$2.99

31 Mayıs 2007 Perşembe

İt's a Hard Rain A-Gonna Fall.

Dilleri kırıkken konuştu insanlar,

yürekleri paramparçayken seviştiler,

kılıçları ciğerlerini delerken savaştılar,

yürüdüler, ayakları yokken;

ve gördüler tüm gerçeği; gözleri kargalar tarafından yalçın kayalardan atılmışken,




siz ise sadece tokat attınız yüzüme,

ruhuma batırdınız sivri dillerinizi,



ayakta kalabileceğimi düşünmüyorsanız; bu büyük bir hata olacaktır.




Siz sırtımdayken dağları tırmandım ben, ışığı belirsiz fenerlere yüzdüm dalgalar içinde,

yarımı gömdüm ben, siz sırtımdaydınız,

söylemeye başlamadan biliyordum; siz yanımdayken şarkımın güzel olmayacağını,

ayaklarınızla enseme basarken bu yüzden çıktım yalnızlığın delilik kulelerine,


ve silkeledim sizi sırtımdan,

yaralıyken,

yarım ölmüşken,

ağlamadım.




şimdi ağlayacağımı düşünüyorsanız; bu yaptığınız ikinci ve son hata olacaktır.

Kara Kız

-Tanrıyı arıyorum ben.Nerede tanrı ?

-Senin içinde.Benim de içimde.

-Öyle sanıyorum. Ama nedir o ?

-Babamız.

-Neden anamız değil ?

-O zaman analarımız , onları Tanrı'dan önce saymaya zorlarlardı bizi. Anamın gösterdiği yoldan gitseydim , toplumdan atılmış biri , bir serseri olacağıma , belki zengin bir adam olurdum ama Tanrı 'yı asla bulamazdım.



* Bernard Shaw - Kara Kız

Für Die Meister - Bram Stoker [2006]

“Yolu ne kadar uzatsam da , ne kadar bilmediğim ara sokaklara dalarak bir çıkmaza düşmeye çalışsam da farkındayım : en ters doğrultuda atılmış bir adım bile beni gideceğim yere biraz daha yaklaştırıyor.Sona doğru ya da başa doğru , sonda ya da baştayım ; bilemiyorum.

Yürürken kollarımı ne kadar sallarsam sallayayım faydası yok.Birazdan yanından geçeceğim şu direğe kafamı vursam defalarca belki dururum , ama ancak bir süreliğine.Beni ne aylar , ne yıllar , ne de ötenazi’nin adilliğine inanmış bir doktor kurtarabilir.Evet , böyle bir durumda en fazla ölürüm.

Eğer çözüm ölmek olsaydı direkler gibi barbarca tercihler yerine kendimi son teknoloji ile donatılmış şu jeeplerden birinin altına atardım.Medeniyetin tekerlekleri kauçuk bir juggernaut’mışcasına sırtıma çıkar , beni sonsuza kadar asfaltın metrelerce altındaki serinliğe gömerdi. Cansız bedenimin etrafına toplanan insanlar ise sonradan üzerinde bir kimlik bile bulunamayan bu gencin -onlara göre- kısacık hayatının böyle boktan bir şekilde son bulmasına üzülecekti.Hayat mücadelesi yorgunu cümleleri ve endüstrinin artıkları ile kirlenmiş acımaları ile...

Ölüm düşmek üzere olan bir kalede şerefle yaşanmışçasına görkemli olmayacaktı belki ama yine de ölecektim.Çözüm bu olsaydı ölürdüm de.Ama ölüm bir son değil , yalnızca değişimdir.Perde bir anlığına kalkar ama bu tekrar inmeyeceğine değil , tekrar ineceğine işarettir sadece. “

Öksürdü ve bir an için olsun düşüncelerinden sıyrıldı. Etrafında durmaksızın akan insan trafiğine aldırmadan öylece durdu. “Her geri geldiğinde kıçıma saplanan bir bıçak gibi acı veren 6. hissim ve tüm kehanetler bulmam gereken yerin burası olduğunu söylüyor.Hayatta böyle bir kararı bir kere verir insan; ama bu yapmama engel olmamalı.Şimdi...”


Sözünü bitirmeden arkadan sol omzuna aldığı şiddetli darbe kendi etrafında yarım tur kadar dönmesini sağladı.Yanından omuz atarak geçen adamla kısa bir göz teması yaşadıktan sonra büyük kararların zor durumlar içerisinde ve üzerinde uzun boylu düşünmeksizin alınması gerektiğine karar verdi ve kapısının önünde durduğu berber dükkanından içeri girdi.

Zihninde az önce bıyıklı bir adamdan aldığı darbenin ona gönderilmiş ilahi bir mesaj olup olmadığını tartarken ağzından belli belirsiz bir “hayırlı işler” çıktı. Böylece bir saniye önce unuttuğu durumunu (kim bilir kaçıncıya yeniden) fark etti.Girdiği dükkana şöylece bir baktı.

Duvarları boydan boya kaplayan aynaların sağladığı derinlik olmasa; insan boğabilecek kadar küçük olan bu dükkanda iki berber (bir usta , bir de kalfa) ve bir çırak büyük bir başarı örneği göstererek aynı anda iş görüyorlardı.İstanbul yazlarına özgü ıslak hava içeride sıra beklemekte olan insanların giysilerinin altlarından aynaların duvara bakan yüzlerine kadar en karanlık yerlere bile giriyor , her yerde kendinden bir parça bırakarak ucuz bir klima taklidi olarak kullanılan duvardaki pervaneden dışarıya çıkıyordu.

“Hoş geldin abi , buyur” dedi içlerinde yaşça en küçük görünen çırak.13’ünde ya var , ya yoktu.Kim bilir ne zaman saçlarını bu iğrenç modele sokmuş (eskilerin “Travolta saçı“ dedikleri bu olsa gerek) , buna rağmen bütün gününü berber dükkanlarında saç süpürmekle geçiren insanlara has bir özellikle iğrençliğin bir türlü farkına varamamıştı.Üzerindeki renkli gömleğin bilekleri ve yakası tozla karışık terden simsiyah olmuş , altındaki beyaz pantalonun kıç tarafı eskilikten parlamaya başlamıştı.Tam da bu çocuğun pantalonunun kıçını eskitebilecek kadar oturup oturmadığını düşünürken kalfa olabilecek yaşta görünen “Bir kaç kişi var sırada , biraz bekleyeceksin ama.” Dedi bıyık altından gülümseyerek.“Beklerim ; acelem yok.” Çırak bu alışılagelmiş cevabı duyar duymaz Selim’e şöyle bir baktı ve arkasını dönüp aynada saçlarını düzeltmeye başladı.Daha doğrusu uyandığından beri aralıklı olarak yaptığı bir işe devam etti.Selim ise konuşmaktan azat edilmiş olmanın verdiği mutluluk ile serbestçe dükkanı incelemeye devam etti.

“Demek burası” dedi kendi kendine , yanında gazete okuyan adam kafasını ona çevirince Selim de ona döndü ve bir süre bakıştılar.Selim adama gülümseyince o da gülümsedi ve “evet burası” dedi ; “Burası bu çevrenin en iyi erkek kuaförüdür.Size de öyle tarif etmiş olmalılar.” En iyi mi , ben iyi olduğundan bile emin değilim diye geçirdi aklından.

“Bana tam olarak böyle söylenmedi.Ama yine de kolayca buldum.” dedi ve bakışlarını adamdan kaçırdı.Kemal ise fazla konuşmak istemeyen bu garip yabancının üzerine çok düşmedi ; gazetesine döndü.Gazete okur gibi yaparken bu gün de patronundan para alamadığını karısına nasıl söyleyeceğini düşünüyordu.Eve gidip parasızlıktan üç başlı bir canavara dönüşmüş olan karısının yüzünü görmektense , az önce yanındaki adama “en iyi” diyerek yalan attığı bu lanet 3.sınıf berberde kalmayı tercih ettiğini düşündü bir an.Tam o sırada gazeteye kayan gözleri onu tuttuğu takımın yeni aldığı “Süper Yıldız”ın bilgisayarda forma giydirilmiş resmine götürdü , sakinleşti Kemal.Yakında başlayacak sezonun hayaline daldı.Uyudu Kemal ; bir kez daha yaklaşmışken dünyanın kapısını aralamaya , tekrar rüyalar alemine yuvarlandı.Hem de gözleri sonuna kadar açık bir halde...

“Bana tam olarak böyle söylenmedi.Ama yine de kolayca buldum.” Dedi ve bakışlarını adamdan kaçırdı Selim.Bir an ne zamandan beri sesli düşündüğünü bilmediğini fark etti.Yanında oturan adamın düşünceli düşünceli okuduğu şeyin “tarafsız” bir spor gazetesi olduğunu görünce gülümsedi.”İyi geceler” dedi belli belirsiz bir sesle ve dükkanı seyretmeye kaldığı yerden devam etti.

Açılalı en fazla bir ya da bir buçuk sene olmuşa benziyordu.“Usta” olmaya üçlü arasında en yakın olan delikanlının mağrur görünmeye çalışan eski elbiseleri ve gözlerinin altındaki morluklar , henüz bitmemiş borçların ve uykusuz gecelerin belirtisi olmalıydı.Üzerlerine binen yükle çökmüş omuzlar duvardaki ustalık belgesinin sahibinin kafasını taşımanın verdiği azim ile ayakta durabiliyordı.Ama sadece buradayken...Gece dükkanın kepenklerini çekip evi doğru yollandıktan sonra , üzerlerine bir de bomboş bir kafa taşımanın vicdan azabı yıkılınca , omuzların evde bulunacak biri tarafından iyice ovulması gerekiyordu. “Böyle hayat olmaz olsun!” dedi omuzlardan biri , yani en azından Selim öyle düşündü ve bu hoşuna gitti.Kendi kendine kurduğu bu eğlenceli hayal ile gülümserken “kalfa”nın onu çağırdığını fark etti.”Gelicek misin?” şeklinde bir davete “hemen geliyorum” diye cevap verdi ve zıplayarak yerinden kalkıp berber koltuğuna oturdu.

Ağzındaki kürdanı durmaksızın dudağının bir tarafından diğer tarafına geçirirken bir yandan da berberlere özgü hareketlerle biraz sonra bir sanat eseri haline getireceği saçları kurcalıyordu , “Nasıl olsun ?” diye sordu.Selim tam cevap verecekken talimat yan koltuktaki müşteriden geldi : “Abinin saçlarını yine her zamanki gibi kes.”
Beni hayatında görmemiş adam saçlarımın her zamanki modelini nereden bilecek diye düşündü Selim ve “Kısa” dedi. “Ele gelmeyecek kadar kısa olsun.” Berber gülümseyerek onayladı ve yandaki müşteriye göz kırparak Selim’in kafasını eğip saçlarını yıkamaya başladı.

Bir an için kafasını toparlamaya çalıştı Selim : buraya neden geldiğini,“orası”nın burası olduğu bilgisini tamamlayacak işaretin nerede olduğunu , bu adamların nasıl olup da onu tanıyormuşçasına konuştuklarını anlamaya çalıştı.Fakat sıcak su ve ucuz şampuan ile ovularak taciz edilen beyni sadece son soru işareti için bir cevap getirebildi : her gün yüzlerce kişinin kafasını okşayan berber , onu kolaylıkla bir başkası sanabilirdi.Kaldı ki buraya daha önce gelmiş olması imkansızdı.”Böyle adi ve pis bir yer ruhumun asilliği ile uyuşmuyor , yani herhalde öyledir.” dedi kendi kendine ağzına su kaçırmamaya çalışarak ; böylece ağzından sadece kimsenin anlamadığı kısık bir gurultu çıktı.Ellerin üzerinden çekildiğini hissetti,şimdi havlu hazırlanıyor olmalıydı.Bir-iki-üç ve kafası şimdi baam diye geriye yatırılacaktı.
Gözlerini ancak berber yüzünü kabaca sildikten sonra açabildi.Şimdi kendisini daha yakından görebiliyordu : Yorgun yüzü , zamandan etkilenmemişcesine genç görünüyordu.Saçları yer yer beyazlamaya başlamış , üstlerden de birazcık açılmıştı.Tekrar kaybetmek için çok yaşlı , bulmak içinse çok gencim diye düşündü.Tam o sırada aynada sol yanağında bir ben olduğunu gördü , berber havluyu asıp gelene kadar bugüne kadar neden fark etmedim acaba dedi ve eliyle yanağını ovuşturmaya başladı.Aynada görünen yerin üzerinden defalarca geçti , ama hiçbir şey bulamadı.Orda duruyordu işte , sol gözünün üç parmak altında.

Daha yakından bakmak için aynaya eğildi ve beni gördü.Ama benin sahibi başka birisiydi ve aynanın arkasından ona bakıyordu.

