Upuzun uzanan sırtının bittiği noktada denizin başladığı yokuşlar vardı,
evlerinin kapılarını küstürmüş faytoncular yıllar yıllar önce;
nal seslerini kapıyı çalan şen bir komşu zannetmekten bıkmışlar,
ve soğumuşlar boşa açılıp durmaktan.
oysa
kapının da hakkı var yaptığı işle bir anlam taşımaya
ama
ne zaman sözü
kışları kafalarına poşet geçirilerek yalnız bırakılan bahçe lambaları alıyor
işte o zaman susuyor kapılar
göğüslerine bastırıyorlar acılarını.
zaten büyükadada kimse kimseyi dinlemiyor, herkesin zihni yokuş yukarı koşturan nefes nefese kalmış atlar gibi meşgul.
kimi ritüelini tamamlayarak haftaiçi takacağı yuları meşru hale getirmeye çalışıyor,
kimi de kaybettiği gençliğini arıyor kimsenin nereye çıktığını bilmediği sokaklarda.
huzurlu yermiş, ara sıra uğramak gerek
özellikle de kışları
elinize bir şişe şarap alıp da
sahibinin ancak yazdan yaza uğradığı bir köşkün bahçesine atarsınız kendinizi hissetirmeden faytonculara
-çünkü teşkilat-ı mahsusa ölmedi, içlerinde yaşıyor-
sırtınızı verirsiniz yalnız bir direğe,
deniz üzerinde çakan şimşekleri izleyip şarabınızın yeterince sert olmasını umarsınız,
hele bir de direğin tepesindeki poşedi birazcık aralarsanız
işte o zaman yalnız kalmaktan kurtulur büyükada, sarılır size; denizi izlersiniz. Zaten çok korkuyor; bir gün istanbul gider de denizin ortasında tek başına kalıverir diye.
13 Nisan 2008 Pazar
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder