Korea on human rights and humanitarian concerns have come up short. Resolutions adopted by the General Assembly and the Commission on Human Rights have been repudiated by North Korean representatives and then ignored.

In addition, North Korea refuses to recognize the legitimacy of the United Nations special rapporteur on human rights in North Korea and has denied his numerous requests for access to the country.

Kim Jong-il has proven that the international community’s restraint in openly discussing North Korea’s treatment of its own people did not yield compromise on the nuclear issue. It merely allowed him to decouple the two issues.

Now that Kim Jong-il’s nuclear weapons test has attracted the attention and condemnation of the world, it is imperative to seize this opportunity and once again engage with Pyongyang on human rights and humanitarian concerns.

Our report recommends that, as a first step, the Council should adopt a non-punitive resolution urging open access to North Korea for humanitarian relief, the release of political prisoners, access for the special rapporteur and engagement by the United Nations.

We also urge the incoming secretary-general, Ban Ki-Moon, to make his first official action a briefing of the Security Council on this dire situation.

Protecting the people of North Korea requires nothing less."



Aslan parcalari, ozetle Kuzey Kore yonetiminin halkin cektigi tarifsiz sikintilar pahasina Nukleer programina devam etmesini bir insanlik sucu olarak ilan ediyor, Cezaevlerinde siyasi tutuklu olarak olen yuzbinlerce insanin , bir o kadar tutuklunun ve ac yasamaya mahkum edilmis cocuk yastaki calisanlarin haklarinin Uluslararasi toplum tarafindan savunulmasi icin yardim feryatlari atiyorlar.

Ulan, bu adam otuz senedir bu ulkenin basinda, bu milletin ezilmekten zerre dermani kalmadi, simdi mi geliyor akliniz basiniza ? Simdi mi mudahale cigliklari atiyorsunuz ? Amerika'nin dunyanin yuce cikarlarini korumasi icin bu uc isim tarafindan goreve cagirilmasini gormemiz, hic de olumlu gelismelere gebe olmayan gunlere dogru ilerledigimizi hissettiriyor.

The Origin of The Genocide - Soykirim'in Kokeni



Wallerstein'in "Modern Dunya Sistemi" kitabinin 1.Cildinden alintiliyoruz, arzu edenler varsa Ideefixe'den temin edebilirler;

"Bununla birlikte, koleler beceri gerektiren buyuk capli girisimlerde faydali degildirler. Onlardan yapmaya zorlandiklari seylerden fazlasini yapmalari beklenemez. Bir kez beceri gerektirrdiginde alternatif isgucu kontrolu bulmak daha ekonomiktir. Cunku, aksi takdirde ucuz isgucu maliyeti, dusuk uretim oraniyla dengelenerek avantaj olmaktan cikar. Yogun isgucu isteyen urunler, gercekte "hasat" edilmek icin minimum beceri gerektiren, dolayisiyla kontrol icin en az yatirimi gerektiren urunlerdi. Zalim patronlarin emri altindaki beceriksiz isci yiginlarinin kullanildigi urunler, oncelikli olarak seker ve sonralari pamuktu.

Seker ekimi, Akdemiz adalarinda baslayip sonralari Atlantik adalarina oradan da Atlas Okyanusunu gecerek Brezilya ve Karaiblere kaydi. Kolelik sekeri takip etti. Kolelik yer degistirdikce kole sinifini olusturan etnik kompozisyonda degisti. Fakat nicin Afrikalilar yeni koleler olmuslardi? Cunku ekimlerin yapildigi yerdeki yerli isci arzi tukenmisti; cunku Avrupa iyi nufus yogunluguna sahip ve kullanacagi yerde yakin bir bolgeden insangucu kaynagi bulma ihtiyaci icindeydi. Fakat bu bolgenin Avrupa'nin dunya ekonomisinin disinda olmasi ve bu sayede bolgenin insangucunun buyuk oranlarda azaltilmasinin yaratacagi ekonomik sonuclarin, Avrupa'yi endiselendirmemesi gerekiyordu. Bati Afrika bunun icin en uygun adaydi.

Alternatif isgucu arzinin bitmis olusu acikca ortada. Akdeniz ve Atlantik adalarina dayatatilan tek kulturlu tarim, buralari hem toprak hem de nufus acisindan yikima ugratmisti. BUralardaki topraklar kalitesini kaybetmis, nufus da ya olerek yok olmus, ya da kotu sartlardan kurtulmak icin goc etmislerdi. Karaib adalarindaki yerli nufusu tamamen ortadan kalkmisti. Yeni Ispanya ( Meksika )'da nufus 1519'da 11 milyon iken 1650 civarinda 1.5 milyona inerek dramatik bir dusus gostermisti. Brezilya ve Peru'da da benzer nufus azalmalari gorulmustu. Bu demografik dususun en yakin iki aciklamasi, hastalik ve Avrupalilarin yetistirdigi hayvanlarin yerlilerin tarimina verdigi zarar olarak belirmekte. Fakat insangucunun, ozellikle de madenlerde kelimenin tam manasiyla bitirilmesi de onemli etkiler yapmis olmalidir."

Breh breh breh. Pardon, biz kimi kesmistik size gore ??

28 Ekim 2006 Cumartesi



:)

Bu da bizim konuyla ilgili yaptigimiz yorum;

Homur : "..we saw your "sonne" video and it s ( also) good. then we thought that that u can do better... but when we watched other videos we changed our minds... sorry girls but we dont wanna see cuteness but hot stuff ( hell yeah!!!).."