“Bana yardım edebilecek misin ?” dedi Selim’e fısıldayarak. “Eminim insanlar deli olduğumu düşünüyorlar,onlara gerçeği bir türlü gösteremiyorum.Lütfen yardım et bana.” Orta yaşlı , yüzüne dökülen siyah saçlarının arasındaki beyaz tellere rağmen gençliğindeki güzelliğinden çok şey kaybetmediği belliydi.Yorgun ve korkmuş gözlerini sıkı sıkı yumdu ve “Hisset!” diye hırladı. “Yine beni konuşuyorlar.” Selim şöyle bir etrafına baktı , dükkandaki hemen herkes ikili gruplar halinde birşeyler konuşuyordu.Tekrar aynadaki yüze döndü ve bulamadığı için üzgün olduğunu gösteren gözlerle baktı. “Ne olduğunu bilmeden yaptıkları şeylerden dolayı affet onları.”
Berber kendi kendine konuşan bu garip müşterisine aldırmadı ve üst taraflardan kesmeye başladı.Adamın bu sessizliğinde bir garipseme olduğunu fark eden Selim sustu ve sırtını koltuğa yasladı.Şimdi dışarıdan aynaya vuran ışık yüzünden arkadaki yüzü zar zor seçebiliyordu.Berber konuştuğunu fark etmesin diye sıktığı dişlerinin arasından “Anlat” dedi. “Seni niye aradığımı , niye burada olduğumu bilmeliyim.”
“Ben burada olduğum için.” dedi aynadaki yüz.İki elini aynanın yukarıdaki kısımlarına yapıştırmış , yüzünü de sanki arkadan birşey sıkıştırıyormuş gibi aynaya dayamıştı.“Ben ise buraya nasıl geldiğimi bilmiyorum.İlk başta sadece hayal ettim.Herşey tıpkı ikimizin arasındakiler gibi bir hayal ile başladı...
Kuşatmanın son günüydü , kalenin kuzey burçlarından gelen korkunç çığlıklar ve savaş naraları “onların” önlerine gelen herkesi ezerek ilerlemeye devam ettiklerini gösteriyordu.Benim ise yüce çarlarımızın unutmayı bir aile geleneği haline getirdikleri bu sınır bölgesinde “onlarla” ilgili bildiğim şeyler sadece efsanelerdi : bu vahşi savaşçıların bölgesine giren hiç kimse bir daha geri dönemiyordu.Evet , erkekleri kazığa oturtuyor , boğuyor ; kadınları ise kendilerine ait hale getiriyorlardı.Hem de en iğrenç şark usüllerini kullanarak.Babam ve Annem bu rezil sonla karşılaşmamak için zehir içtiler gözlerimin önünde.Annem son damlayı içtiği an fosforlu yeşil bir ışıkla kaynayama başlayan gözlerini bana çevirdi ve “Nikol , peki Nikol ne olacak?” dedi.Çaresizlikle haykıran babam bana doğru döndü ve ağlayarak beni tutup duvara fırlattı.Ağlayarak doğrulmaya çalıştım ama gözlerimi kırmızı yapış yapış bir perde kapladı , öldüğümü ve rahiplerin anlattığı Aden Bahçelerine doğru yolculuğa çıktığımı düşündüm.


Başımdaki acı geçmeye başladığında dışarıdaki gürültünün tekrar yükseldiğini duydum.Cennetin kapılarından geri çevrilmiş olmalıydım.Gözlerime dolan kanları silip ayağa kalktığımda içinde bulunduğum durumun çaresizliğini fark ettim : Bu unutulmuş lanetli slav kalesinin komutanı ve onun sevgili eşi , beni ; biricik kızlarını öldürmeleri gerekeceğini unutup kendilerine yetecek kadar zehir alıp kapıyı kilitlemişlerdi.Bu hatayı kanı zehirle dolmaya başladığında fark eden zavallı babam eriyen kaslarındaki son güçle beni öldürmeye çalışmıştı.Ama ne yazık ki boynumu kırabilecek kadar hızlı fırlatamadı beni.Ve bir hamle daha yapabilmek için – çok keskindi zehir.Yerde bana doğru ellerini uzatmış gözleri açık yatışını bir an beynimde çakan ışık ile fark ettim ; o sahneyi mezarımda bile hatırlayacağım.Tabi eğer bir mezarım olursa...

İçinde bulunduğumuz oda , kuzey burçlarındaki kulenin çatı aralığıydı.Belli ki babam son anlarımızda bize hiçbir yoldan ulaşamamalarını istediği için burayı seçmişti ; eski mimarinin gizli erdemleriyle yapılmış taş duvarların soğukluğu ışık girmeyen odayı daha da karanlık hale getiriyordu.Ne kendimi atabileceğim bir pencere , ne de kırıp kalbime saplayayabileceğim bir tahta parçası vardı.“Onlar” kapıyı zorlamaya devam ediyorlardı , o günden beri ne zaman gözlerimi kapatsam attıkları çığlıklar kulaklarımda yankılanıyor.Sonsuz karanlık ve onu yırtabilecek tek bir ışık hüzmesine bile yaşama fırsatı vermeyen bir ümitsizlik...

Belki her düşündüğünde bunun için bana kızıyorsun , sana hak vermiyor değilim.Ama düşün , sen olsan ne yapardın ? Aç kurtlar üzerine üşüşmek üzereyken , ödenecek bedelin büyüklüğü kaç kişiyi bildiği tüm kaçış yollarını denemekten alıkoyabilir ki ?
Diz çöktüm ve yalvarmaya başladım.Yalvardım ve her sözümle asil olarak varolmuş ruhumu biraz daha alçalttım.Tanrı , Şeytan , Melek , İblis , Cin , Cadı ; beni içinde bulunduğum şu çıkışsız odadan çıkartabilecek tüm varlıklara yalvardım.Dışarıda çığlıklar atan vahşi , terli savaşçıların elinden beni kurtarabilecek olan her varlığa...

Elimde olan her şeyi tek tek sundum , hem de bir an bile tereddüt etmeden.Kendi ruhumu , geleceğimi , sevdiklerimin ruhlarını..Ve en son da seninkini...Hayatı boyunca onurlu yaşamış , tanrısı adına savaşmış bir kahraman olan sevgilimin ruhunu lanetledim ölümlü hayatımın son anlarında , ve birden bütün ses kesildi.
Çağrım cevap bulmuştu.

Kim ya da neyin yardımıyla bilmiyorum ama kurtulmuştum.O ana kadar yaşadığım herşey bir oyunmuş gibi geldi ilk anda.Kalkıp kapıyı açmak istedim.Aniden gelen bir destek tarafından kurtarılmış olmalıydım.Yürümeye çalıştım ve içinde bulunduğum mekansızlığı ilk kez o an fark ettim.Sanki içinde nefes alabildiğim bir çamurun içindeydim ; hareket etmek , bağırmak nafileydi.Oyun oynamak , ve kaybetmek insanlara özgü bir davranıştır...Ve dışarıdaki sesleri her ne kestiyse – benimle oyun oynamıyordu.
Nerede olduğumu hala bilmiyorum.Tek bildiğim şu an bana baktığın pencere açılana kadar karanlıkta kaldığım.Binlerce , belki milyonlarca yüz gördüm pencereden ama hiçbiri beni fark edemedi.Bu tarafı sadece senin gözlerin görebilecekti beynimin içindeki sancıların bana söylediğine göre , sen ise çok ama çok uzaktaydın.
Ama her gün biraz daha yaklaştığını hissettim.Ödediğim bedel buydu; sen beni bulana kadar seni bekleyecektim.Sen ise , sürekli unutup yeniden öğrenmekle lanetlendin.Ama şimdi özgür olabilirim , bunu sen yapabilirsin.Şmiel , her şey senin dudaklarının arasında.Birlikte tekrar edersek kurtulabiliriz...”


“Yani senin hayatın için ben lanetlendim.” dedi Selim aynaya bakmadan. “Sen sevgilim , ruhumun ikizisin.Demek ki bu yüzden her gece rüyalarımda seni görüyordum , hem de kim olduğunu bilmeden...”

“Evet Şmiel , şimdi artık biliyorsun.Beni kurtarırsan üzerimizdeki kötü olan her şey kalkacak.Tekrar eskisi gibi tek vücut olabiliriz.Haydi sevgilim , bu anı çok uzun zamandır bekliyorum.”

Düşündü Selim , berber dükkanı yavaş yavaş ortaçağdan kalma bir şatoya dönüştü.Dökülen kan geldi gözlerinin önüne , köylülerin ve savaşçıların kanı.Kanı emen toprak ilk mahsullerini vermeden düzenlenen evlilik töreni geldi gözlerinin önüne ; o ve aynadaki yüzün evliliği.Gelinlik içindeki o yüze baktı , baktı ve kale tekrar berber dükkanı haline geldi.Eğilmiş kendisine inceler gibi bakan kalfaya şöyle bir baktı ve tekrar aynaya döndü.

“Evet sen osun ; hayatım , yani hayatlarım boyunca aradığım o yüzün sahibisin.Şimdi seni buldum , ama sanırım sadece benim lanetim bitiyor.Çünkü senin dediğin gibi eski sevgilim , aradan geçen zaman boyunca sürekli unuttum ve öğrendim.Kim bilir kaç defa birden bire hiç tanımadığım bir yerde kim olduğumu bilmeden uyandım.Aklımda tek kalan yüzündü , bulmam gereken o masum yüz...

Ama ben o yüzü asla aşkla aramadım , eğer her şey anlattığın gibiyse aşk ilk lanet anında yok olmuş olmalı.Aslında benim aradığım arayışın kendisiydi.Şimdi buldum , lanetim sona erdi ; ama seninki yeni başlıyor olmalı.Çünkü arayış biterse , aranacak birşey kalmadığı için bitmelidir...”



Kemal tam 4-4-2 nin 3-5-2 ye olan ezici üstünlüğüne olan inancını kafasında pekiştirirken önündeki koltukta oturan garip adamın aynaya yumruk attığını gördü.Cam parçalarının saplandığı eli kanlar içinde kalan adamı öfkeyle kucaklayan dükkan sahipleri yaka paça dışarıya taşırlarken “Kim bilir neyle boğuşuyordu zavallı.Hayat gailesi işte...” dedi.Adam ise her tarafı kana bulayarak yumruğunu sallıyor ve kaybedecek kadar yaşlı olmadığını haykırıyordu...

Gökyüzü - Parça Parça [2006]

Et Reyonunun Süt Ürünleri Reyonunu kestiği köşeyi dönerken çarpıştığı kadından özür dilerken bir yandan kendi kendine açıklama yapmaya çalışıyordu : “Neden,neden böylesine sersem hissediyorum kendimi bu sabah?Dün gece geç de yatmadım ama...Neyse , nasıl olsa kahvaltı ettikten sonra işe giderken ister istemez ayılacağım.”

İçecek reyonundan bir kutu meyve suyu aldı ve elindekileri sallayarak kasaya doğru yürüdü.Son derece çirkin olan kasiyer kızla göz göze gelmekten kaçınarak aldığı her şeyi tek tek verdi,ve geri alarak poşete doldurdu. Makinenin ekranından ödemesi gereken miktarı okudu,daha önceden cebinde hazırlamış olduğu parayı kıza uzattı ve beklemeye başladı.Para üstü yoktu,fiş için bekliyordu. Fişleri herhangi bir amaç için
biriktirmiyordu, bir gün fişi almadan marketten çıkarsa kasiyerin arkasından koşarak geleceğini ve herkesin dönüp ona bakacağını tahmin ediyor ve bunun başına gelmesinden çok korkuyordu.

Pijamasının üzerinde gördüğü beyaz bir lekeyi tırnağı ile kazımaya çalışırken kasiyerin gülümseyerek uzattığı fişi aldı ve çıkışa doğru ilerledi. Fotoselli çıkış kapılarının önüne koyulan büyük detektörlerin –onların hiçbir zaman çalıştırılmadığını,etkilerinin sadece psikolojik olduğunu düşünürdü- arasından geçerken çıkan garip viyaklama ile biraz daha uyandı. Hızla yanına gelen Güvenlik görevlisi ondan üzerindeki metalleri çıkarmasını istedi. İş başında bu kadar asabi olduğuna göre bir baltaya sap olma konusunda büyük bir hayal kırıklığı yaşamış olmalısın diye geçirdi içinden görevli için, ve dövecekmiş gibi bakan gözlerle cebindeki anahtarlıkla bir iki bozuk parayı masanın üzerine koydu. Geri döndü ve dedektörden tekrar geçti.

Aynı kafa tırmalayıcı ses bir kere daha kulaklarının arasında dolaştı. Güvenlik görevlisi bu sefer daha da kuşkucu bir şekilde üzerinde başka metal ne olduğunu sordu. Ses tonundaki alaycılık uykudan gelen sersemliğinin geri kalan kısmını da götürdü ve “bu salak aletin neden ötüp durduğunu” anlamasını sağladı.

“Sanırım algılayıcılar bunun yüzünden hata yapıyorlar” dedi ve sağ kolunu omzuna kadar sıyırdı. Güvenlik görevlisini yüzünde hayret dolu bir ifadeyle elini kocaman barkot şeklindeki dövmenin üzerinde dolaştırdı ve “Kusura bakmayın, gerçi detektörlerimizin bir algılama sorunu olmadığı görülüyor. Hatta olması gerekenden daha iyi algılıyorlar,esas sorun bu herhalde .” dedi.

“Seni Salak” dedi içinden ve gülümseyerek kapıdan çıktı: tüm şiddetiyle yağmakta olan bahar yağmurunu seyretmeye başladı. “Bakalım bu yağmurda eve kadar erimeden nasıl gideceğim?” diye düşünürken sırtına aldığı ani bir darbe yüzünden kaldırımdan yoldaki su birikintisine düştü.Hızla mümkün olduğunca az yerini ıslatarak doğrulmaya çalıştı ve onu itenin az önceki Güvenlik görevlisi olduğunu fark etti. Öfkeyle marketin kapısına doğru bir hamle yaptı ama ıslanan bacakları yumuşadıkları için yürümesini zorlaştırıyordu. Ağzından belli belirsiz bir küfür çıktı , son gücüyle gövdesini kaldırımın kuru kısmına atmaya çalıştı ama sadece yarım metre kadar ilerleyebildi. Tam kafatası da hızlanan yağmurla erimeye başlamıştı ki kuvvetli bir sarsıntıyla uyandı.

Gözlerini açtı ve battaniyesinin üzerine düşen sıva parçasını yatağının yan tarafına fırlattı. Yüzünde gece boyu biriken tozları eliyle şöyle bir aldı ve bu sabah da kendi dünyasında uyanabildiği için tanrıya şükretti. Başının hemen yanındaki perdeyi biraz aralardı ve gökyüzüne baktı. “Gökyüzü yine parça parça.” Diye söylendi içinden.

İnsanlar ellerindeki geniş metal şemsiyeler ile kafalarına düşecek parçalardan korunmaya çalışıyorlar ve bu çaba içerisindeyken aynı böceklere benziyorlardı. Yağmayacağını ve bugüne kadar hiç yağmadığını bile bile bu sabah da yağmur yağmadığını düşündü. İçindeki bu tuhaf dürtüden bir türlü kurtulamıyordu; her sabah gözünü açtığında perdeyi araladığı zaman camın dış tarafındaki su damlacıklarından dışarıyı bulanık göreceğini hayal ediyordu. Bazen bulanık gördüğü oluyordu ama sadece cam yarıya kadar sıva kırıntıları ile kaplanmış olduğu için. Hayaller bile üzerinde düşen gök parçalarının etkisiyle yamulmuş biçimde görülüyordu.

Marketteki güvenlik görevlisini gördüğü an aklına sabahki kabusu geldi, rüyadakinin aksine sessiz biçimde kapıdaki detektörlerden geçerken güvenliğinden emin olabilmek için şöyle bir arkasına baktı, kimsenin gelmediğini görünce rahat bir nefes alıp karşıdan karşıya geçerken cebine soktuğu bisküvi kutusunu çıkardı. “Aptallıklarına her zaman şaşıyorum” diye düşündü.

Babil - 2006


Hatalarımızdan asla ders almayacağız.

Bazen yükseklerden yaşantınıza baktığımda anlıyorum ki, geçmişte yaşayıp göçmüş olanların mirası insanlığa kendi sonunu hazırlamakta yardım etmekten başka birşey yapmıyor. Çürümüş kemiklerimiz gibi, anlatmak, haykırmak istediklerimiz de rüzgarda kalmış eski bir parşömeni andırırcasına un ufak oluyor. Sesleniyoruz, ama kulaklarınızı tıkıyorsunuz.

Ne demek istediğimi anlayamadınız demek. Gecenin geç bir saatinde başucunuzda beliren bir adamdan size gayet açık şeyler söylemesini bekleyemezsiniz. Arzularınızın sınır tanımazlığının ilke olduğu yaşamınızda, bu gece bulduğunuzla yetinmek hayatınızı kurtarabilir, bunu bir uyarı olarak alın lütfen.

Ben ve benim gibi toza dönüşen diğer yüzbinlerce kardeşim de, ihtiras ve kibirin dünya üzerindeki doruk noktasından düştük toprağa. Kendi adımıza karar verme şansımız yoktu, beşeriyatın kaderini belirleyeceğine inandığımız yüce bir amaç için yaktık bedenlerimizi yıldırımlarda.

Soyunuzu başlatan insanın rahme düşmesinden binlerce yıl önce, Batıllığı bin parçaya ayırıp, yeni bir çağ açmak için verimli ovalarımızın dibi olmayan denizlerle birleştiği yerde toplandık. Kalabalık bir ordunun öfkeyle havaya kaldırdığı mızrakları gibi dik ve mağrur, sırtımıza inen kırbacın inancımızı sarsmasına izin vermeden isyanımızın yükseleceği yerde ayakta durduk.

İnsan, artık kendisine ışığın doğduğu yerden bakmaktan başka birşey yapmayan, kibiri ve kendini beğenmişliğiyle tiksinti veren kamçılı efendisini omuzlarından silkelemeliydi, ve biz yapmalıydık bunu. Biz, muhteşem Babil'in; dünyanın başkentinin çocukları.

Yapabilirdik, çünkü yüzyıllar boyu ağzımıza vurulmuş olan gem sökülmüştü.

Burnunuzu şu buğulanmış camın dibinden çekmeden ne sen, ne de sonsuzluğa uzanan soyun anlayamayacaksınız ama, yine de söylüyorum :

Kutsallık dünya üzerinde dövülmüş en keskin ve en kırılgan kılıçtır.

Kutsallık, kendi zihninden kafatasını çatlatan başağrıları içerisinde çıkmaya çalışan insanın benliğiyle olan göbek bağını kesen işkence silahıdır. İnancın yumuşattığı kalplerin içinden suya düşer gibi geçer, yeter ki o kalp reddedilmiş melaikelerin gözyaşlarıyla sertleşmiş olmasın. İşte o zaman, çığlıklar içinde karanlığa düşer kılıcı tutan eller.

Karanlığın bir kapıyı daha araladığı an bu andır, bir mum daha söner insanların mabetlerinde, ve gölge bir vadide daha hakim olur. Tek isteği sıcak bir yuva olan bir kadın daha ümitsizliğe düşer, geleceğine dair ümidi sarsılmış bir çocuk daha sıcak yuvasını yitirir.

Yere düşen kılıç ise, parçalarını toplayacak bir inanan bekler, tekrar tanrının korkunç gazabı ve babacan sevgisi olabilmek için. Tekrar gülen ve ağlatan, ağlayan ve güldüren olabilmek için bekler. Onları kullanmayı bilmeyen erkek ve kadın kardeşlerimizin, parçalarıyla birbirlerini öldürmelerini izleyerek bekler.

Kralımız, kılıcı eline alıp üzerine tükürdüğü an başladı bizim yanışımız.

Tüm ümidimiz gerçeği hiç görmemiş gözlerimizi kör edene kadar dünyayı seyredebilmekti. Yalanın olmadığı, insanların rüyalarına kimsenin karışmadığı, tanrının mezarı üzerinde yükselen dünyayı seyredebilmek.

"Bulutlara dokunmamızı sağlayacak yegane şey, bulutları yaratanın mezarı olacaktır" İşte böyle söyledi bize kralımız, biz eşlerimizin ve çocuklarımızın yanından ayrılırken.

"Siz ki, dünyanın kurtarıcısı ve sahipleri olacaksınız ! Siz, kendi ellerinizle yarattığınız tanrınız tarafından kutsanacak, insanlara ışığın kaynağından bile yukarıdan bakacaksınız !" İşte böyle söyledi ünlü hatiplerimiz, askerler bizi silah zoruyla sıraya sokarken.

Özgürlüğü düşledik, hayatta kalmayı, ölümsüz olmayı düşledik.

Tanrıya karşı en büyük küfürü, cennete karşı en büyük başkaldırıyı inşa etmeye işte böyle başladık.

Miskince yattığın yatağından kalk, soyunun soysuz temsilcisi ! Kalk ve toprağın üzerinde öylece kalmış cesetlerimizi bul ! Bul ve kemiklerimizin ağır taşlar altında nasıl büküldüğünü gör ! Gör ve sırtımızda çakan kırbaçların acısını tat !

Tatlı bir rüya olmadığını anlarsın o zaman karşındakinin !

Çocuk bedenimle ben, tüm inancımı sırtıma yükledim çalışırken. Kum taşıdım dokuz yaşımda, onbeş yaşımda duvarcılara yardım ettim, ve yirmidördümde efendime yalvardım, biraz daha hizmet edebilmek için.

Yanımıza geldiği gün dün gibi aklımda, aklımda tam da evinde yalnız kalan kadınım varken geldi yanımıza. Yonttuğum taşa onun bedeniymişcesine hoyratca vuruyordum, yanımda olmadığı için, hayatta kalabilmesi için, beni gömebilmesi için vuruyordum. Köpeklerinin isterik bağırışları içinde başımda dikildi, ve bugün eseri(miz) için ne yaptığımı sordu.

"Bedenimi yıprattım efendimiz" dedim; "Ruhumu öylesine ezdim ki kanatları alev alev kızıl meleklerin yakalayamayacağı kadar hafif olsun!"

"Sekizinci katın tuğlalarına terimi ve kanımı akıttım, kanattım bedenimi ki cennette tahtında oturan tanrılar bile aşağılık kokusunu duyabilsin !"

"Dokuzuncu katın merdivenlerine değersiz gözyaşlarımı döktüm, azap çekmeyi göze alarak bize bahşedilen iradenin dışına çıktığımızı ispatlayabilmek için !"

"Sadece sadık bir köle, efendimiz" dedi kralın Baş Kahini. "Geleceğinde itaatsizlik görmüyorum, sadece sonsuz bir yokolma korkusu aydınlatıyor imgelemlerimi. Kulunuz, yarattığınız sonsuz kulenin azametiyle için için yanıyor."

Kralımız gülümsedi, "Haddini aşıyor düşüncelerin, fakat büyük amacımızı aydınlatacak olan alev ruhunda olduğu için sen ve ailen yaşayacaksınız" diyerek kutsal ilgisini taş taşıyan bir kadının kalçalarına çevirdi.

Kralımızın bahsettiği o alevin tepeden tırnağa tüm vücudumuzu saracak olan gazap olacağını bilemezdik.

Kıyametimizin başlıca alameti olarak, ilk önce zayıflar düştü.

Yorgunluğa ve açlığa dayanamayanlar, tanrıyla yumruklaşmak için kolları bizimkilerden daha kısa olanlar biz bulutlara değmeye başladığımızda teker teker mezara girdiler. Ölüm, kırdığımız kanatları yeniden eski gücüne kavuşmaya başlayan tanrıymışcasına boynumuza bastırdıkça daha da acele ediyorduk. Dünyanın efendileri olacağımız vadedilmişti ama biz sadece son tuğlayı koyabilmek için çalışıyorduk. Herşeye rağmen kule bitmiyor, gittikçe büyüyen bir tekerlek gibi cennete olan yükselişini sürdürerek dönmeye devam ediyordu.

Sabrın azalıyor, cesaretin de öyle. Gerçekte asla başlayamamış amacımız gibi hikayem de bir sondan yoksun, ama senin için virgül yerine nokta yerleştirmeliyim. Az kaldı, bitecek. Ben gittiğimde sildiğin terin gibi anlattıklarım da kaybolacak, biliyorum. Yine de dinle.

Artık çalışacak gücümüz kalmadığında şehrimiz üzerinde dev bir gölge hakimdi. Kulenin etrafındaki sokaklar, mahalleler günün belli saatlerinde tamamen karanlığa gömülüyor, insanlar kendilerini utandırmayan şeyleri tanrıların da göremediği anlarda benliklerini vahşi bir deliliğin içine bırakıyorlardı. Öldürüyor, çalıyor, ve bu cinnetin içerisinde aklını korumaya çalışanlara lanetler yağdırıyorlardı. İnanç; kralımızın elinde önce erkekleri evlerinden uzağa savuran, kadınları dul bırakan bir kule, daha sonra da toplumumuzun olgunları üzerine savrulan dev bir tırpan olmuştu. Kılıç kırılmak istiyordu, bunu imkansız kılan ise onu elinde tutanın halihazırda kırık olduğuna inamasıydı.

Limanımız bu başkaldırıya ortak olamayacak kadar korkak olmasına rağmen; uzaktan seyredebilecek kadar cesur hisseden yabancıların gemileriyle dolmuştu. Hiç bitmeyecek kule bizden yaşamlarımızı, yiyeceğimizi, dev taş parçaları altında belleri kırılan çocuklarımızı çalmaktayken; yaptığımızla övünüyor ve herkesin dünyanın başkentine girebilmesine izin veriyorduk. İnsanların gözleri göğün derinliklerine kadar uzanan kulenin izini bulutlardan sonra kaybederken kendimizden geçiyorduk, artık ruhumuz ve damarlarımızdaki kanımız olan kulenin birer gölgesinden ibarettik.

İnançsızlığın kutsallaştırılıp göklerin tacına sahip olduğu şehrimizde, kulenin aldığı son kurbak kralımız oldu. Çatlak yerlerini kendi ellerimizle sıvadığımız tanrımız emrini iletmek için hangi evsizi peygamber seçti bilmiyorum ama, bizler liderimizi Babil Kulesinin gölgesinde yakarken artık isyanımızın hiç bitmeyeceğini, inşaatın cenneti delene kadar uzanacağını hep bir ağızdan haykırıyorduk.

İşte o anda kırılan kılıç, bu kez yaratıcısı tarafından yerden kaldırıldı. Soylu kanla yaktığımız ateşe, tutuşan gökler ve düşen yıldırımlarla yanıt geldi. Tanrının sert ve adaletsiz öfkesiyle yaratıcı serüvenimiz son bulmuş, isyanımız şimşeklerle bastırılmıştı. O gün bedeni kavrulmayan kimse kaldı mı bilmiyorum ama, şehrin üzerine çöken duman ve sis seyrekleşmeye başladığında hissettiğimiz ölüm kokusu kule ihtişamına yaraşır bir gürültüyle yıkılınca un ufak olmuş bedenlerimize sindi. Soyumuzu sona erdiren mesajı tanrı ölümün eliyle göndermişti; çocukça kibirimize tokatla, kendimizi beğenmişliğimize acziyetimizle, ölümsüz olma arzumuza canımızı kalbimizden söken bir nefesle karşılık gelmişti.

Zamanla soğuyan cesetlerimizin üzerine önce solucanlar, daha sonra da yeni kavimler yerleştiler. Bereketten yoksun küllerimizi toprak sayıp yaşadılar ve kulaktan kulağa anlatılan hikayelerle tanrılarından korkmayı öğrendiler. Asla sadakatsizlik yapmadılar, ve insanca ölme şerefini hiç de farkında olmadan nesilden nesile size kadar taşıdılar. Bu sizin hem ödülünüz, hem de lanetiniz oldu. Gözleriniz hepsini görebilecekken siz hiç bakmadınız bile.

Bu gecelik bile olsa, bir saniye için gerçeğini fark etmen gerekli. Biz, isyanı denemiş ve yenilmiş insanlar, kayıp geçmişin sayfalarında soluk birer gölge olarak dolaşmaya devam edeceğiz. Izdırabımız hiç son bulmayacak.

Peki ya siz ?

Siz, kılıcın kimin elinde olduğunun farkında mısınız ?

Kulenizi ne zaman inşa etmeye başladığınızı bile bilmezken, ne zaman bitireceğinizi, nerede duracağınızı nasıl bileceksiniz ?

Varolma amacınız aslında kumdan bir saat gibi elinizde duruyor, tek yapmanız gereken onu doğrultmak olduğu halde siz hala içine bakıp camın bozuk yansımalarından anlamlar çıkartmaya çalışıyorsunuz.

Hatalarınızdan asla ders almayacaksınız, genç bayan. Ta ki, çocuklarınız kılıcı kırıp parçalarından sizi birbirinize sıkıca bağlayacak zincirler dövene kadar !

Beklemeyi öğrenin, çünkü bulanık zihninizle beklemekten başka yapabileceğiniz birşey yok...

28 Mayıs 2007 Pazartesi

masmavi denizde kendimizi dalgalara bırakmışken;

-mor bulutların şefkatli elleriyle bizi emanet ettikleri-

yüzümüze çarpan su damlaları, kalbimizi hızlandırırken,

içiçe iki ruh, doğdukları gibi tertemiz,

oldukları gibi;

olması gerektiği gibi;

günışığı yüzlerimizdeyken;

ve içimizdeyken, en derinlerimizde saklıyken ayışığı,

-seni çok seviyorum- dedi bana.


açıldı gökyüzü, tanrı elini uzattı,

bir şimşek indi bulutlardan,

kalbime

-çok az insana bahşedilebilecek bir andı bu-

ruhuma tekrar üflendi ilk doğduğumda aldığım nefes,

-seni çok seviyorum- dedi bana.




yaşadığımı hissettim. yeniden.

27 Mayıs 2007 Pazar

Sen bir tamirci çırağı
Ben bir prenses
Benim bez bebeklerim vardı
Senin 13-14 anahtarın oynayacak..
Ben saçlarını tarardım çocukluğumun
Pespembe giysiler içinde..
Sen kapkara ellerini gizlerdin yemyeşil gözlerinin gölgesine
Oysa hayallerimiz vardı bizim
Bir balıkçı kasabasında
Herkesten uzak
Kendi çiçeklerimizi ektiğimiz..
Olmayacak düşlerimizde
Benim umutlarım vardı..
Seninse gözyaşın..

Missechoes.

18 Mayıs 2007 Cuma

Beyond this beatiful horizon,




Lies a dream for you and i.
Soğuk.

17 Mayıs 2007 Perşembe

theres a storm closing in, voices crying on the wind.

this serenade is growing cold, it breaks my soul to try to sing.

Paradise Lost - Lost Paradise - Paradise is Lost



Hiç varolmayan bir dünyaya yakılan ağıttılar,

kendileri için; en çok kendileri ağladılar.

Glass Walls of Limbo

Çarpılmış yüzler.

Beklenti.

Yıkık hayatlar, boşa geçmiş ömürler.

Kırbaç.


Tek varlığın eziyet olduğu anda , beyhude adımlarla salınıyorlar.

Sıcak.

Kükürt.

Gece, ve kaos.

Gece, sonsuzluğun eski; yaşlı efendisi. Kainatin ilk öznesi, hayatın kaynağı, aynı zamanda yıkımın ve yokoluşun.

Kaos; sonsuzluğun eski; kadim yaratıcısı. Zamanı biçimlendiren, vareden, akışını elini bir havuzda gezdirirmiş gibi yönlendiren varlık.

Gece ve kaos; hüküm sürüyorlar Limbo'da.

Kırmızı değil herşey sanıldığı gibi, koyu yeşil, gri ve açık yeşil.

Kırbaçlar şaklıyor, zamanın yüzlerde bıraktığından daha derin izler bırakarak tenlerde.

Unutulanlar, boşa yaşamış olanlar; gözleri içeriye dönük, dibi olmayan bir kuyuya düşer gibi bekleyiş içinde.

Unutuluş.

Unutulmak.

Hiç varolmamışlar gibi. Olmamışlar gibi.

Sanki olmak, kendi istekleriymiş gibi.


Parlak tahtlarıyla melekler, çok uzaklar yarılmış toprağın ülkesine.

Güneş, sırtını dönüyor her doğduğunda Limbo'ya.

Ay, çaresiz.


Ve

Camdan duvarları var Limbo'nun.

Acının sonsuzluğunu akıllara kazır gibi,

varolan tüm atomları yaratan ilk ışığa küfreder,

ve onu kutsar gibi.

Camdan duvarlar, Limbo'nun Cam duvarları.

İnsanı, hayatın neden varolduğunu hatırlatmak ister gibi.

Camdan.





Sonsuz bekleyişse sonları, neden yaratıldılar ?

Son olarak tayin edilen bekleyişin sonsuzluğu; yapılmış en ağır şaka mıdır ?









تعلم المقدس كلمة ثناء. الهيل الشيطان


* Limbo : İsa'dan önce vaftiz edilmeden ölenlerin ruhlarının bulunduğu yer.

15 Mayıs 2007 Salı

Kayıp Cennet

Sıcak çarpıyor yüzlere.


Cehennemin lordları, kovulmuş; sürülmüş, en parlak ışıktan en derin karanlığa fırlatılmış olanlar kılıçlarını havaya kaldırıyorlar.

Lanetler, öfke ve nefret; havadaki kükürt kokusuna karışıyor. İyi ve yenilmez olana duyulan ümitsiz kızgınlık, yerini sinsi gülüşlere bırakıyor.

Cehennemin efendileri, çaresizlik içinde bağırıyorlar kızgın nehirlerde dağlanan kanatlarını açmaya çalışırken.

Cennette hizmet etmektense; cehennemi yönetmeyi seçenler; irin dolu gözlerini cennetin yıkılmaz kulelerinden insan için yaratılmış dünyaya çeviriyorlar.

Sıcak havada, zehir soluyorlar.

Göğü paramparça ediyor ayağa kalkışları, sessizliği yırtan çığlıklarıyla hareket ediyorlar, ve her adımları Vezüv'den bir parçayı daha savuruyor yıldızlara.

Etna kinlerini kusuyor dünyaya, ve her sarsıntıda; daha da aşınıyor kırılmaz zincirleri.

Hava sıcak; yapış yapış, yüzlerde kibir var.

Açılıyor Pandaemonium'un kapıları, ve yürüyorlar.

Cehennemin tanrıları, cennete sahip olmaya dair kaybettikleri umutlarını, iki ayağı üzerinde korkakça yıldızları seyreden insanın ruhunda yeniden diriltiyorlar.

Yürüyorlar, duymuyoruz

-çünkü benim içimde karanlık var-
Sessizce yapmamız gerekenleri fısıldıyorlar ölümlü kulaklarımıza; farketmiyoruz

-çünkü benim içimde karanlık var-
kanatlarını sonsuzluğa uzatıp güneşi karartıyorlar, gülümsüyoruz

-çünkü benim içimde karanlık var-
yeni doğmuş insanları çalıyorlar zihinlerinin beşiklerinden, ve inanmalarını sağlıyorlar mutlak sonun asla gelmeyeceğine, inanmıyoruz

-çünkü benim içimde karanlık var-
yürümeye çalıştığımızda yollarımıza ifritlerin ayak izlerini bırakıyorlar, kayboluyoruz

-çünkü benim içimde karanlık var-
ruhlara, bedenlere, sözlere, nefeslere, doğrulara hükmediyorlar, aldırmıyoruz

-çünkü benim içimde karanlık var-
istemiyorlar, istediklerini düşünmemizi istiyorlar, istemiyorlar, istediklerini yapmadığımızı düşünmemizi istiyorlar, istemiyorlar, sözlerinin yalan olduğunu görmememizi istiyorlar

-çünkü benim içimde karanlık var-

melekler bu yüzden kanatlarını kille kaplayıp, ruhlarının soğuk mahzenlerine hapsediyor.

bu yüzden ağlıyor kayıp deniz kızları, bu yüzden yapayalnız oturdukları yalçın kayalarda ruhlarının delik deşik olduğunu hissediyorlar.

melekler bu yüzden kaçıyor insandan, yalanların ağızdan çıkıp ışığa değdiklerinde nasıl toprağa dönüştüğünü görebiliyor.

bu yüzden sessizce suyun altına bırakıyor deniz kızları kendilerini, tuzlu su genizlerini yakarken, gözleri yüzeydeki son ışık hüzmesine kenetli.


Umut ediyor melekler.

Umut ediyor deniz kızları.

-çünkü sonsuz aydınlık benim içimde-


Bir el diğerini tutuyor.

Üzerine cömertçe dökülen peri tozuyla silkeleniyor kanatlar; güneşli bir güne başlayan mutlu bir çocuk gibi karanlık odalarda neşeyle koşturarak ümidi ve uçma arzusunu sakladığı yerden çıkarıyor melek.

İçinde ruhun en değerli parçalarını taşıyan nefes; değdiği yaraları kapatıyor, gülümseyiş; cennetin beyaz boşluğunda salınan en değerli taş, yüzüne yayılıyor deniz kızının.

Bir el, bir eli sımsıkı tutuyor.

-çünkü ilham veren ayışığı benim içimde-

.

.

.

Serin bahar esintisi çarpıyor yüzlere.

Rüzgarda, beyaz ve mor çiçeklerin kokusunu çekiyorlar içlerine.

Yaşıyorlar, her nefeste yaşadıklarını hissederek.

Çünkü hayatın anlamı,
güneşin merkezi,
ayın sakinliği,
tutkusu rüzgarın,
ve gülümsemesi; şarkı söyleyen meleklerin ve deniz kızlarının,

onların içinde.

13 Mayıs 2007 Pazar

Sleep Paralysis

Size de oluyor; değil mi ? Gecenin bir vakti, gözlerinizi dehşetle açıyor, ve vücudunuzun hiçbir yerini kıpırdatamadığınızı hissediyorsunuz ? Gözbebekleriniz büyüyor, yuvalarında deli gibi döndürüyorsunuz gözlerinizi, kolunuzu kaldırmak, kendinizi yataktan atmak istiyorsunuz ama olmuyor.

Oluyor işte; biliyorum, olmasa halk literatürüne karabasan adıyla giren bir fenomen icat edemezdik.

Aşağıdaki yazıyı okuyunca bu yüzden çok canım sıkıldı, buyrun, linki de burada hatta ;

"As a college student in 1964, David J. Hufford met the dreaded Night Crusher. Exhausted from a bout of mononucleosis and studying for finals, Hufford retreated one December day to his rented, off-campus room and fell into a deep sleep. An hour later, he awoke with a start to the sound of the bedroom door creaking open—the same door he had locked and bolted before going to bed. Hufford then heard footsteps moving toward his bed and felt an evil presence. Terror gripped the young man, who couldn't move a muscle, his eyes plastered open in fright.

Without warning, the malevolent entity, whatever it was, jumped onto Hufford's chest. An oppressive weight compressed his rib cage. Breathing became difficult, and Hufford felt a pair of hands encircle his neck and start to squeeze. "I thought I was going to die," he says.

At that point, the lock on Hufford's muscles gave way. He bolted up and sprinted several blocks to take shelter in the student union. "It was very puzzling," he recalls with a strained chuckle, "but I told nobody about what happened." "

Bu da açıklama kısmı oluyor;

"Two brain systems contribute to sleep paralysis, Cheyne proposes. The most prominent one consists of inner-brain structures that monitor one's surroundings for threats and launches responses to perceived dangers. As Cheyne sees it, REM-based activation of this system, in the absence of any real threat, triggers a sense of an ominous entity lurking nearby. Other neural areas that contribute to REM-dream imagery could draw on personal and cultural knowledge to flesh out the evil presence.

A second brain system, which includes sensory and motor parts of the brain's outer layer, distinguishes one's own body and self from those of other creatures. When REM activity prods this system, a person experiences sensations of floating, flying, falling, leaving one's body, and other types of movement, Cheyne says.

Hufford, however, regards the intrusion of REM activity into awake moments as inadequate to explain sleep paralysis. Dream content during REM sleep varies greatly from one person to another, but descriptions of sleep paralysis are remarkably consistent. "I don't have a good explanation for these experiences," he says. "

İnsanlar REM devresinde sertçe uyandırılırsa tüm zihni kaplayan ve rüya esnasında verdiğimiz tepkileri fiziksel tepkiye donusmekten alıkoyan uyku evresi kısmen yırtılıyor; ve gözlerimizi açıp etrafımızda olup biteni görebildiğimiz halde bedenimizi hareket ettiremiyoruz. İşte bu andan sonrası; en fantastik olan kısım.

İnsanlar, rüyalarını gerçekliklerinde görmeye devam ediyorlar. Burada da kültür ve toplumsal ortak bilinç devreye giriyor. Bizde karabasan denilen "göğüste hissedilen baskı" Avrupa'da aşağıda resimlerini görebileceğiniz İntruder, Crusher, Incubus gibi isimlere sahip cinlerle tanımlanmış.







Hehe, ABD'de bu durumun tezahürü en sık olarak Uzaylılar tarafından kaçırılma vakası olarak ortaya çıkıyormuş, bu da olayın bana göre en eğlenceli kısmı.

Peki senin canın neden sıkıldı kardeşim derseniz, bu biraz gizemli deneyimin bilimsel açıklaması olmadan hayatıma daha farklı bir renk kattığına inanıyordum ben. Ee, insan her sabah gece başından paranormal bir olay geçmiş olarak uyanmıyor tabi.

Melencolia

Evde oturmak yaramıyor bana galiba. Haddinden fazla başbaşa kalıyorum kendimle; eh, bunun da çok eğlenceli bir süreç olmadığını tahmin etmek güç değil.

Pencerem açık, ve bununla son derece koyu bir kontrast oluşturacak şekilde yanımda bir ısıtıcı çalışıyor. Niye açık ki bu, niye bunaltıyor beni zaten sıcak sayılabilecek güzel havada ? Böyle garip şeyler var işte; sinirlenmeme, bu aletin çalışmasından sorumlu insana kızmama yol açan. Kalkıp da kapatmamışım ama şu ana kadar. Bu daha ilginç bence.

Sevmiyorum böylesi sıcağı; ne yapayım.

Kapattım.

Yorgun hissediyorum bir de kendimi; tüm günümü evde geçirdiğimde fazlasıyla uyuşuk oluyorum. Kolumu kıpırdatmak bile istemiyor canım; kitap okumaya üşeniyorum, oyun oynamak istiyorum ama zorlanacağımdan çekiniyorum. Siyaset ya da felsefe düşüyor aklıma; internet üzerinden okuma yapmak istiyorum; başladığım paragrafların çoğunu bitirmeden bırakıyorum. Pazar bugün; ondan mı acaba ? Hani yarın işbaşı yapacağız; olur mu, seviyorum ben işimi. Seviyorumdur herhalde; gerçekten çok seviyor olsaydım karşılığında para vermek zorunda kalmazlardı.

Pazarla alakası yok aslında; ben iki yıldan fazla süreyi sadece pazar günleri değil, her gün, her akşam bu sıkıntıyı yaşayarak geçirdim. Melankoli diye bir resmi var Dürer'in, çok yakıştırırdım kendime. Bir saniye lütfen; buralarda bir yerlerde olacaktı.



1514 yılına aitmiş bu gravür. Ufukta kanatlarında melankoli yazan bir yarasa uçarken; insan kanatlarını kısıp oturmuş; mutsuzluğunu melekle paylaşıyor. Resimdeki bir çok imge kullanılmış; terazi, marangoz aletleri, geometrik cisimler ( üç boyutlu bir yamuk mesela - adını unuttum - ve bir top ) , bir köpek, kum saati, parlayan bir güneş ve gökkuşağı. Bir sürü şey işte, etrafındaki tüm bu nesneler, bu imkanlar, olası hayatını biçimlendirmede kullanacağı aletler ve değer yargıları, mutsuz olmasını; - pardon - melankolik olmasını engelleyememiş Dürer'in.

Gök babadır, deniz anne, köpekse suçluluk duygusu diye yorumlamış birisi. Öyle mi acaba ? Kim bilir, annesinin ölümünün hemen ardına denk gelen bir çalışma olduğu için; anlaşılabilir.

Ne diyorduk ?

Ha, melankoli, iç sıkıntısı. Öyleydi; çok kötüydü, sürekli çatacak, sinirlenebilecek şeyler arayarak geçiriyordum vaktimi, müzik dinleyerek, bir de kitap okuyarak. Nadiren ruhuma bir heves rüzgarının dokunduğu dönemlerde ekonomi üzerine de çalıştım, ama dediğim gibi çok nadiren.

Şimdi bakınca, yani salim bir akıl ve tepenin ardındakileri düşünmeye devam eden bir hayal gücüyle; doğum sancılarımmış bunlar. Atlatmam gereken evreler, aşmam gereken taşlı yollar, ağaç dallarımın kollarımı parçaladığı koruluklar, dipsiz bucaksız bir denizin ortasında karanlıkta bir dubaya sıkıca tutunarak geçirmem gereken bir vakitmiş.

Yukarı sıçrayacak gücü bulabilmeniz için, sertçe yere çarpmanız şarttır; bunu unutmayın.
Hayat tuhaf.

7 Mayıs 2007 Pazartesi

Angelicanseemyselfinyoureyes.

"bir zaman tünelinde kayboldu küçük kız. gözlerinde geçmişin izleri, ellerinde anın kederi, kulaklarında gelecekten gelen o meleğin sesi..yaralı kanatlarını hareket ettirmeye çalışırken canı yandı..aldırmadı..düştü..dizleri parçalandı..düşleri kanadı..acı çekti..güçlü olmaya çalıştı..son bir nefesle kanatlarını çırptı..gözlerindeki yaşları sildi. bir adım doğruldu ayışığına doğru.ışıktan gelen dumanı ciğerlerine çekti....ve kendine uzanan eli tuttu..meleğin elini..çıktı gökyüzüne.gökyüzündeki o kayıp gemiye..gülümsüyordu....melek kulağına fısıldadı;"ağlama küçük kız..gözyaşlarına yer yok neverlandde..yanımdasın.gülümse.."..gülümsüyordu....kader diye birşey yoktur, hayat seçimlerden oluşur.."

LadyEchoes.

Bilinmeyen Yerden Notlar - Birinci Gün

Tekrar merhaba efendim; görüşmeyeli dünya vaktiyle kısa süre geçmiş olabilir ama; ben şu an size farklı bir yerden seslendiğim için , son yazımı okuduğunuz günden bugüne çoğunuzun sürünmeyi bırakıp dört ayak sahibi olacak kadar - bir kısmınız için bu iki olarak gerçekleşebilir, korkacak bir durum yok, bizim de başımıza geldi- evrimleştiğinizi tahmin ediyorum.

Nerede miyim ? Sizce biliyormuş gibi mi bakıyorum ? Bir şeyi bilme iddiasında olan insanlar böyle bön bön, son derece alık, kaşlarını çatarak; ve enerjilerinin çoğunu konuşmalarına ciddiyet katmaya harcayarak mı bakarlar ?

Şey, sanırım öyle; değil mi ? Kendi ironim taze bir hayvan pisliği gibi paçama bulaştı.

Bir saniye, bana doğru asabi adımlarla koşan bir tavuk görüyorum. Siz şu defteri alıp kurcalayın; ben lanet olası vazifelerimden birkaçını daha yerine getirip geliyorum.

.

Bilinmeyen Yerden Notlar - Birinci Gün:

Tanrı aşkına; yattığı yerde gözlerini açan bir insanın sonraki hareketi ne olur ? Kafasını kaldırır değil mi, ben de aynen öyle yaptım işte. Yatağımın yarım metre kadar üzerine asılmış kocaman oduna bu yüzden kafamı çarpmış olmalıyım, beni bu yatağa yatıranlar ya uyandıklarında kafalarını kaldırmıyor; ya da sahip oldukları şey bizim kafa diye bildiğimiz nosyondan oldukça farklı.

Asabi bir şekilde , kıpkırmızı bir alınla korkutucu olmaya çalışarak baktım etrafıma; bu tamamen altıma kaçıracak kadar korkuyor olmamdan kaynaklanıyordu. Daha önce hiç kükürt solumadığım halde kükürt soluduğuma emindin, sol kolum karıncalanıyor; sağ elimin serçe ve baş parmaklarını birbirine değdiremiyordum.

Tabii bunu başarmaya çalışmakla birkaç saat kaybetmesem; herşey çok daha farklı gelişebilirdi.

Bir kere, ben yattığım yerden kalkmış, ve bu kümes bozması odadan çıkmak için bir kapı aramaya başlamış olurdum. Böylelikle bir süre sonra ısırılarak çıkarılacağım şu küçük pencereden, kendi hür irademle çıkabilirdim. İnsan, sonunda kıçının ısırılacağını bildiği eylemlerde bile iradesini kullanmak istiyor.

Ayrıca, benim burada olmamdan son derece hoşnutsuz görünen ev sahibim; içeri girdiği esnada benim iki parmağımla çok da kibar olmadığı görülen bir dille iletişim çalışmamla karşılaşmazdı.

Ve tabi bunun sonucunda bana tamamen yabancı olan bu dünyada; ilk karşılaştığım şey "Kalk ulan yemek masamın üzerinden Pezevenk!" diye bağıran bir tavuk olmazdı.

Hayat tesadüflerle dolu.

Ps : Notlarımın arasına , ev sahibimin kursağına kaçan bir darıyı çıkartma çabasından faydalanarak çaktırmadan yürüttüğüm bir fotoğrafını koyuyorum; sanırım ya bir sirkte, ya da askeri hizmet esnasında çekilmiş. Ciddi olmaya çalışırken komik olan sadece bu iki müessese var bildiğim.



Promised (and) (or) (whatever) Hallowed Land
















" Kilidi çatırdayarak açıldığında göklerin, biliyorum; çocuklar bile hayal meyal hatırlayacaklar beni.
Sislerin arasında kaybolup gidecek adım, rüzgara küfretmiş bir ıslık gibi.
Dahileriniz gizlenirken kutsal dumanlarının içine, siluetime lanetler okuyacaklar.
Aptallar tek ayakları üzerinde; Yürümeyi öğretecekler, tüm insanlığa.

Arzu serin deniz meltemlerine sığınırken,
"Mutluluk cebimde" diyecek şehvet; sırtlan gülümsemesi
- ve tenlerinize her daim yumuşakça batacak sivri dişleriyle-
Devler tufanlarda kaybettikleri gözlerini bulduklari için sevinçliyken;
ışık girmesin diye sıkıca yumacaksınız gözlerinizi.

Sahnedeki tüfek patlayacak eninde sonunda.

Farkedeceksiniz; etrafınızı saran pamuktan bulutların çamurdan yapıldığını.

Farkedeceksiniz; karanlıkla aydınlığı ayıran kolların güçsüz düştüğünü.

Farkedeceksiniz; dostlarınızın arkanızdan yaklaşmasının sarılmak için olmadığını.

Farkedeceksiniz, ömrünüzü üzerinde geçirdiğiniz yolların karınca şehirlerinin kaldırımları olduğunu.

Farkedeceksiniz; cehenneme ilerlerken kaçınılmazca, cennete doğru koşanların kaderinin denize düşmek olarak yazıldığını.

.

.

.

Ama,

Asla,

Farkedemeyeceksiniz; yıkık dünyanızın etrafında dolaşan amaçsız bir martı sandığınız benim; kayıp bir deniz kızının gülümsemesine sarılıp yükseldiğimi.

Size bir rüyanın mutluluğu kadar yakın; ve şefkatin sıcak kolları kadar uzak olduğumu.

Farkedemeyeceksiniz; mutluluğun şehvetin cebinde değil, ürkek meleklerin ruhundaki odalarda olduğunu.

.

.

.

Ve,

İşte tam da bu yüzden;

Ben rüzgara dokunup, keyifle ıslık çalarken; siz denizin neden böylesine kabarmakta olduğunu merak ediyorsunuz.

Eşit değil; ama adil."

sto lavorando

Üstteki Sistine Şapelinden. Alttakine tarif gerekmiyor sanırım; Davut'u tanımayan var mı ?



La Piedad.



Set the controls for the heart of the Sun dinlemek için kötü bir hava.

İçimi sıkıyor böyle havalar. Farkındayım böyle hisseden ne ilk , ne de son insan olmadığımın. Ama sıkıyor işte; hissettiklerimin genel bir ruh hali olmayışı hiçbir şeyi hafifletmiyor.

Akşamüstü sıcaktı hava, önce ceketimi çıkarmamı, ardından da kravatımı sökmemi sağlayacak kadar sıcak. Çok da ağırdı, sanki atmosfer sıkışıyormuş gibi; binlerce yıldır aradığı çıkışı bulamıyor olmasının verdiği öfkeyle hırçınlaşan bir volkan gibi, homurdadığını duyabiliyordum.

Böylesine boğuk bir akşama yakışanın kırmızı gökyüzü olduğu var hep aklımda; ama bu akşam kül rengine çalan daha da tuhaf bir renkle tanıştım. İsteksiz adımlarla eve yürüdüm; sokakta tüm bu basıklığı umursamayan çocuklar oynarken.

"High Hopes dinlenir ama" diye düşündüm kendi kendime , "Gökyüzü böylesine varlığımızdan sıkılmışken deniz bu keşmekeşe nasıl tepki veriyor acaba?" Deniz kenarında olabilirdim şu an, güneşten daha sıcak; ve ayışığından daha serin eller beni sarmışken; yüzüme çarpan rüzgar kadar özgür ve umutlu, boğucu havanın geçip gitmesini bekleyebilirdim.

Güzel fikir.

Hayır; kanatlarım metalden olsaydı kesin paslanmışlardı böylesine nem içerisinde. İyi ki kırdım onların tüm kalıplarını , iyi ki silkeledim üzerlerindeki tüm tozları. Onları çırpmak hiç bu kadar güzel, böylesine keyifli olmamıştı.

İyi ki özgürüm; iyi ki içimde masmavi bir umut yeşeriyor.

İyi ki gülümsüyorum kendimi kandırmadan; böylesine akşamlarda dahi kendimi mutlu edecek hayallere sahibim.

Hayal kuramasak, hayat nasıl olurdu; düşündünüz mü hiç ? H-a-y-a-l, H-a-y-a-t'ı hafifletmese ? Gerçekliğimiz rüya göremese, ve bu rüyalar gerçekliğimiz olamasa ?

İyi ki kendimi bunu hiç yaşamamış kadar şanslı hissedebiliyorum.






Ps : Michalengelo [1499] Pieta, heykeltraş bunu bitirdiğinde 24 yaşındaymış. İsa'yı kucağında tutan Meryem, "Gerçek sevgiyi ne yaşam, ne de ölüm yokedebilir." diyor adeta.

5 Mayıs 2007 Cumartesi

Scene 3 - Bugüne Kadar Hiç Üşümemişti Sanki [2002]

Bugüne kadar hiç üşümemişti sanki.Her nefes verişinde , ileri-geri her sallanışında bir acemilik vardı.Bundan eminim ; çünkü hakkını vererek üşüyen çok insan tanıdım.Geride bıraktığım günleri düşünecek olursak , emin olduğum tek şey bu zaten.

Ahir zaman insanları kolay inanmıyorlar , biliyorum.O yüzden kimse sormadan kendimce ciddi ve inandırıcı olan bir iki ipucunu paylaşacağım sizlerle ; bu önemsiz ayrıntıyı (belki de ileride ıssız adaya düştüğünüzde yanınıza alacağınız üç şeyin herhangi birinden bile daha önemli olacak , şizofren yazarımızdan başka kim bilebilir ?) çabucak geçmeliyiz.Ben ölmeden bilmeniz gereken daha önemli şeyler var.

Bugüne kadar hiç üşümemişti , çünkü pahalı bir butikten alındığı izlenimini veren montuna ilk defa ihtiyaç duyuyormuş gibi sarılmıştı.Yanakları kıpkırmızı olmuştu soğuktan , hareketlerine donmuş kandan kaynaklanan bir mekaniklik hakimdi.Eğer birazcık hareket edebilseydi , vücudu yaşadığının farkına varacak ve ısısını olağan seviyeye getirecekti.Ama o bunu bilmiyordu sanki ; göremediği bir düşman elinde kalan son şey olan göğsünün altındaki sıcaklığı ondan çalacakmış gibi , onun hala orada olduğunu belli etmemek istercesine hareketsiz duruyor , sadece istem dışı bir hareketle yavaşça ileri-geri sallanıyordu.

Güzel gözlü , kızıl saçlı bir kızdı , (gözleri o kadar güzeldi ki ; kötü birinin onlara sahip olmasının ne sonuçlar doğurabileceğini düşünmek bile istemiyorum) ben ona bakarken o da kafasını benim olduğum yere doğru çevirdi ama büyük olasılıkla beni göremedi.

Beni göremedi çünkü tam kafasını benim olduğum yere doğru çevirdiği sırada içinde bulunduğum otomobil (niye sökülmemiş olduğunu hala anlayamadığım) nostaljik bir telgraf direğine çarpmıştı , ben de arabanın ön camından fırlayarak çakıldığım asfaltta yüz üstü yatarak artık efsaneleşmiş film şeridi sahnesine doğru ilerliyordum.(Ruhlar bedenden önce sevişiyor olabilirler ama asla önce ölmüyorlar-bunu biliyorum artık)

Beni göremedi çünkü ben gözlerimdeki kanlı yaşlarla , bilincim yarı kapalı şekilde asfaltta yatarken o hayatın sesini sonuna kadar açıp birden kısan patlamalara anlam vermeye çalışıyordu.Tamam , kadınlar her zaman gösterişli , az bulunan ve parıldayan şeyleri sevmişlerdir ; (sevdikleri şeyin ideası budur , gerçek hayattaki yansımasının ise bir patlama ya da bir mücevher olmasının umurlarında olduğunu sanmıyorum) bunun farkındayım ama yine de ilgisini üzerimde toplayamadığım için kırılmıştım.Şimdi çok kırgın değilim , zaman ömürlerimizin yanı sıra nefretimizi de törpüleyebiliyor...

(kendi kafasından çıkan kanın içinde yatan bir adamın ömürden söz etmesi ne kadar manasızsa , bir insanın diğerlerinin kendinden nefret edebilmelerini sağlamak için her şeyi yapmasından sonra nefretten söz etmesi de o kadar manasızdır aslında-ona çok aldırmayın , ne dediğini pek bilmiyor)

Başında ısınmaya çalıştıkları ateşin yanından hızla kalktı ve koşarak arabaya doğru ilerledi , ardı ardına gelen patlamalarla biraz geriledi ama kaçmadı.Ben kendi kanımda boğulmak üzereyken için için yanan metal yığınının birkaç adım yanına kadar yaklaşmıştı bile.Keskin benzin kokusu benim artık bulunması gereken yerden epey uzakta olan burnum için bile tehdit edici boyutlardaydı , kim bilir onunki için neler ifade etmiştir..

Bana bakmadı.Asfaltın sağ tarafına doğru olan eğimin de etkisiyle ayaklarına doğru akan kan bile ilgisini üzerime çekmeye yetmedi.Arabanın içinde yanmaya devam eden adam “Bir şeyleri kurtarma” içgüdüsünü daha çok kamçılamıştı anlaşılan! Aslına bakarsak ona kızmam anlamsız , ben o arabanın içindeki (aslında çoktan ölmüş olan) adamdan daha ölü görünüyordum.Kimin daha ölü olduğu ise , tartışılabilir...

Sanırım ben tam dostumun neden öldüğünü hatırlamaya çalışırken (bu unutkanlığın sebebinin kaza olduğunu sanmıyorum-asfaltın , daha doğrusu etrafımda sıcaktan erimeye yüz tutan asfaltın salgıladığı zift kokusu ilginç bir şekilde kafa yapıyordu galiba) fark etti orada öyle ölü gibi yattığımı.Emin değilim çünkü o ana kadarki hareketlerini asfalta vuran ayak seslerinin uzaklığı ve şiddetiyle hesaplamıştım , ne yazık ki olası bir başını döndürme hareketini yaparken oraya buraya koşuşturup yere mors alfabesi ile “b-a-ş-ı-m-ı-ç-e-v-i-r-i-y-o-r-u-m-nokta” yazacak biri değildi...

Daha sonrası ise çok net değil : yattığım yerin tam altında , çok aşağılarda kapıların açılmaya başladığını hissettim ; kızıl saçlı , güzel gözlü kız başımdaydı.Arkadaşım (ömrüm boyunca sahip olduğum en “hayati” insandı-yazar kızgın gözlerle mecaza başvurmadığını anlatmak istiyor , bunu çok yakında siz bile anlayacaksınız) yanan arabadan çıkıp beni ayağa kaldırdığında ise ağlıyordu , yerde yatan bedenime bakarken saçları yüzüne düşmüştü.Gözlerinin tam içine baktım (onu yakından ilk defa bu an görmüştüm) , belki artık benim için kimsenin bir şey yapamayacağını anlar ve üzülmekten vazgeçer diye.Bugün geçmişi düşündüğümde anlıyorum ki , benim durumumda birinin öyle bir hareket yapması büyük bir cesaretmiş-ve aynı oranda aptallık muhteva ediyordu.

Evet.

Aptalca ama önemli bir başarı.

Birden durdu , arabada ve bedenimde parlayarak dans eden alevlere son bir defa baktı.Gözlerinde sadece kararsızlık vardı , sokağa bıraktığı köpeğini üşürken gören küçük bir kızın vicdan azabıyla itilen kararsızlığı.Tabi o bunu yenecek kadar güçlüydü ; arkasını döndü ve yürürken arkadaşına artık gitmeleri gerektiğini , bu ölü adamları nasıl olsa birilerinin kazıyacağını söyledi.Yani ben söylediği şeylerin bu olduğunu düşünüyorum.Bana sırtı dönük olduğu için dudaklarından bir anlam çıkaramamıştım.

Sesler...

Duyabildiğim tek ses alevlerin oradan oraya atlarken çıkardıkları çıtırtıydı-ve kapıların açılış sesleri...

O uzaklaşırken ben de onun için endişelenmekten vazgeçtim.Yapmam gereken son şey , kolumdan çekiştirip duran dostum ile görmem gereken kişiyi görüp gitmem gereken yere gidebilmem için aşağıya inmekti.Ben de öyle yaptım.

Alt tarafı sıradan bir kazaydı , iki üç gün içinde unutabileceği bir kaza.Belki araba direğe çarpmadan yaklaşık otuz saniye önce şoförün kendini vurduğunu , onun hemen yanında oturan adamın ise direksiyona müdahale etmeye hiç yeltenmeden hayallerinin kadınını seyretmeye koyulduğunu fark etseydi , bunlar geceleri uyumakta zorlanmasına yol açabilirdi.Ama o görmedi , böylece ben de onun şimdi huzurlu olduğunu düşünüyor ve kendimi bu düşünce ile tatmin ediyorum.Evet , insan çok aşağılık bir yaratık !

II

Neyse , dediğim gibi , bu önemsiz bir ayrıntıydı.Hayatımın en önemli ve en arzulu saniyelerini kapsasa bile...Şimdi ise ne hayatın , ne yitip giden kızıl saçlı kızların önemi var , tıpkı aslında önemli olan şeylerin bile artık önemsiz olması gibi.Üzerinde yürüdüğüm çizgi öylesine keskin ki , değerlerim ve değer verdiklerim hak ettikleri yerlere değil , dengelerinin elverdiği yerlere düşüyorlar.Ve şunu unutmayın , pahada ağır olan bir şey genelde yükte hafiftir.Onun uğruna ne kadar mücadele verirseniz verin , eninde sonunda çizgi üzerinde durmak zorunda kalacak ve canının istediği yere düşecektir.

Mücadeleler...Her seferinde başarı ile sonuçlanmıyorlar , ama istisnasız doğru olan bir şey varsa o da her mücadele sonrası yorulduğunuzdur.Hayat da sonunda hiçbir şey elde edemediğim 42 yıllık bir mücadele oldu benim için , tamam dünya üzerinde birçok iz bıraktım (yazılar-lekeler-gözyaşları-sevinçler diye uzuyor bu liste ama aralarında bir kadın yok gibi.İlginç bir nokta daha , çok ağladım hayatımda ama eminim benim arkamdan kimse ağlamamıştır) ama bir tanesi bile ona tutunmama ve ruhumun sonsuza kadar dünya üzerinde dolanmasına yardım edecek kadar güçlü değildi.Olamazdı da zaten.Çürük bir tohumdan asla (asla!) güçlü bir ağaç çıkmaz , hele bir de tohum isteksizse...

