Su Adağı
Tam da ömrümün güz kapısında
duydun sezimi, Lethe
ve dedin ki, "kutsaldır bir kadınla bir erkeği
buluşturan su, göğün görkemi orada
dedin; dağ orada, gizin gücü, gücün gizi"
öyle vurdun beni, Lethe, bilgisizliğimden
girdin mantık barınağına aklımın, söz bağına
iki kişinin yunduğu ırmaktır gizil susku
varır ya o haz dalgalı okyanusa, sonunda
harika ve şahika avuçlarına evrenin, Lethe
"bir kadınla bir erkeği buluşturan su sıcağı
kokularının karıştığı galaksi; yatak", dedin
ada
ölümün yadsındığı, hatta unutulduğu cennet
ama tatlar da kalır anı madeninde zamanın
ve dedin ki; "kutsaldır ezelden
"bir" olabilen "iki"
"bir" erkekle "bir" kadın, bir'de toplanır
orda kenetlenir, "tek" olur ya..."
en eski masal; nirvana uykusuna çıkış yolu
ten ve tin tütsüleri, Lethe
sudan gelen ezgi rüzgârında çoğalır ya, dedin
ve dedin ki; sırılsıklam harflerle varılır
sabahlara, kösnül rüyalardan çıkılınca
geçkin bir kızın utangaç heyecanıyla
yalnızlığına sığınan bir ağaç gibi, Lethe
heceler toz mu sim mi yağar habire
dirimin sonuna güya, ama son yoktur
hece uyruğunda son ıslak bir beyazlık
çılgın, asi, unutuş boşluğunda aka aka
öptün de geçti ateş sanrısı an'ın, Lethe
ve dedin ki; "suyumuzdan oldu olan..."
Pus Ayini
Işıkta yürüyen yüz, Lethe
yüzün
solmayalı üç bin yıl belki
(oysa hiç dağ güneşi uğramamış
atlası gölgeli bir dünya
yüzüm
karanlığa katlanıyor nicedir
gündüzüm
siyahta göçebe
bezgin, tek hece...)
seste yürüyen giz, Lethe
yüzün
mumyalanalı dört bin yıl belki
(oysa naçar, eşiğinde kaçıncı kışın
kayaları, çalıları yosun dünya
yüzüm
çıldırmış alev, tükenen patikalar
tenhalığa mayalanmış, kırış-kırık
yaralı labirent
sıratta ebe
yorgun taş...)
suda yürüyen iz, Lethe
yüzün
kurumayalı beş bin yıl belki
(oysa yönünü yitirmiş ayna, kötürüm
yansıtamaz içindekini
yüzüm
akacağı ırmak kuşkulu, müzmin yolcu
susku en duru koydur sözün varacağı
aklım kendine sobe
dingin pus
bekliyor unuttuğunu...)
derin dehlizde ağlıyor su, Lethe
gizli yeraltı ırmağında kalbimin
akarken an havzasına günler; dünler
yükseliyor anı okyanusunda kalbimin.
Durgun Ayna
Cismimden cismine geçeyim
kül sesimden gül sesine
amber esintine, çorak terimden
kalbimin ilk harfi ol, Lethe
hüznümden lal ufuk sevincine
kan harfi, ışık harfi, su harfi
ölümün bittiği yerdeyim say
cennetimin ilk meleği; Lethe
aşk bu kadar desinler, sürer
iki cihanda o çile adresi, son
nokta, zerre ereği yoktur öteye
masum dün içre mahşerdeyim
kalbimin kılavuzu ol, çöl yıldızı
- Mecnun'u Leyla'ya çıkaran-
büyülü yeşil ateş, bende ol, Lethe
görüntüm kof, sözüm kum artık
harflere küskün aynadır dünya
nefesimden nefesine geçeyim
yalın usumdan gürbüz usuna
berrak tinine buruk tinimden
ezgin biçimden yazgı biçimime
büyülü endişe ırmağı, bende ol
çatlasın ayna, taşsın siyah bent
yeraltının dip cevheri, Lethe
elmas hali ne, altın, zümrüt ne
geçmiş ağır her şeyden; işte
an suyudur içmiş bulunduğum
unutuş iksirin, ah, bu şiire yeter.
Hilmi Haşal.
21 Kasım 2006 Salı
20 Kasım 2006 Pazartesi
Oaxaca - Son Gelişmeler
Oaxaca'dan aldığım son haberler, işlerin iyice karışmakta olduğu yönünde. APPO Üniversitenin ( ve dolayısıyla radyonun ) kontrolünü halen elinde bulunduruyor, PRI hala şehirde; ve hala şehirin kontrolünden uzak.
Indymedia.org'da dezenformasyonun ağababası olduğuna dair genel bir söylem olsa da, Meksika Hükümeti Brad Will'in APPO tarafından tahrik amaçlı vurulduğunda ısrarlı. APPO da hem bununla, hem de kendi içerisindeki bölünmelerle uğraşıyor. Polis baskısı altındaki öğretmenlerin bir kısmı derslere girmek isterken, büyük bir kısım direnme taraftarı.
Oaxaca, bazı yorumlarca 21.yüzyılın ilk ciddi devrim denemesi olarak görülüyor, her ne kadar kan ve barutla bezeli olsa da; tarihin bu acı laboratuarını ilgiyle izliyoruz. Indymedia'daki bu makale, ilginç ve özetleyici bir niteliğe sahip; ilginizi çekiyorsa okuyun.
Ve tabii ki , www.oaxarevolt.org
Kovalasın Seni Tavşanlar !
Kusura bakmayın, biraz hızlı giriyorum ama aşağıda sıfatını görmekte olduğunuz arkadaş bana başka seçenek tanımadı;
Tanıştığınıza eminim, Savaş Ay Türkiye'nin şahsına münhasır kişiliklerinden biri. Yıllar yılı hiç de davet edilmediği halde evlerimizin salonlarına giren; kendi girdiği yetmezmiş gibi Levent Oran, Recep Bülbülses, Zekeriya Beyaz gibi kelimenin tüy kadar hafif manasıyla tuhaf adamları da kollarından çekiştirerek karşımıza diken, kavga ettirip ayılmalarını bayılmalarını sağlayan cevval bir medya neferi kendisi, nefer ama yeni bir nefes olmaktan çok uzak. Daha çok sabaha karşı içilmiş bol sarmısaklı işkembe çorbası benzeri bir tad bırakıyor benim damağımda - tabii yukarıdaki karelerle tavan değerine ulaşan tiksintiyi saymazsak.
Bu zat, yıllar yılı insanların kafalarını "fişşek gibi kürrek gibi" gazlarıyla boş söylemlerle doldurmuş, ipe sapa gelmez konuları sabahlara kadar kavga dövüş tartıştırmış, bundan hızını alamadığı zamanlarda kameramanıyla sokaklara fırlayıp "halkın nabzını tutmak" adı altında önüne her fırlayan egzantrik insana mikrofon uzatmıştı. Günümüzde ekmeğini Nebil Özgentürk'ün - ve kısmen Can Dündar'ın - yemiş olduğunu kabul ettiğimiz insan hikayeleri anlatma martavallarıyla kah bir çiçekçinin, bir sokak çocuğunun, bir seyyar satıcının küçücük kırık dökük dünyalarına destursuz dalarak ilgi çekici laflar alabilmek maksadıyla kıçıyla ve şapkasıyla dağları devirmekten kaçınmamıştı. Kaza yerine ulaştığında yerde yatan yaralıyı dakikalarca kameraya çektirip cüzdanından kimliğine bakmasını da, "Büyü" filminin galasındaki yangına sonradan gelip yüzüne sürdüğü is ile hararetli bir şekilde ropörtajlar yapmasını da kendi gözlerimle görmedim; görüp de bize aktaran sağlam kaynakların yalancısıyım.