Hehe, Turkce meali ise soyle ( :P ) :

"..Sonne videonuzu gorduk, ve (neredeyse) iyi. O anda dusunduk ki, daha iyisini yapabilirsiniz. Fakat diger videolarinizi gordugumuzde fikrimizi degistirdik...Uzgunuz kizlar, biz seksi seyler disinda sirinlik gormek istemiyoruz ( Hell yeah ! :))

19 Ekim 2006 Perşembe

Son Gelismeler

Evet arkadaslar, yazin son gunlerinden yeteri kadar uzaklastik artik; kisin getirdigi umutsuz ruh hali hepimizin uzerine katran gibi cokerken; yapabilecegimiz tek sey yazdan kalma aliskanliklari surdurmek yerine bu depresif gecisi biraz daha kolaylastirmak. Kahvenizi alip muzigin sesini hafifce kisin, ve disarida amansizca kosturmakta olan ruzgarla dans eden yagmuru dinleyin.

Cetin gececek kis, ve guzel; ozellikle benim gibi soguktan bile bir mutluluk sebebi cikarabilenler icin.

Gelelim son haberlere.

Bence gunun en bomba gelismesi, RTUK tarafindan Radyo ve Televizyon yayincilari Dernegi'ne gonderdigi tavsiye karariyla, Fransiz urunu yayinlarin gosterilmemesini tavsiye etmesi oldu. NTVMSNBC.com'dan alintiliyoruz;

"Radyo ve Televizyon Yayıncıları Derneği’ne gönderilen tavsiye kararında, Fransız kaynaklı medya ürünlerinin kullanılmaması istendi.

Kurul’dan yapılan açıklamada, “Türk halkının tarihine karşı yapılmış büyük bir haksızlık olan ve Türk-Fransız dostluğunu bozma niteliği taşıyan, sözde Ermeni soykırımını inkar edenlerin cezalandırılmasını öngören yasa önerisi gündemden tamamen çıkarılıncaya kadar, Türkiye’de yayın yapmakta olan radyo ve televizyon kuruluşlarına Fransız kaynaklı medya ürünlerini yayınlamamalarının tavsiye edilmesine oy birliğiyle karar verilmiştir” denildi."

Bu fikir asil olaran hangi dangalagin aklindan cikti bilmiyorum ama, bence RTUK'un ne kadar uyesi varsa hepsi Kultur Emperyalizmi ve Fasizm kavramlari uzerine dusunmeli. Siz Fransa Parlamento'sunun kararini Fransiz Kultur urunlerini ezerek protesto edemezsiniz, bu sokaklarda eski Peugeot'lari parcalamaya da; Dincilerin gazina gelip Fransiz maliymis gibi lanse edilen Ulker rakibi urunleri yememeye de benzemez.

Fransa Parlamento'sunun aldigi karara bu ulkede ufak bir azinlik haricinde herkes tepkili, ama bugunlere gelmemizde en onemli payin tepkimizi gosterme hakkimizi daima yanlis kullanmamizda oldugunu da unutmamaliyiz. Abdullah Ocalan biz Uno'larin uzerinde tepindigimiz icin Turkiye'ye teslim edilmedigi gibi, Fransa Meclisi'nde alinan bu kararin bir sekilde Fransiz sistemi icerisinde onune gecilmesi de biz Fransiz Konsolosluguna bulabildigimiz tum kek malzemelerini firlatiyoruz diye olmayacak.

Yine de tepkinizi bu tarz olaylarla insa etmenizi anlayabiliyorum; sorun burada degil. Sorun yukarida goruldugu gibi, esegin bir taraflarina suyu kacirmak icin bu tarz insanlarin sebat gostermesinde. Kardesim, Fransiz kaynakli Medya urunlerinin kullanilmamasi bu olayi hicbir sekilde cozume suruklemeyecegi gibi, uzerinden zaman gecip de bu karar tarihi bir done olarak incelendiginde bizim kendimize olan saygimizda da ciddi sarsintilara yol acacaktir.

Tamam; Simdi Gerard Depardieu'nun filmlerini izlemeyecegiz, Luc Besson'a burun kivirip Daniel Auteuil'in insanustu oyunculugunu gormekten gelecegiz,

Peki ya bir gun bu dallamalara benzeyen biri cikip Marcel Proust'u, Sartre'yi, Albert Camus'u da okumamamizi tavsiye ederse? Fasist dusunce kohne ve karanlik bir agac kabugu gibidir, girdiginiz yer isil isil olsa da nereden cikacaginizi asla bilemezsiniz.

Siz Fransa'ya dusman oluyorsunuz, bu karara ya da Fransiz Parlamentosuna degil. Bense beklentilerinizin aksine Fransa'ya asla dusman olamayacagim; Necati Dogru gibi Curumus Fransa Bilmemne Fransa Yozlasmis İdol seklinde bol unlemli, uyakli, hicbir boka benzemeyen yazilar dokturemeyecegim.

Cünkü; Sartre Fransa'dir arkadaslar. Proust, Fransa'dir.

Kaldi ki Death Metal grubu Gojira'yi gun gectikce daha da fazla tutmaya basladim. Onlar da Fransiz, ne yapacagiz simdi ? System of a Down'a yaptigimiz gibi onlari da Last.Fm'de shit olarak mi taglasak acaba ?


Bu konuya dalmisken diger gelismeleri unutuyorduk az kalsin; bazen sinirlenince kendimi kaptiriveriyorum.

Kirk Hammett'in oglu olmus ; kendisini kutluyor, kucuk angel ray keala'ya babasinin feyz alacagi yonlerini iyi secmesini ve guzel bir hayat diliyorum. Boylece Kirk'in i.ne olduguna dair soylentiler de yikilmis oldu.

Bu olaya Dave Mustaine ne diyecek acaba, hehe.