Söylenmemesi gereken , yüzyıllar boyu sıraları geldiğinde hep yutulmuş olan sözler söyleniyor bu karanlık delikte.Ağıtlara ya da pişmanlıklara yer yok artık : sizin de gayet net bir biçimde duyabildiğiniz gibi kapılar açılıyor (çok az kaldı).Neredeyim , ya da nereye gitmeliyim bilmiyorum : bildiğim tek şey olmam gereken yerde olduğum.

Size olacak şeyleri anlatmaya başlamalıyım artık , duyuyorum çok vaktim kalmadı...

Bilinmeyen yerde ilk gün : gözlerimin karanlığa alışma mücadelesi ve etrafımda sürekli nefes alıp vererek homurdanan şeyin ne olduğuna dair tahminlerle geçti.O her ne ise bilinmeyen bir sebepten dolayı bana dokunamıyordu , tıpkı benim mutlak karanlığa , bir daha hiç geri çekemeyecekmişim düşüncesi ile elimi uzatamayışım gibi.İlk gün (ya da günler-tahmin edeceğiniz gibi bilemiyorum-ya da bilmiyorum) böyle geçti ; karanlık ve ben iki acemi aşık gibi birbirimize bir türlü açılamadık.

Bu bahsettiğim zaman sıradan insanların hayat boyu yaşadıkları paradoksun mikro bir örneği gibiydi : uyandım (doğdum) ve uyudum (ve öldüm).Arada olanlar gerçekten anlatmaya değmeyecek şeylerdi , tıpkı insan hayatı gibi...

Bazıları hariç.Sizin hiç bilmediğiniz şeyler.Sürekli merak ettiğiniz şeyler hariç.

Eminim gittiğim yer hakkında bilmek istediğiniz bir sürü şey vardır.İnsanlar için biçilen hayat çok sıkıcı (en azından ödenilen bedel için çok az) ve eğlenceli kısım çoğu zaman gerekli materyalleri toplayabilenlere-ve kısmen de olsa bu şahıslarla sevişenlere açık.Bu yüzden (tabi sistemin ve tanrıların mutlu edemediği insanların cennet ile ilgili dinlediği masalların da büyük etkisiyle) insanlar hep merak ederler “öbür tarafı”.Ve insanoğlunun merak ettiği her şey ile ilgili bir çuval yalan uydurması kuralı bu nokta da işliyor.Melekler (hiç görmedim-belki kalbi tanrı sevgisi ile bembeyaz olanlara görünüyorlardır sadece) , şeytanlar (soğuk rüyalar dışında hayır) ya da ırmaklar.Aşık olanları cennetin en sıcak yerinde bile serinletecek sevgi ırmakları...

Ölümden öncesi ile ilgili konulardan belki de en popülerlerinden birisidir hayatın göz önünden film şeridi gibi geçmesi.Bunu arada sırada ben de yaşadım , bana sıkıntıdan salonu terk ettiren filmler bile bu kadar eziyet çektirememişti.Kötü bir yönetmenin , görmekten nefret ettiğiniz bütün oyuncuları toplayarak çektiği çok uzun bir film adeta , hayatımın en kötü sahneleri uzunca bir süre içinde defalarca geçiyorlar gözümün önünden.Belki de aslında kısa bir süredir , ama ben çok fazla sahne izledim , o yüzden hiç bitmeyecekmiş gibi geldi.Bitmiyor,bitmiyor,bitmiyor,bitmiyor,bitmiyor derken duruyor aniden.

Görüntü donup kalıyor.

O görüntüyü belki de günlerce yaşıyorum[E.a.1] .Hatalar,gözyaşları,arkamda bıraktığım insanlar bütün gördüklerim.Ağlıyorum,canımı yakıyorum,kusuyorum nefretten ama hiçbir şeye yaramıyor.Sıkıca kapadığım ve defalarca parmaklarımla çıkarmaya çalıştığım gözlerim bilinç altıma doğru dönmüş , sürekli o görüntüye bakıyor.

Ağlayan çocuklar.Kızgın büyükler.Sevmediklerim.Benden nefret edenler.Ölüler.İçindeki öfkeyi dizginlemeye çalışan peygamberler.Ya da önemsiz insanlar , kuru bir yaprak kadar önemsizken canımı günlerce sıkmayı başarabilen insanlar.Kör olmak , kör doğmuş olmak istiyorum defalarca , acı bir hayat boyunca görülmüş rüyalardan vazgeçtiriyor beni.Kabus , rüyaya üstün geliyor insana ait kanunların geçerli olmadığı bu karanlık bölgede.

Her şey tekrar karardığında açabiliyorum gözlerimi.İnanın hayatın renkli aldatmacasının yanında siyah (kötünün,mutlak yenilginin,dışlanmanın rengi-sevginin ve aşkın olması gerekirken tecavüzün ve şehvetin rengi-insanın rengi) öyle huzur verici oluyor ki.

Kapılar açılıyor.

III

Kabus hayatım oluyor ve hayatım bir kabusun içinde yeniden doğuyor.

Kıpırdayamıyorum.Ruhum yanıyor ve büyümeye başlıyor.Bedenime sığamıyorum , kolumu sallasam duvarları devirecekmişim gibi geliyor , ve onlar yaklaşıyorlar.Ne ya da kim olduklarını , ne için geldiklerini bilmiyorum.Çocukluğumun geçtiği evdeyim ve onların merdivendeki ayak seslerini duyuyorum.Sesleniyorum ama evde kimse yok , cevap gelmeyince kalkmak için silkelenmeye çalışıyorum ama olmuyor.Vücudum sözümü dinlemiyor , öyle ki ağlamak istiyorum ama göz yaşlarım bile anlamıyor beni , akmıyorlar.Büyük bir taş düşüyor göğsümün üzerine , canım yanmıyor ama tam nefes borumun üzerinde baskısını hissediyorum.Yaklaşan sesleri duydukça taş daha da bastırıyor üzerime , bağırmaya çalışıyorum yardım için ama ağzımdan sadece kanlı bir hırıltı çıkıyor.Geliyorlar , kapıda olduklarını hissediyorum ama elimden hiçbir şey gelmiyor.Kapıyı açtıklarında yapabileceğim tek doğru şeyin gözlerimi kapamak olduğunu düşünüyorum ama olmuyor.Kapı aralanıyor ama gölgelerin arasındakinin kim olduğunu göremiyorum.

Uyandığımda ilk olarak ayaklarımı , daha sonra da soğuğu hissettim.

Soğuk ve karanlıkla boğuşuyorum , bir çocuğun korkması için gerekli olan iki şey.Birden güneş doğuyor çelikle betonun arasından.

Kapı açıldı.Şafak.

Güneş gölgenin daha çok yerini ele geçiriyor her saniye ile birlikte.Küçük,siyah karıncalar kaçışıyorlar ışığın giremeyeceği yerlere doğru.Işık büyüyor.Sabah.

Şu an en güçlü anlarını yaşıyor ışık çünkü tam görmek istediği şeyi aydınlatıyor.Üzerime vuruyor ışık ve biri beni çağırıyor.Daha çok karıncanın mağdur olmaması için karşı koymuyorum.Kalkıyor ve dışarı doğru yürüyorum.Işık hala en tepede ve güçlü.Öğle.

Belki de saat on iki civarındadır dışarıda , bilemiyorum.

İşte koridorun soluk ve yapay ışığının altına çıktım.Yürüyorum , polislerin arasında ilerliyorum.Avucumu sıkıyorum avucumun içinden yere damlayan kanı görmesinler diye.Ellerimdeki kanları.Kendimden emin olmalıyım , ben değilim günlerdir nezarethanenizde misafir ettiğiniz adam.Ben hiç karakola gelmedim hayatım boyu ; bir kere şahit yazılmıştım o kadar.Onda da konuyla alakam yoktu zaten.Yürüyorum ve kimseden korkmuyorum , kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı.Yürüyorum ; yanından geçtiğimiz pencereden dışarıya bakıyorum ama bir bok göremiyorum , çerçeveyi seçebildiğime göre kör değilim , sadece gece olmuş.Karanlık bu geceki krallığını kurmuş yine , sabaha karşı yıkılacağını bilmesine rağmen.O vazgeçmiyor.Ben de vazgeçemem.Eğer vazgeçersem beni bir daha kabul etmeyecektir.Bunu göze alamam , vazgeçmemeliyim.

Beni böyle bir günde , böyle bir anda serbest bıraktıklarına göre hiçbir şeyi bilmiyorlar demek ki.Her zaman olduğu gibi hiçbir şeyden haberleri yok.

Yürüyorum ve kapılar tek tek açılıyor önümde.Sanki sonsuza uzanan koridorlarda son hayat enerjimin tükenmesi için dolaştırıyor beni bu polis.Gördüğüm pencerelerden anladığıma göre hala gece ve biz yürüyoruz.Eminim saatler ilerliyor ama yol arkadaşımın yüzündeki bitkin ifadenin donukluğunda bir ilerleme ya da gerileme sezilemiyor , sanki o sadece beni buralarda yürütmesi için yaratılmış.Ben buradan çıktığım zaman yok olacakmış gibi hissediyorum.Belki bunun için ona arkamı dönmem bile yeterli.Arkamı bir dönebilsem , hepsi bitecek.

Dönemiyorum.

Ellerim hala bağlı bu arada.Bana o kadar güvenmiyorlar demek , kendi üzerlerine zincirsiz salabilecek kadar.Bu güzel.Eskiden söylenmiş olan bazı şeyler bugün bile geçerli olabiliyor demek ki , kurdun kurt olduğunu hissetmesi için çok sayıda köpeğin ondan korkması gerekiyor.

Akıntıya bırakıyoruz kendimizi ve büyük , oval bir salona döküyor üzerinde yürüdüğümüz taşlar bizi.Yüzlerce polis ; bir şehrin damarlarının temiz olması için çaba gösteren mikroplar adeta , yaşıyorlar.Salonda dolaşıyor , konuşuyor , yemek yiyor , belki bu salonda üreyip bütün dünyaya düzen ve adalet dağıtıyorlar.Bilemiyorum.Her şey olasıymış gibi geliyor , bilincim bulanık ve beynimi suyun içinde belli periyotlarla sıkılan bir sünger gibi hissediyorum.Yıllar önce uzun geceler boyu yapılan tartışmalar geliyor aklıma (saçma ; dünyayı elitler yönetir !) , artık düşünmek de istemiyorum,Daha doğrusu ne yapmak istediğim hakkında hiç bir fikrim yok..

...derken buldum ne yapmam gerektiğini...Daha doğrusu bunu bana onlar gösterdiler.

Şimdi kapının dışarısındayım.İçerideki hareketli , olabildiğine boğuk ve olabildiğine erkek hayatın tam karşıt görüşü hakim sokaklarda ; gökyüzü pırıl pırıl , aldığım her nefes yaşma içgüdümü tazeliyor ve sokak bomboş.Gece yapay ışıkla korunmayan her yeri ele geçirmiş , kendi dünyalarının kralları olan erkekler terk etmişler gündüz sahip oldukları tüm kaleleri...Şimdi bütün mevziler karanlık kadınların.Gece gibi suskun ve çekici kadınlar , kadın gibi karanlık bir gecenin tek sahipleriler şimdi...

Artık gitmem gerekiyor.Şahitlik etme zamanı yaklaştı.Bir kez daha karanlık alması gerekeni alacak , bedenden bedene sevgi yerine kan akacak ve o bir kez daha kazanmış sayacak kendini.Engel olamayacağımı biliyorum , yapmam gereken şey oraya gidip olabilecek bir mucizeyi beklemek.

Avucumu iyice sıkıyorum akan kan kesilsin diye ama hiç etki etmiyor.Ona vurduğum günden ; onu başından , tam alnından yaraladığım günden beri durmuyor.Lanetlendim , hem de onun kendi kanıyla.Belki canı yanıyor , bilmiyorum ama vücudu elimde kanıyor.Sadece ben görüyorum.Artık lanetliyim , diğerlerinden daha az farkım var.

Gideceğim yer iyice silikleşiyor zihnimde , bulamama endişesi ile hızla binanın yanındaki sokaktan ana caddeye çıkıyorum.Etrafımda daha çok insan var şimdi.Benim ve arkadaşlarımın hayatları daha gerçekçi olsun diye yaratılmış insanlar.Topraktan , binalardan , bilgisayar çiplerinden farklı olmayan insanlar.Hepsi bu dünyanın karnından çıktılar , bu dünya ile açıklanmayacak hiçbir şeye sahip değiller.Ne yaparsan yap üzülmüyorlar , onları üzmekten korkmamalıyım (o kadar fakir değilim , insanları üzmekten korkacak kadar değil) . Sadece ben ve arkadaşlarım için yaratıldılar.Belki ruhları var , hayatı yaşamak için mücadele veriyorlar belki de biz yanlarından geçip onları göremeyecek kadar uzaklaşınca biraz durup rollerini iyi yapıp yapmadıkları düşüncesiyle endişeleniyorlar.İnsan yapımı bir makine gibi kaskatı kesilip sistemin yeniden onlara ihtiyaç duyacağı anı bekliyorlar.Belki ruhları var , belki üzülüyorlar herhangi bir şeye bile...Bilemiyorum...Kafam hala bulanık.