Şirazesi az çok belli olan bir arkadaşımız yani, ekmeğini bu yollardan yiyor oluşuna birşey demedik bugüne kadar; yer yer abuk sabuk filmler çekip bize yediğimiz ekmeği de haram etmesine rağmen.
Ama herşeyin bir sınırı, bir istihap haddi var. Yukarıda görmüş olduğunuz bant, rating adı verilen fiktif canavar için kurban edilen bir ruhun son anlarının silik hatırasını taşıyor. Savaş Ay abimiz, Hokkabaz filminin tartışılacağı programda ( adını bilmiyorum, bir kez olsun üşenmeyip de boktan püsürden tartışmalarını izlemedim ) herhalde filmin senaryosunun kendisine ait olduğu savını kuvvetlendirmek için olacak, sahneye bir şapkayla çıkıyor. Biz hayretli gözlerle bakmaktayken, şapkanın içinde olup bitenleri bilmiyoruz tabii.
Yaşasa belki avcılar tarafından vurulacak, köpekler tarafından parçalanacak ya da niyet tavşanı olup görece sefih bir hayat sürecek hayvancağız, artık bu bilgiye Savaş Ay sayesinde vakıf değiliz; bilemiyoruz.
Ama bildiğim birşey var.
Tavşanlar hızlı üremeleriyle nam salmış hayvanlar, ve dünyanın yaratılışından bu yana geçen zamanı gözönüne alırsak, bu dünyadan göçmüş ruhların toplandığı yerde insandan daha çok tavşan olması ihtimali yüksek. Dünya üzerinde nesiller boyu varolmuş bu hayvanlar, kimseye kin tutmadan, nefret dahi bilmeden tamamladıkları hayatlarından sonra yeşil, sulak bir tepede dinleniyor olmalılar.
İste Savaş Ay da, bana kalırsa bu dünyadaki vadesini doldurup da diğer tarafa göçtüğü zaman, kendisine mutlaka "Arkadaşım bir saniye bakar mısın?" denilecek, o tepeye davet edilecektir. O şapka ve o çakmak, o zaman nasıl birer görev sahibi olurlar, o konuda fikirlerimi söylememem daha doğru olur.
Eğer ilahi adalet varsa, bu gerçekleşecek demektir. Ha, bu dünyadaki adaletten bahsedecekseniz; Panter Emel denilen hayvan haklarını savunduğunu iddia eden bayanın da Savaş Ay tarafından üretilmiş bir yarı-mamul olduğunu ekleyebilirim.
Şimdilik, birbirlerini ağırlıyorlar gibi görünüyor yani.
Nereye kadar ??
Tanıştığınıza eminim, Savaş Ay Türkiye'nin şahsına münhasır kişiliklerinden biri. Yıllar yılı hiç de davet edilmediği halde evlerimizin salonlarına giren; kendi girdiği yetmezmiş gibi Levent Oran, Recep Bülbülses, Zekeriya Beyaz gibi kelimenin tüy kadar hafif manasıyla tuhaf adamları da kollarından çekiştirerek karşımıza diken, kavga ettirip ayılmalarını bayılmalarını sağlayan cevval bir medya neferi kendisi, nefer ama yeni bir nefes olmaktan çok uzak. Daha çok sabaha karşı içilmiş bol sarmısaklı işkembe çorbası benzeri bir tad bırakıyor benim damağımda - tabii yukarıdaki karelerle tavan değerine ulaşan tiksintiyi saymazsak.
Bu zat, yıllar yılı insanların kafalarını "fişşek gibi kürrek gibi" gazlarıyla boş söylemlerle doldurmuş, ipe sapa gelmez konuları sabahlara kadar kavga dövüş tartıştırmış, bundan hızını alamadığı zamanlarda kameramanıyla sokaklara fırlayıp "halkın nabzını tutmak" adı altında önüne her fırlayan egzantrik insana mikrofon uzatmıştı. Günümüzde ekmeğini Nebil Özgentürk'ün - ve kısmen Can Dündar'ın - yemiş olduğunu kabul ettiğimiz insan hikayeleri anlatma martavallarıyla kah bir çiçekçinin, bir sokak çocuğunun, bir seyyar satıcının küçücük kırık dökük dünyalarına destursuz dalarak ilgi çekici laflar alabilmek maksadıyla kıçıyla ve şapkasıyla dağları devirmekten kaçınmamıştı. Kaza yerine ulaştığında yerde yatan yaralıyı dakikalarca kameraya çektirip cüzdanından kimliğine bakmasını da, "Büyü" filminin galasındaki yangına sonradan gelip yüzüne sürdüğü is ile hararetli bir şekilde ropörtajlar yapmasını da kendi gözlerimle görmedim; görüp de bize aktaran sağlam kaynakların yalancısıyım.
Şirazesi az çok belli olan bir arkadaşımız yani, ekmeğini bu yollardan yiyor oluşuna birşey demedik bugüne kadar; yer yer abuk sabuk filmler çekip bize yediğimiz ekmeği de haram etmesine rağmen.
Ama herşeyin bir sınırı, bir istihap haddi var. Yukarıda görmüş olduğunuz bant, rating adı verilen fiktif canavar için kurban edilen bir ruhun son anlarının silik hatırasını taşıyor. Savaş Ay abimiz, Hokkabaz filminin tartışılacağı programda ( adını bilmiyorum, bir kez olsun üşenmeyip de boktan püsürden tartışmalarını izlemedim ) herhalde filmin senaryosunun kendisine ait olduğu savını kuvvetlendirmek için olacak, sahneye bir şapkayla çıkıyor. Biz hayretli gözlerle bakmaktayken, şapkanın içinde olup bitenleri bilmiyoruz tabii.
Yaşasa belki avcılar tarafından vurulacak, köpekler tarafından parçalanacak ya da niyet tavşanı olup görece sefih bir hayat sürecek hayvancağız, artık bu bilgiye Savaş Ay sayesinde vakıf değiliz; bilemiyoruz.
Ama bildiğim birşey var.
Tavşanlar hızlı üremeleriyle nam salmış hayvanlar, ve dünyanın yaratılışından bu yana geçen zamanı gözönüne alırsak, bu dünyadan göçmüş ruhların toplandığı yerde insandan daha çok tavşan olması ihtimali yüksek. Dünya üzerinde nesiller boyu varolmuş bu hayvanlar, kimseye kin tutmadan, nefret dahi bilmeden tamamladıkları hayatlarından sonra yeşil, sulak bir tepede dinleniyor olmalılar.
İste Savaş Ay da, bana kalırsa bu dünyadaki vadesini doldurup da diğer tarafa göçtüğü zaman, kendisine mutlaka "Arkadaşım bir saniye bakar mısın?" denilecek, o tepeye davet edilecektir. O şapka ve o çakmak, o zaman nasıl birer görev sahibi olurlar, o konuda fikirlerimi söylememem daha doğru olur.
Eğer ilahi adalet varsa, bu gerçekleşecek demektir. Ha, bu dünyadaki adaletten bahsedecekseniz; Panter Emel denilen hayvan haklarını savunduğunu iddia eden bayanın da Savaş Ay tarafından üretilmiş bir yarı-mamul olduğunu ekleyebilirim.
Şimdilik, birbirlerini ağırlıyorlar gibi görünüyor yani.
Nereye kadar ??
14 Kasım 2006 Salı
Beta Yayınevi !
Konuyu uzatmayacağım, Ideefixe.com'dan Temel Analiz üzerine bir kitap aldım, ve kitaptan hiç mi hiç memnun kalmamam sonucunda aşağıdaki mailde görülebilecek sıkıntılarımı yayıncı kuruluş olan Beta Kitap'a bildirdim.
Bugün itibariyla maili göndermemin üzerinden tam iki ay, gönderdiğim mailin kuruluş tarafından okunmasının üzerinden bir ay yirmidokuz gün geçti. Eğer bir cevap alabilirsem, onu da burada yayınlayacağım; ama şimdilik ortada sadece benim şikayetim var;
"Merhabalar;
Bundan yaklaşık bir ay önce, ideefixe.com'dan Dr. Aydın Uyar'ın yayıneviniz tarafından basılmış Temel Analiz - Bilanço Okuma Teknikleri isimli kitabını aldım. Amacım, böylesine sıkıcı görünen bir konuda okumaya niyetlenebilmiş her insan gibi, bilgi sahibi olabilmekti.
Ne yazık ki, sözkonusu kitap bilgi sahibi yapmayı bir kenara bırakın, kariyerimin geri kalan kısmını Temel Analiz kavramından uzakta geçirebilmek için herşeyi yaptırabilecek kadar gereksiz bir yayın çıktı.
2001 yılında basılmış ve günümüz ekonomik dinamiklerinin büyük bir çoğunluğunu içermemekte olan bir kitabın yeni basıma hazırlanmamış haliyle hala satışta olmasını bir kenara bırakalım;
Yatırımcıları bu konularda bilgilendirmek maksadıyla sade ve günlük konuşma diliyle yazılmış olmasını, bu açıdan bakınca da yer yer fazlasıyla sığ, eksik, temellendirilmemiş bilgiler içermesini de hoşgörelim. (Ki bu konular insanlara hap benzeri sadece aynen kullanıldığı zaman faydalı olabileceği lanse edilerek açıklanamaz düşünceme göre, bu da ayrı bir tartışma konusu.)
Penguenlerin çiftleşme dönemleri gibi afaki konularda belki kullanılabilecek ama; Temel Analiz gibi bilimsel bir konu üzerine açıklama getirilirken "Yapılan çalışmalar sonucu bu tekniği kullanıcıların yarısı verimli buldu." şeklinde gökten meleklerce indirilmiş gibi duran dipnotlarla ( dipnot derken ne kadar acı çektiğimi tahmin ediyor olmalısınız, bu şekilde tez hazırlama kurallarına bile uymayan notlara dipnot ve kaynakça demek, basmış olduğunuz esere bilimsel kitap demeye benzemekte) işin kotarılmaya çalışılmasını da gözardı edelim.
Kitap, okuyucuya biraz bile saygısı olan bir editör tarafından hiç mi redakte edilmemiş acaba ? "Teknik" yazmak yerine konulan bir "k" harfinden bizim bu sonuca varmamız çok zor olmuyor ama, bu kitabı okurken böylesine bir zihin jimnastiğine ihtiyac duyarak almadığım geliyor aklıma sık sık. Yabancılaşıyorum, Dr. Aydın Uyar'ın yazdıklarından biraz olsun feyz almak yerine Sudoku ve Kare bulmaca çözüyormuşum gibi hissediyorum.
Sayfa başına üç, bilemediniz beş yazım ve dizim hatası, kendi alanında bir ilk olabilir. Bu konunun üzerine giderseniz, rekora imza atmış bir kitabınız olduğunu farkedeceksinizdir.
Sonuçta; üzgünüm, hayal kırıklığına uğradım, kendimi aldatılmış hissediyorum. Eğer şirketiniz için bu bir gurur meselesi olmayacaksa, kitabınıza ödediğim paranın iade edilmesini istiyorum. Okurken çektiğim manevi acıları sözkonusu yapmamam, iyi niyetli olduğunuzu düşünmemden geliyor, bunu da söylemek isterim.
Bana yardımcı olacağınız için şimdiden teşekkürler;
İyi çalışmalar. Bereket versin. "
Bugün itibariyla maili göndermemin üzerinden tam iki ay, gönderdiğim mailin kuruluş tarafından okunmasının üzerinden bir ay yirmidokuz gün geçti. Eğer bir cevap alabilirsem, onu da burada yayınlayacağım; ama şimdilik ortada sadece benim şikayetim var;
"Merhabalar;
Bundan yaklaşık bir ay önce, ideefixe.com'dan Dr. Aydın Uyar'ın yayıneviniz tarafından basılmış Temel Analiz - Bilanço Okuma Teknikleri isimli kitabını aldım. Amacım, böylesine sıkıcı görünen bir konuda okumaya niyetlenebilmiş her insan gibi, bilgi sahibi olabilmekti.
Ne yazık ki, sözkonusu kitap bilgi sahibi yapmayı bir kenara bırakın, kariyerimin geri kalan kısmını Temel Analiz kavramından uzakta geçirebilmek için herşeyi yaptırabilecek kadar gereksiz bir yayın çıktı.
2001 yılında basılmış ve günümüz ekonomik dinamiklerinin büyük bir çoğunluğunu içermemekte olan bir kitabın yeni basıma hazırlanmamış haliyle hala satışta olmasını bir kenara bırakalım;
Yatırımcıları bu konularda bilgilendirmek maksadıyla sade ve günlük konuşma diliyle yazılmış olmasını, bu açıdan bakınca da yer yer fazlasıyla sığ, eksik, temellendirilmemiş bilgiler içermesini de hoşgörelim. (Ki bu konular insanlara hap benzeri sadece aynen kullanıldığı zaman faydalı olabileceği lanse edilerek açıklanamaz düşünceme göre, bu da ayrı bir tartışma konusu.)
Penguenlerin çiftleşme dönemleri gibi afaki konularda belki kullanılabilecek ama; Temel Analiz gibi bilimsel bir konu üzerine açıklama getirilirken "Yapılan çalışmalar sonucu bu tekniği kullanıcıların yarısı verimli buldu." şeklinde gökten meleklerce indirilmiş gibi duran dipnotlarla ( dipnot derken ne kadar acı çektiğimi tahmin ediyor olmalısınız, bu şekilde tez hazırlama kurallarına bile uymayan notlara dipnot ve kaynakça demek, basmış olduğunuz esere bilimsel kitap demeye benzemekte) işin kotarılmaya çalışılmasını da gözardı edelim.
Kitap, okuyucuya biraz bile saygısı olan bir editör tarafından hiç mi redakte edilmemiş acaba ? "Teknik" yazmak yerine konulan bir "k" harfinden bizim bu sonuca varmamız çok zor olmuyor ama, bu kitabı okurken böylesine bir zihin jimnastiğine ihtiyac duyarak almadığım geliyor aklıma sık sık. Yabancılaşıyorum, Dr. Aydın Uyar'ın yazdıklarından biraz olsun feyz almak yerine Sudoku ve Kare bulmaca çözüyormuşum gibi hissediyorum.
Sayfa başına üç, bilemediniz beş yazım ve dizim hatası, kendi alanında bir ilk olabilir. Bu konunun üzerine giderseniz, rekora imza atmış bir kitabınız olduğunu farkedeceksinizdir.
Sonuçta; üzgünüm, hayal kırıklığına uğradım, kendimi aldatılmış hissediyorum. Eğer şirketiniz için bu bir gurur meselesi olmayacaksa, kitabınıza ödediğim paranın iade edilmesini istiyorum. Okurken çektiğim manevi acıları sözkonusu yapmamam, iyi niyetli olduğunuzu düşünmemden geliyor, bunu da söylemek isterim.
Bana yardımcı olacağınız için şimdiden teşekkürler;
İyi çalışmalar. Bereket versin. "
12 Kasım 2006 Pazar
Şimdi onu ilk ne zaman gördüğümü hatırlayabiliyorum.
Uzun bir yolculuğun sondan birkaç önceki aşamalarından birini yeni bitirmiş, sakin bir tepede sırtımı bir ağaca yaslamış dinleniyordum. Aslında sırtını yaslayananın ben mi, yoksa ağaç mı olduğunu hiç anlayamadım. Neticede, o an ikimiz de dinleniyorduk; ben ve ağaç. Önemli olan da bu sanırım, kimin ilk dinlenmeye başladığı değil.
Yıldızlar görünmüyordu, tuhaf; oysa gökyüzüne yakın noktalardan daha rahat izlenebildiklerini duymuştum. Gözlerimi alamayacağım, kainatın bir kadının gülümseyişi gibi basit olduğu kadar da karmaşık olan düzeniyle sıralanmış yıldız kümelerine bakarken, etrafımı kaplayacak olan sisin farkına varamayacağımı; böylelikle de bana saldırma fikrini hayata geçirecek ilk vahşi hayvanın gelişini hissedemeyeceğimi düşünerek diktim gözlerimi gökyüzüne, ama nafile. Anlaşılan tanrı; bu gece yıldızları sadece kendi izlemek istiyordu. O an , istediği bir başka şeyin de bir gece daha hayatta kalmam olduğunu anladım.
Yıldızlar görünmezken, bu bölgenin dilden dile anlatılan efsanesi halini almış vahşi hayvan barınağı sis ortaya çıkıp etrafımı sarmamakta ısrar ederken, varoluş amacını gerçekleştirmemekte ısrarcı olan bir başka varlığı; dördüncü denememde yanmayan ıslak sigaramı yere fırlattım. Küfür ettim, ama sigaraya mı, onu ıslatan yağmura mı, yoksa benimle birlikte sigara ve yağmuru bu çamur dünyasına sokan gerçekliğe mi; o kısmını net hatırlayamıyorum. Yaradılış büyük bir ironiden ibaret olabilir; tamam, bunu kabul ediyorum, ama ıslak bir sigara hiçbir zaman ironik değildir, sadece sinir bozucu olabilir. Sigara da bu can sıkıcı durumu anlamış olacak ki, kendini yuvarlayarak yerdeki yapraklardan birinin altına girdi.
Tüm zerrelerimize işlemiş utanç, bize belki de şah damarımızdan daha yakın olan tek duygu. Sevgilimize onu sevmedigimizi söylerken, eşimizi aldatırken, işkence yaptığımız düşmanımızın eline sigara söndürürken, çocuğumuzun geleceğini kumarda kaybedip bir fahişenin karşısında iç çamaşırlarımızı çıkartırken zaman zaman utanırız, ki bunun sürekli değil de zaman zaman olması; kanımca ilk insanın yaratılışından itibaren aradan geçen zamanla ilişkili. Herşey değişiyor, telefonların kabloları ortadan kaybolurken, ev yaptığımız malzemeler hem daha dayanıklı hem de daha çürük olmaya başlamışken, yavaş yavaş damarlarımızda kanla beraber dolaşan utancı da silip atıyoruz.
Yağmur hepimizin üzerine yağmakta, eskiden arındırdığına, sakinleştirdiğine inanılan yağmur; sonsuz ve pis bir kuyudan sızan kanalizasyon gibi üzerimize yapışıyor, hissizleşiyor, ne istediğimizi bilemiyoruz. Daha fazlası , daha fazla zevk, daha fazla hayat, daha fazla gün, daha fazla güneş istiyoruz; elimize ise, daha fazla karanlıktan başka birşey geçmiyor.
Yağmur aynı anda benim de, ağacın da üzerine yağmaya başlamıştı. Onun pek rahatsız olduğu söylenemez, rahatsızlığı bir kenara bırakın keyif alıyor bile olabilir. Yapraklarını hafifçe salladı, bu esnada üzerime düşen birkaç tanesi için özür dilercesine yağmuru benim için tutuyordu, ıslanan tek bölgem olan bacaklarımı da karnıma çektiğimde, durumumu daha net farkettim.
Ormanda, sırtımı bir ağaca yaslamış vaziyetteyim, ve yalnızım. Yıldızlar görünmüyor, ve son sigaram ıslanmış olmanın verdiği bir utançla sarı bir yaprağın altına saklanıyor.
Onu ilk o gece mi görmüştüm ? Artık çok emin değilim..
Uzun bir yolculuğun sondan birkaç önceki aşamalarından birini yeni bitirmiş, sakin bir tepede sırtımı bir ağaca yaslamış dinleniyordum. Aslında sırtını yaslayananın ben mi, yoksa ağaç mı olduğunu hiç anlayamadım. Neticede, o an ikimiz de dinleniyorduk; ben ve ağaç. Önemli olan da bu sanırım, kimin ilk dinlenmeye başladığı değil.
Yıldızlar görünmüyordu, tuhaf; oysa gökyüzüne yakın noktalardan daha rahat izlenebildiklerini duymuştum. Gözlerimi alamayacağım, kainatın bir kadının gülümseyişi gibi basit olduğu kadar da karmaşık olan düzeniyle sıralanmış yıldız kümelerine bakarken, etrafımı kaplayacak olan sisin farkına varamayacağımı; böylelikle de bana saldırma fikrini hayata geçirecek ilk vahşi hayvanın gelişini hissedemeyeceğimi düşünerek diktim gözlerimi gökyüzüne, ama nafile. Anlaşılan tanrı; bu gece yıldızları sadece kendi izlemek istiyordu. O an , istediği bir başka şeyin de bir gece daha hayatta kalmam olduğunu anladım.
Yıldızlar görünmezken, bu bölgenin dilden dile anlatılan efsanesi halini almış vahşi hayvan barınağı sis ortaya çıkıp etrafımı sarmamakta ısrar ederken, varoluş amacını gerçekleştirmemekte ısrarcı olan bir başka varlığı; dördüncü denememde yanmayan ıslak sigaramı yere fırlattım. Küfür ettim, ama sigaraya mı, onu ıslatan yağmura mı, yoksa benimle birlikte sigara ve yağmuru bu çamur dünyasına sokan gerçekliğe mi; o kısmını net hatırlayamıyorum. Yaradılış büyük bir ironiden ibaret olabilir; tamam, bunu kabul ediyorum, ama ıslak bir sigara hiçbir zaman ironik değildir, sadece sinir bozucu olabilir. Sigara da bu can sıkıcı durumu anlamış olacak ki, kendini yuvarlayarak yerdeki yapraklardan birinin altına girdi.
Tüm zerrelerimize işlemiş utanç, bize belki de şah damarımızdan daha yakın olan tek duygu. Sevgilimize onu sevmedigimizi söylerken, eşimizi aldatırken, işkence yaptığımız düşmanımızın eline sigara söndürürken, çocuğumuzun geleceğini kumarda kaybedip bir fahişenin karşısında iç çamaşırlarımızı çıkartırken zaman zaman utanırız, ki bunun sürekli değil de zaman zaman olması; kanımca ilk insanın yaratılışından itibaren aradan geçen zamanla ilişkili. Herşey değişiyor, telefonların kabloları ortadan kaybolurken, ev yaptığımız malzemeler hem daha dayanıklı hem de daha çürük olmaya başlamışken, yavaş yavaş damarlarımızda kanla beraber dolaşan utancı da silip atıyoruz.
Yağmur hepimizin üzerine yağmakta, eskiden arındırdığına, sakinleştirdiğine inanılan yağmur; sonsuz ve pis bir kuyudan sızan kanalizasyon gibi üzerimize yapışıyor, hissizleşiyor, ne istediğimizi bilemiyoruz. Daha fazlası , daha fazla zevk, daha fazla hayat, daha fazla gün, daha fazla güneş istiyoruz; elimize ise, daha fazla karanlıktan başka birşey geçmiyor.
Yağmur aynı anda benim de, ağacın da üzerine yağmaya başlamıştı. Onun pek rahatsız olduğu söylenemez, rahatsızlığı bir kenara bırakın keyif alıyor bile olabilir. Yapraklarını hafifçe salladı, bu esnada üzerime düşen birkaç tanesi için özür dilercesine yağmuru benim için tutuyordu, ıslanan tek bölgem olan bacaklarımı da karnıma çektiğimde, durumumu daha net farkettim.
Ormanda, sırtımı bir ağaca yaslamış vaziyetteyim, ve yalnızım. Yıldızlar görünmüyor, ve son sigaram ıslanmış olmanın verdiği bir utançla sarı bir yaprağın altına saklanıyor.
Onu ilk o gece mi görmüştüm ? Artık çok emin değilim..
6 Kasım 2006 Pazartesi
Karanlığa doğru attığınız her adım, sizi doğal olarak aydınlıktan biraz daha uzaklaştıracaktır. Günbatımını arkanıza alıp çorak topraklardan yeşil çayırlara koştuğunuz günlerin geride kaldığını farkedersiniz, artık hikmetini kimsenin sorgulamadığı bir gri hakimdir dünyanıza.
Dönüp duruyoruz aslında, hiç durmadan, yorulmadan dönüp duruyoruz. Düşünmeden, korkarak, ellerimizi yumruk yapip avucumuzdaki çakıl taşlarını düşürmemeye çalışarak, biz koşarken kollarımızı kesen çalıların üzerine damlalar halinde varoluşumuzun özünü bırakarak. Kafamızı bir santimetre bile kaldırmadan yere çakarak, çimenlerin yerini yavaş yavaş toprağa bırakmakta olduğuna şaşırmayarak koşuyoruz.
Çarptığımızda ise artık çok geç oluyor, dudaklarımızı ısırarak bakışlarımızı hafifçe yükselttiğimizde ya bizden daha kadim olduğu aşikar bir kaya, ya da dünyayı varolmaktan nefret edecek kadar yakından tanımış bir melekle karşılaşıyoruz. Bu ikisi arasında tercih yapma şansım olsaydı kayayı seçerdim emin olun; kırık bir burun kırık bir kalpten, erimekte olan, insanların ellerinde yoğurulmaktan sıkılmış bir yürekten her zaman daha iyidir.
Kaderin önlenemez ve bir o kadar ironik bir hamlesi sonucunda, her zaman olduğu gibi benim karşıma melek çıktı tabii ki.
Ne kanatlarını kaldırmaya dermanı vardı, ne de öfkeli bakışlarını tekrardan yere indirebilmeye. Dikkatle baktığınızda dökülmekte olan yaldızın altından hırpalanmış ruhunu görebiliyordunuz. Bunun getirdiği en önemli his ise, ( ağzınıza yerleşen pas tadı dışında tabii ) çektiği acının kaynağını bulmak için derisinin, kemiklerinin altına bir bakışta dalmak zorunda kaldığınızı hissetmeniz oluyordu.
Dönüp durduğumuzu biliyor muydu ? Tüm dünyaya yabancılaştığı, hayatının anlamını kovalarken kendini kaybettiği noktada; kulağına eğilip "İkimiz de, herkes gibi boşluktayız" demek için nasıl bir cesaret gerekiyordu ? Varolmuş, varolmakta olan ve varolacak tüm kulakları sağır edecek biçimde "Çık içinden!" diye bağırabilmek için, fazlasıyla acımasız olmak mı , yoksa dokunduğu teni sıcak bir kılıçtan daha vahşice parçalayan yumuşak bir dokunuş kadar duyarlı mı olmak gerekiyordu ?
Ben de böyle bakarken, onun karşısında ezilip bükülmeden ayakta durmaya çalışırken farkettim; aslında düşmekte olduğumu. Aslında düşmekte olduğumuzu. Sorun şu ki, düşen biz değildik; Dünya yükseliyordu.
Hem de büyük bir hızla.
Etrafınızda bugüne kadar sahip olduğunuz tüm hisler, tüm eşyalar, tüm insanlar, en koyu siyah nefretler çıldırmışcasına dönerek sizden kopmaya çalışırken hareket halindeki maddenin dinamikleri üzerine kafa yorabilmek zor tabii ki, neredeyse bir anlığına onu elimden kaçırıyor olmamı kendi beceriksizliğime değil; bu zor çevre şartlarına bağlıyorum.
Hata neydi peki ? Neden kulağına fısıldamakla bağırmak arasında seçim yapmaya çalışırken, o çoktan bakışlarını farklı yerlere çevirmişti ?
Dönüp duruyoruz aslında, hiç durmadan, yorulmadan dönüp duruyoruz. Düşünmeden, korkarak, ellerimizi yumruk yapip avucumuzdaki çakıl taşlarını düşürmemeye çalışarak, biz koşarken kollarımızı kesen çalıların üzerine damlalar halinde varoluşumuzun özünü bırakarak. Kafamızı bir santimetre bile kaldırmadan yere çakarak, çimenlerin yerini yavaş yavaş toprağa bırakmakta olduğuna şaşırmayarak koşuyoruz.
Çarptığımızda ise artık çok geç oluyor, dudaklarımızı ısırarak bakışlarımızı hafifçe yükselttiğimizde ya bizden daha kadim olduğu aşikar bir kaya, ya da dünyayı varolmaktan nefret edecek kadar yakından tanımış bir melekle karşılaşıyoruz. Bu ikisi arasında tercih yapma şansım olsaydı kayayı seçerdim emin olun; kırık bir burun kırık bir kalpten, erimekte olan, insanların ellerinde yoğurulmaktan sıkılmış bir yürekten her zaman daha iyidir.
Kaderin önlenemez ve bir o kadar ironik bir hamlesi sonucunda, her zaman olduğu gibi benim karşıma melek çıktı tabii ki.
Ne kanatlarını kaldırmaya dermanı vardı, ne de öfkeli bakışlarını tekrardan yere indirebilmeye. Dikkatle baktığınızda dökülmekte olan yaldızın altından hırpalanmış ruhunu görebiliyordunuz. Bunun getirdiği en önemli his ise, ( ağzınıza yerleşen pas tadı dışında tabii ) çektiği acının kaynağını bulmak için derisinin, kemiklerinin altına bir bakışta dalmak zorunda kaldığınızı hissetmeniz oluyordu.
Dönüp durduğumuzu biliyor muydu ? Tüm dünyaya yabancılaştığı, hayatının anlamını kovalarken kendini kaybettiği noktada; kulağına eğilip "İkimiz de, herkes gibi boşluktayız" demek için nasıl bir cesaret gerekiyordu ? Varolmuş, varolmakta olan ve varolacak tüm kulakları sağır edecek biçimde "Çık içinden!" diye bağırabilmek için, fazlasıyla acımasız olmak mı , yoksa dokunduğu teni sıcak bir kılıçtan daha vahşice parçalayan yumuşak bir dokunuş kadar duyarlı mı olmak gerekiyordu ?
Ben de böyle bakarken, onun karşısında ezilip bükülmeden ayakta durmaya çalışırken farkettim; aslında düşmekte olduğumu. Aslında düşmekte olduğumuzu. Sorun şu ki, düşen biz değildik; Dünya yükseliyordu.
Hem de büyük bir hızla.
Etrafınızda bugüne kadar sahip olduğunuz tüm hisler, tüm eşyalar, tüm insanlar, en koyu siyah nefretler çıldırmışcasına dönerek sizden kopmaya çalışırken hareket halindeki maddenin dinamikleri üzerine kafa yorabilmek zor tabii ki, neredeyse bir anlığına onu elimden kaçırıyor olmamı kendi beceriksizliğime değil; bu zor çevre şartlarına bağlıyorum.
Hata neydi peki ? Neden kulağına fısıldamakla bağırmak arasında seçim yapmaya çalışırken, o çoktan bakışlarını farklı yerlere çevirmişti ?
5 Kasım 2006 Pazar
Tekrar selamlar herkese. Gundemimize soyle bir bakalim, etrafimda neler donuyor, bugünlerde kendime atmosfer olarak bu eski gezegenden hangi sedaları seçiyorum;
Oaxaca'yi hep beraber izliyoruz, bu olay günden güne çok değişik boyutlara doğru ilerlese de, yaşadığımız çağı daha serinkanlı değerlendirmek zorunda kalacağımızı bize bir kez daha hatırlatması açısından önemli. "Vendetta"'da High Chancellor Sutler, "Bize neden ihtiyaçları olduğunu hatırlamalarını sağlayın" diyordu, devlet aygıtları sanırım uluslararası toplumun ( belki ) asimetrik olarak yeniden inşa edilme ihtimali karşısında bu ve benzeri ihtimalleri değerlendirmeye almak zorunda kalabilir. Bana göre bu, mezarlarının daha derin kazılmasına yol açacak hamlelerden sadece biri olarak tarihe geçecektir. Yine "Vendetta"da geçtiği gibi; "Halk devletten değil, devlet halktan korkmalıdır." Bu olay, bana Indymedia hakkında daha fazla düşünebilme fırsatı da verdi. Herkesin haber gönderebilmesine açık bir oluşum, ülkemiz versiyonunda nasıl sanal bir küfürname halini alabiliyor da, diğer bürolarda bu durumla karşılaşmıyoruz ?
Salı günü ABD'de boşalan koltuklar için ara mahiyette bir seçim yapılacak , NYTimes'dan takip edebildiğim kadarıyla Demokratlar'ın ezici bir galibiyeti kimseyi pek şaşırtmayacak gibi. Göreve gelecek Demokrat adayların birçoğunun Temsilciler Meclisi üyelikleri başlar başlamaz Irak'tan çekilme için tasarı üretileceğini işaret etmeleri; böyle bir olaya pek ihtimal vermesem de dikkat çekici. Neticede görev başına gelindiğinde artık umursanan şey idealler ya da Şehit aileleri değil, devlet mekanizmasında kabul gördüğü haliyle ABD çıkarları olacaktır. Hem bu boku yiyen, hem de kepçesini yanında taşıyan bir devlet olarak Amerika, Bush yönetiminin reklam kampanyasının bir parçası olarak görülebilecek biçimde bir süratle bugün Saddam Huseyin'in idam cezasına çarpıldığını duyurdu mesela, bu da ilginç bir haber. Şer ekseni, jeostrateji, önleyici darbe gibi kavramları gözardı edecek olursanız; etrafa zarar vermekte olduğunuz için gecenin bir vakti bir grup haydutun evinizi basması, ailenizi öldürüp çocuklarınıza tecavüz etmesi, sizi de tavandaki avizeye asması; böyle bir adalet anlayışı bırakın Evangelistleri Eski Ahit'in tanrısını bile rahatsız ederdi herhalde.
17 Kasım Cuma günü MTV Türkiye Lansman partisi varmış , katılan gruplar ironik ve komik, Pussycat Dolls'un Headliner olduğu ( :) ) şenlikte Ogün Sanlısoy, 110, Athena, Hayko Cepkin, Sertap Erener, Teoman, Redd gibi Türk Büyükleri yer almakta. Bunlar içinde en dikkat çekici olansa Mor ve Ötesi'nin performansı olacak. Hayır, başta Harun Tekin olmak üzere bu arkadaşlar Şirket mirket tanımıyorlar ya, umarım MTV'den alacakları parayı da koyacak yer bulamayacaklardır. Harun kardeşime buradan saygılarımı hayret dolu gözlerle yolluyorum, neredeeen nereye değil mi, bir zamanlar çıkıp Siyaset Meydanı'nda anlamını bilmediğin kelimelerle cümleler kurmak , acaba "Benim küçük sevgilim" şeklinde şarkı söylemekten daha mı kolaydı?
TBL'den bu sene çok mutlu ve umutluyum, Fenerbahçe Ülker vak'asını bir kenara bırakırsak ( ki hala yenilebilir bir takım olduklarına - ve yüksek ihtimal şampiyon olacaklarına inanıyorum ) başa güreşebilecek takım sayısı gitgide artıyor. Belki bunda ligden Ülker'in çekilmiş olmasının ( Alpella'yı saymıyorum doğal olarak ) ve Efes'in geçen yılki performansından bile geride olmasının etkisi var, ama yine de Türk Telekom, Galatasaray, Beşiktaş, Banvit gibi takımları ciddiye alınması gereken mücadeleler gösterdikleri için takdir ediyorum. Türk Telekom bu hafta Efes'i çok güzel bir oyunla üst düzey basketbol oynayarak yendi, Jagla ve Dudley fazlasıyla dikkat çekici oyuncular. Muratcan'ı da atlamamalıyım, gerçekten takımının ona ihtiyaç duyacağı dakikalarda topu nasıl taşıyacağını biliyor. Bir tek Tutku'yu anlayamıyorum Telekom'da, hem ne yapmaya çalıştığını, hem de neden hala üst sıralara oynayan bir takımda yer aldığını. İlk sorumu kendisi, ikinci sorumu da Telekom yönetimi uzerlerine alınabilirler.
Geçen hafta da Beşiktaş'a yenilmiş olan Efes'te işlerin biraz daha karışacağına inaniyorum. Düşmekte olan performans sonrasında Oktay Mahmuti'nin yıllardır asla sorgulanmamış olan kırıcı otoritesi masaya yatırılır mı , bilinmez tabii. Haa, bir de Galatasaray'a 21 sayı fark atmış olan CASA Ted Kolejliler var, bu takımı bu yıl hic izlemedigimi için birşey söylemekten kaçınıyorum, ama Galatasaray önceki haftalardan beğenerek ( en azından oyun kurucuları oynamak için Aubrey Reese gibi okşanmak istemiyor ) izlediğim takımlardan biriydi.
Euroleague'de de bu hafta guzel geçecek , Efes Pilsen Perşembe akşamı Saat 20:15'te ( yanılmıyorsam tabii, yayıncı kuruluş SkyTurk'ten bu konuyla ilgili bilgi alabilmek zor ) bir alt sırada kendisini takip eden Le Mans'la oynayacak , 23 sayı ve 7.5 ribaund ortalamayla oynayan Eric Campbell efes uzunları karşısında neler yapacak göreceğiz. Euroleague'in en bahtsız, en bedevi, en istikbali rakı sofralarında tartışılası takımı Fenerbahçe ise Çarşamba akşamı aynı saatte Benetton'u kovalıyor olacak. bu sefer kötü talihlerini çevirerek Benetton'u yenmelerini bekliyorum. Lütfen.
Oaxaca'yi hep beraber izliyoruz, bu olay günden güne çok değişik boyutlara doğru ilerlese de, yaşadığımız çağı daha serinkanlı değerlendirmek zorunda kalacağımızı bize bir kez daha hatırlatması açısından önemli. "Vendetta"'da High Chancellor Sutler, "Bize neden ihtiyaçları olduğunu hatırlamalarını sağlayın" diyordu, devlet aygıtları sanırım uluslararası toplumun ( belki ) asimetrik olarak yeniden inşa edilme ihtimali karşısında bu ve benzeri ihtimalleri değerlendirmeye almak zorunda kalabilir. Bana göre bu, mezarlarının daha derin kazılmasına yol açacak hamlelerden sadece biri olarak tarihe geçecektir. Yine "Vendetta"da geçtiği gibi; "Halk devletten değil, devlet halktan korkmalıdır." Bu olay, bana Indymedia hakkında daha fazla düşünebilme fırsatı da verdi. Herkesin haber gönderebilmesine açık bir oluşum, ülkemiz versiyonunda nasıl sanal bir küfürname halini alabiliyor da, diğer bürolarda bu durumla karşılaşmıyoruz ?
Salı günü ABD'de boşalan koltuklar için ara mahiyette bir seçim yapılacak , NYTimes'dan takip edebildiğim kadarıyla Demokratlar'ın ezici bir galibiyeti kimseyi pek şaşırtmayacak gibi. Göreve gelecek Demokrat adayların birçoğunun Temsilciler Meclisi üyelikleri başlar başlamaz Irak'tan çekilme için tasarı üretileceğini işaret etmeleri; böyle bir olaya pek ihtimal vermesem de dikkat çekici. Neticede görev başına gelindiğinde artık umursanan şey idealler ya da Şehit aileleri değil, devlet mekanizmasında kabul gördüğü haliyle ABD çıkarları olacaktır. Hem bu boku yiyen, hem de kepçesini yanında taşıyan bir devlet olarak Amerika, Bush yönetiminin reklam kampanyasının bir parçası olarak görülebilecek biçimde bir süratle bugün Saddam Huseyin'in idam cezasına çarpıldığını duyurdu mesela, bu da ilginç bir haber. Şer ekseni, jeostrateji, önleyici darbe gibi kavramları gözardı edecek olursanız; etrafa zarar vermekte olduğunuz için gecenin bir vakti bir grup haydutun evinizi basması, ailenizi öldürüp çocuklarınıza tecavüz etmesi, sizi de tavandaki avizeye asması; böyle bir adalet anlayışı bırakın Evangelistleri Eski Ahit'in tanrısını bile rahatsız ederdi herhalde.
17 Kasım Cuma günü MTV Türkiye Lansman partisi varmış , katılan gruplar ironik ve komik, Pussycat Dolls'un Headliner olduğu ( :) ) şenlikte Ogün Sanlısoy, 110, Athena, Hayko Cepkin, Sertap Erener, Teoman, Redd gibi Türk Büyükleri yer almakta. Bunlar içinde en dikkat çekici olansa Mor ve Ötesi'nin performansı olacak. Hayır, başta Harun Tekin olmak üzere bu arkadaşlar Şirket mirket tanımıyorlar ya, umarım MTV'den alacakları parayı da koyacak yer bulamayacaklardır. Harun kardeşime buradan saygılarımı hayret dolu gözlerle yolluyorum, neredeeen nereye değil mi, bir zamanlar çıkıp Siyaset Meydanı'nda anlamını bilmediğin kelimelerle cümleler kurmak , acaba "Benim küçük sevgilim" şeklinde şarkı söylemekten daha mı kolaydı?
TBL'den bu sene çok mutlu ve umutluyum, Fenerbahçe Ülker vak'asını bir kenara bırakırsak ( ki hala yenilebilir bir takım olduklarına - ve yüksek ihtimal şampiyon olacaklarına inanıyorum ) başa güreşebilecek takım sayısı gitgide artıyor. Belki bunda ligden Ülker'in çekilmiş olmasının ( Alpella'yı saymıyorum doğal olarak ) ve Efes'in geçen yılki performansından bile geride olmasının etkisi var, ama yine de Türk Telekom, Galatasaray, Beşiktaş, Banvit gibi takımları ciddiye alınması gereken mücadeleler gösterdikleri için takdir ediyorum. Türk Telekom bu hafta Efes'i çok güzel bir oyunla üst düzey basketbol oynayarak yendi, Jagla ve Dudley fazlasıyla dikkat çekici oyuncular. Muratcan'ı da atlamamalıyım, gerçekten takımının ona ihtiyaç duyacağı dakikalarda topu nasıl taşıyacağını biliyor. Bir tek Tutku'yu anlayamıyorum Telekom'da, hem ne yapmaya çalıştığını, hem de neden hala üst sıralara oynayan bir takımda yer aldığını. İlk sorumu kendisi, ikinci sorumu da Telekom yönetimi uzerlerine alınabilirler.
Geçen hafta da Beşiktaş'a yenilmiş olan Efes'te işlerin biraz daha karışacağına inaniyorum. Düşmekte olan performans sonrasında Oktay Mahmuti'nin yıllardır asla sorgulanmamış olan kırıcı otoritesi masaya yatırılır mı , bilinmez tabii. Haa, bir de Galatasaray'a 21 sayı fark atmış olan CASA Ted Kolejliler var, bu takımı bu yıl hic izlemedigimi için birşey söylemekten kaçınıyorum, ama Galatasaray önceki haftalardan beğenerek ( en azından oyun kurucuları oynamak için Aubrey Reese gibi okşanmak istemiyor ) izlediğim takımlardan biriydi.
Euroleague'de de bu hafta guzel geçecek , Efes Pilsen Perşembe akşamı Saat 20:15'te ( yanılmıyorsam tabii, yayıncı kuruluş SkyTurk'ten bu konuyla ilgili bilgi alabilmek zor ) bir alt sırada kendisini takip eden Le Mans'la oynayacak , 23 sayı ve 7.5 ribaund ortalamayla oynayan Eric Campbell efes uzunları karşısında neler yapacak göreceğiz. Euroleague'in en bahtsız, en bedevi, en istikbali rakı sofralarında tartışılası takımı Fenerbahçe ise Çarşamba akşamı aynı saatte Benetton'u kovalıyor olacak. bu sefer kötü talihlerini çevirerek Benetton'u yenmelerini bekliyorum. Lütfen.