Aralarında ilerliyorum gideceğim yeri bilmeden.Ter kokularını , ayırt edilme endişesi ile sürdükleri parfümlerini ve hiçbir kokunun gizleyemediği nefretlerini hissediyorum.Duydukları hınçla hayata kırmızı perdelerin arkasından bakıyorlar , nefretlerinin açtığı yolda onları kimsenin durduramayacağını bilmeksizin boğuşuyorlar zorluklarla.Yürüyorum aralarında ve farklı olduğumu anlayamıyorlar (telaşlanmamalıyım) , herkese standart olarak gösterdikleri hınçtan fazlasıyla karşılaşmıyorum bu yüzden.

Yürürken attığım her adıma iki saniye daha fazla yaşamanın mutluluğu enerji veriyor , iki saniye daha geçiyor ömrümden beni hüzne boğarak ve ben iki saniye daha olgunlaşıyorum erkenden atılma korkusu yaşadığım bu oyunda.İnsanlar yaşıyor , ben de yaşıyorum ve bu konudaki görüşünden hiç taviz vermeyen insanoğluna rağmen dünya da yaşıyor.Attığım adımlar büyüyor (telaşlanıyorum) ve yavaşça koşmaya başlıyorum , bakışlarımın dolaştığı yerlerde insanlar , hor kullanılmış kabuklardan farksız bakımsız etten kılıflarıyla yaşamlar yürüyor.Nefes alıyorlar , ve verdikleri her nefesle hava daha da kirleniyor , çürüyen organlarındaki bütün kırık hevesleri , söylenmeden ağza tıkılmış tüm cevapları , kalbe bir jilet gibi saplanan sıtmalı aşkların kanını dışarıya karbondioksit olarak veriyorlar.Nefretlerini kapının önüne çöplerini boşaltır gibi dışarıya boşaltarak nelere yol açtıklarının farkında değiller.Onların geceleri kirlettikleri havayı biraz olsun temizlemek , nefes alınabilir hale getirmek için her sabah ağlayarak gökyüzünü ıslatmaktan bıktım ! Şimdi düpedüz koşuyorum , paçalarım çamur oluyor ama umurumda değil , sanki ayaklarımın altında bitişi çizgisine doğru her saniye biraz daha eriyen metreler bütün yaralarımı iyileştireceklermiş gibi hissediyorum.Koşuyorum ve insanların bakışları yoğun havayı yararak uçuşan kurşunlar gibi sağımdan solumdan geçiyorlar.

Gitmem gereken yerin neresi olduğunu bilmiyorum ama oraya gitmezsen yine üzerime taşlar düşecek , biliyorum orayı bulamazsam onlar yine çıkacaklar sinsi gülüşleriyle merdivenleri.Düşünüp hatırlamaya çalıştıkça beynim kanıyor adeta.Acıyor ama yine de zorluyorum.Oraya beni içgüdülerim götürebilir sadece , bir de sahibine yaklaştıkça ısınan kan.Kanı takip et...

4our

Hayat çelişkilerle dolu.İnsanoğlu doğduğu günden itibaren uzun bir serüvenin içinde bulur kendini ; iniş ve çıkışlarla dolu bir yol , bir plandır hayat.Geçtiği yerler ve ayağına takılan taşlarla büyür , ve neredeyse tek amacı olabildiğince yukarıya çıkabilmektir.

Düşmeyi asla hayal etmez , öyle ki insanı şekillendiren herşey olanca koyuluklarıyla lanetlemişlerdir düşüşü ; düşen melek[1] , düşen insanlar , hepsinden uzak durulur ve kibirli gözlerle seyredilir bu yolculuğun bazıları için hüzünlü bir şekilde sona erişi.

İnsan düşmemelidir ; ama şu an omuzlarıma sertçe vuran yağmur tanelerinin varlığının tek gerekçesi düşmeye duydukları açlık olmalı.Düşer ; metrelerce , yüz metrelerce hiç hız kaybetmeden yaklaşır dünyaya , yere çarptığında ise tamamen dağılır ; sahip olduğu tek şey özünü kaybederken özüne , yaradılışının gerçeğine bir anlık bile olsa sahip olmaktır...

Herhalde.Bilemiyorum , kafamın içinde kocaman fareler beynimin içini kemiriyor.Her saniye sona daha da çok yaklaştıklarını ; ama doyamadıklarını hissediyorum.Her geçen saniyeyle birlikte birkaç günü daha kaybediyorum anılarımdan.Sevgililerimi , babamın sesini , yaprakların hışırtılarını hatırlayamıyorum.Geçmişi kaybolan bir adamım ben artık , geleceğim ise temelsiz bir evden , köksüz bir ağaçtan ibaret artık...

Yağmur hızlanıyor ve ben o sonsuz anı bekliyorum.Çalıların arasından izliyorum şehrin yüzlerce çıkışından biri olan bu otobanı.Çoğu insan hiç uğramadı buraya , binlercesi ; hatta milyonlarcası için bir numaradan ibaret belki de.Bir numara.Acaba bu numara yahudi kabalasında benim için ne söylerdi ? Ölüm mü , yoksa kurtuluş mu ? Artık fal baktırmak için çok geç.Yaklaştıklarını hissediyorum.

Yol garip bir şekilde bomboş.Yolun kenarlarını mesken tutan evsizler de ortalarda gözükmüyorlar.Ters giden bir şeyler var ; yol kenarındaki ateş hala yanmamış.Kızıl saçlı kız bu soğukta üşüyor olmalı.Neyse , bu o kadar da önemli değil ; herhalde artık üşümemeyi öğrenmiştir.

İşte yaklaşıyor , birazdan kaldırılmaması ilahi sebeplere dayanan bir telgraf direğine çarpacak , onun öldüğünü ; ve efendime ulaştığını göreceğim.Görevim bitmiş olacak insanların nefret kokan dünyalarında.

Yaklaşıyor , çok az kaldı.Kurtuluyorum sürekli anlaşılmama endişesine sahip olmaktan.Rahat bırakılmak için şizofren bakışlar fırlatmak zorunda kalmayacağım artık.Ah insanlar , yapmanız gereken şey asla öğrenemeyeceğiniz şeydi , bunu asla bilemeyecek ve asla mutlu olamayacaksınız.

Artık çok yakın.Kapıların açıldığını buradan bile hissediyorum.

Durdu.Araba direği geçti ve biraz ötesinde durdu.İnen iki kişinin hayatta olduklarını görebiliyorum , yolun kenarında duran ev yıkıntısı gibi bir şeye doğru ilerliyorlar.O yaşıyor , demek ki mehmet işini yapamadı.

O zaman bunu benim yapmam gerekiyor.Milyonlarca yıl önce gönderdi tanrı ölümü dünyaya , bu mavi elbiseli bu iki adamın da bir gün herkes gibi ölecekleri anlamına geliyor.O gün ; bugün olmalı.

Ayağımın yanında duran taşı alarak onlara doğru yürüyorum.Mavi pantalonlarının paçalarındaki kurumuş çamuru görebilecek kadar yakınım şimdi onlara.

Taşı sertçe soldakinin kafasına vuruyorum.Kanlar saçarak yere düşüyor , kandan kıpkırmızı olan şapkasına basarak ötekinin üzerine atlıyorum ; bana silaha benzer bir şey doğrultuyor ve taşı göğsüne vuruyorum.Bağırarak sırt üstü düşüyor ; şimdi üzerindeyim.Gırtlağımı sıkmaya çalışıyor ; taşa tekrar uzanıyor ve tam burnunun üzerine vuruyorum , artık burnu yok.Sonra tekrar , tekrar , tekrar...

Şimdi ikisi de yerde hareketsizler.Gözlerimdeki kırmızı perdeler kalkıyor.Görev bitmiş olmalı , artık aşağıya inebilirim.

Eminim biri ya da bir şey beni aşağıya alacaktır.

Ama olmuyor.

Çıldırmak üzereyim ; kafamı sağa sola çeviriyorum.Gökyüzünden bir işaret bekliyorum ama bulutlar aralanmıyor , duymayı beklediğim ilahi sesten ise hiçbir iz yok.Bir şeyler bulmak üzere arabalarına yaklaştığımda...

Yerde yatan iki adamın buraya bir polis arabasıyla geldiklerini görüyorum.Arkama dönüp cesetlere gözümdeki kırmızı perdeler olmadan baktığımda ise öldürdüklerimin Yaralı adamın bana Mehmet ile Selim olduklarını söyleyip zihnime yüzlerini kazıdığı kişiler değil iki polis olduklarını görüyorum.

Kahretsin.

Polisler neden geldi ?

Daha da önemlisi Mehmet ile Selim neden gelmediler ?

Polislerin yanında durdukları yıkıntıya biraz daha dikkatli baktığımda ise onun kafamda canlandırdığım gibi yıllar önce yıkılmış bir ev değil , yanmış bir araba olduğunu anlıyorum.

Biraz eğri duran bir telgraf direğine çarpmış bir araba.

Gözlerimden sonra zihnimdeki perde de kalkıyor ve hatırlıyorum ; dün yaşanan kaza sırasında burada olduğumu ve geceyi ifade vermek için karakolda geçirdiğimi.

- “Eminim boşa harcadığın ömrün boyunca bizim sadece kumar oynayan insanlarla ve fahişelerle uğraştığımızı düşünmüşsündür.”

Gördüğüm kadarıyla yarası hala geçmemişti.Her zamanki gibi alaycı ve

tehditkar bir ifadeyle gözlerime bakıyordu.

- “Ben hep tanrı ile aranızda masum insanlar ve günahkarlar diye bir ayrım yaptığınızı düşünmüştüm.” Söylediğim şeyi daha önce çok duyduğunu anlatmak istercesine sessizce gülümsedi :

- “Masum mu ? Böyle bir ayrım olsa bile yine de listemin üst sıralarında bir yerde olurdun.Yaptıkların asla bağışlanamaz.”

- “Yaptıklarım mı ? Ben ömrüm boyunca hiç günah işlemedim ! Hayat tarzımı tanrı belirler ; tıpkı diğer arkadaşlarımınkileri belirlediği gibi.”

- “Ömrünü bir mabette geçirmiş olman seni bu kadar gururlu yapıyor ; anlıyorum.Peki ; neden sürekli ona tapmak yerine bir an durup onun sizin gibi küçük yaratıklardan gerçekte ne istediğini ; ya da ne isteyebileceğini düşünmedin ? Yarattığı balık için okyanusu yaratan[2] , sana muhtaç olabilir mi ?”

Durup bir an için durumuma dışarıdan baktığımda bu tartışma için ne

kadar geç kaldığımı fark ettim.Ben , bütün hayatını tanrısının emirlerini uygulamaya ayıran ben , onu reddedenin hizmetkarları tarafından aşağılanıyordum.Ümitsizliğin verdiği rahatlıkla son bir soru sordum :

- “Peki senin gelmeni sağlayacak kadar önemli olan günahım ne ?”

- “Yüzyıllardır körlükle bağlandığınız her tapınağı yakanlar da sizler oldunuz.Türünüz artık tolerans sınırlarını aştı , gözlerinden perdeleri biraz kaldırılmış olanlarınız sonun yaklaştığını görebiliyorlar.Ama siz , göremeyenler girdiğiniz batağa her gün biraz daha saplanıyorsunuz.Ve sevginin nefrete dönmesi ile nefretin şiddeti paradoksal olarak her gün artıyor.Her geçen gün sokaklarınız daha yaşanmaz oluyor.Kadınlarınız artık eskisi gibi mutlu değiller , ve çocuklarınız şiddetin beyninde büyüyorlar.Günaha biraz bile yatkın olanlarınız ; mesela sen , ufak bir kışkırtma veya ödül vaadiyle gölgelerin içine girebiliyorlar.Haydi kendi ağzınla söyle , sana ne vaadedildi ?”

- “Korktuğum tek şeyin aslında olmayan karşıtı.Sonsuz hayat...” Sözler kendi istemim dışında ağzımdan dökülmüştü.

- “Basit bir şey için seni yaratana karşı geldin , öldürdün.Onu hiç anlayamadığınız , emirlerindeki kırçılları görmeden sadece siyahın yanındakiler ve sadece beyazın yanındakiler diye ayırdınız kendi kendinizi.Sizi ayırmaya o gerek duymazken , bunu kendi kendinize yapmaya kalkıştınız.Sonunuzu ise ; ne yazık ki göremeyeceksiniz.Sen ise , şimdi benimle geliyorsun.tıpkı ruhları sonsuza dek kaybolan diğerlerinin binlerce yıldır yapmak zorunda olduğu gibi.”

Sonra , onunla gittim.Tek tek açılan yedi kapıdan geçtim ve son durağıma

geldim.Ölüm gibiydi ölüm ; karşı konulmaz ve adil.Uzun süreden beri buradayım , ruhu çoktan kaybolmuş bir adam olarak ; insanlığını kaybetmek üzere olan genç bir yazara onun ne kadar önemli bir şey olduğunu hatırlatmaya çalışıyorum.

son