4 Kasım 2006 Cumartesi
Oaxaca'da neler oluyor ??
Haberi olan var mi ?
Duydunuz mu, hala dayaniyorlar mi ? Atese tasla, gozu kavuran; cigerleri soken gazlara hic durmayacakmis gibi atan yurekleriyle karsilik veriyorlar mi bugun de ?
İnsanlar oluyor arkadaslar, bildiginiz oluyorlar yani Counter Strike degil bu. Mor isikta cozurdayan sinekler gibi birer birer dusuyorlar.
Oaxacarevolt.org'dan alabildigim son iki haber tuyleri diken diken ediyor;
"2006-11-02 16:19:50: Radio update
Report by Nancy Davies
Now at 3:00, after broadcasting that the helicopters have been firing tear gas indiscriminately into neighborhoods, the radio suddenly announces that the PFP is surrounded. The APPO refuses to release them
Then we hear that the explosions are savage firing from helicopters. Houses are on fire in colonias. Then we hear that the APPO demands a total withdrawal and the resignation of URO. Seven are said to be wounded, a boy gravely.
PRI porros gathered in front of the radio station--which was not invaded, I think because of the national outcry- the porros are provoking the movement supporters. I can hear a helicopter right now circling overhead in center. We are close to Santo Domingo and the APPO may have called for retaking the zocalo -- .
Seven people were arrested in Cinco Señores, and the APPO demands their release. Many wounded, including women and chidlren.
This is the Battle of Oaxaca, you read it here first. But I'm going to wait for the real reporters to report in."
Oaxaca savasinda durum daha kotu olmali, iste bu oralardan alabildigimiz son haber, gozlerim yasariyor;
"Report by Dean Gibson
A call for medical donations: bandages, anti biotics, etc, to be given at the Tierra Aldentro Restaurant in San Cristobal. Reports are that the Cruz Roja Mexicana in Oaxaca isnt answering emergency calls, and the hospitals are also not attending the injured, but instead they are being arrested!
source: radio zapatista"
Kizil hac cevap vermiyor, hastaneler doktorlar tutuklandigi icin yaralilari kabul edemiyor..Simdi ne yapiyorlar, olaylar nerelere geldi bilemiyoruz.
Gelin Turk basini bu olayla ne kadar ilgilenmis bakalim;
Radikal - Aydin Dogan'in solcu kafeslemek icin cikardigi pacavrada, olayin izi bile yok. İkinci sayfasinda Borat denen kepaze vardi bugun, dunya haberleri sayfasinda da bol bol AB mavrasi gordum.
Milliyet - Yok. Sadece 17 aylik bir bebege tecavuz etmenin ne kadar kotu birsey oldugunu anlatan uzun uzun yazilar var. Sanki bilmiyormusuz, o olay icimizi yakip kavurmuyormus gibi.
Sabah - Sabah gazetesinin Dunya haberleri kismindaki basliklara bir bakalim mi ?
"Kızını makasla sünnet eden babaya 10 yıl hapis"
"Âşığı için üç çocuğunu gölde boğdu"
"Müslüman diye işten kovuldular"
Neyse, siktir edin, bakmayalim. Hurriyet iyidir mesela.
Hurriyet - Buyrun cenaze namazina , Hurriyetin Dunya Haberlerinden anladigi da bu;
"Bin Ladin’e benziyor diye işinden oldu"
Aksam - Guler Komurcu denilen kadıncagiz Yimpas olayinin sifrelerini mansette cozerken, biz ic sayfalara bir gecelim;
"Kızgın Alman, euroları asitledi!"
Yok, bir yazida iki kere agzimi bozmak istemiyorum. Serdar Turgut'a saygisizlik olmasin ama, Engin Ardic yaziyor olmasa su tuvalet kagidina kicimi bile silmem.
Haberturk diye bir olay var bir de, bildiginiz gibi ayinin penisindeki kemigi elleriyle cikarmaktan hayvani bir zevk alan patrona sahip tek basin kurulusu. Onlarin durumu daha da aci, Dunya haberleri kismina girdigimde "Arkadan Frikik verdi" diye bir haber gordum.
Valla, bakin.
Saka yapiyor gibi durabilirim ama, gercekten icim aciyor arkadaslar. Orada insanlar olmekte, devlet her sıkıstıgında yaptigi gibi gucunu insanlarin agzina catir catir sicmak icin kullanmakta, buralarda ise kimsenin haberi yok. Tabii ufak bir grup haric; bakin İstanbulda ne yapmislar;
"A press meeting and demonstration by Indymedia – Istanbul volunteers was realized today (2 November, 2006) in front of Mexico’s Consulate in Istanbul to protest the murder of documentarist anarchist Brad Will by state-supported paramilitary forces on 27 October, 2006 in Mexico, Oaxaca; who was there as a volunteer journalist for Indymedia-New York to document the state-funded paramilitary violence against teachers and people’s councils’ struggle. "
Indymedia.org'a donelim, olayla ilgili turkce bilgi bulabilecegimiz belki tek taze kaynak; onlar da son haber olarak Polisin universiteye saldirdigini yazmislar. Radio APPO'nun canli yayin kayitlarina ulastim, saat 20:40'da sona eriyor, yani bizim saatimizle bu sabah.
Radyo binasi havaya ucmus.
Soylenecek cok sey kalmiyor.
Duydunuz mu, hala dayaniyorlar mi ? Atese tasla, gozu kavuran; cigerleri soken gazlara hic durmayacakmis gibi atan yurekleriyle karsilik veriyorlar mi bugun de ?
İnsanlar oluyor arkadaslar, bildiginiz oluyorlar yani Counter Strike degil bu. Mor isikta cozurdayan sinekler gibi birer birer dusuyorlar.
Oaxacarevolt.org'dan alabildigim son iki haber tuyleri diken diken ediyor;
"2006-11-02 16:19:50: Radio update
Report by Nancy Davies
Now at 3:00, after broadcasting that the helicopters have been firing tear gas indiscriminately into neighborhoods, the radio suddenly announces that the PFP is surrounded. The APPO refuses to release them
Then we hear that the explosions are savage firing from helicopters. Houses are on fire in colonias. Then we hear that the APPO demands a total withdrawal and the resignation of URO. Seven are said to be wounded, a boy gravely.
PRI porros gathered in front of the radio station--which was not invaded, I think because of the national outcry- the porros are provoking the movement supporters. I can hear a helicopter right now circling overhead in center. We are close to Santo Domingo and the APPO may have called for retaking the zocalo -- .
Seven people were arrested in Cinco Señores, and the APPO demands their release. Many wounded, including women and chidlren.
This is the Battle of Oaxaca, you read it here first. But I'm going to wait for the real reporters to report in."
Oaxaca savasinda durum daha kotu olmali, iste bu oralardan alabildigimiz son haber, gozlerim yasariyor;
"Report by Dean Gibson
A call for medical donations: bandages, anti biotics, etc, to be given at the Tierra Aldentro Restaurant in San Cristobal. Reports are that the Cruz Roja Mexicana in Oaxaca isnt answering emergency calls, and the hospitals are also not attending the injured, but instead they are being arrested!
source: radio zapatista"
Kizil hac cevap vermiyor, hastaneler doktorlar tutuklandigi icin yaralilari kabul edemiyor..Simdi ne yapiyorlar, olaylar nerelere geldi bilemiyoruz.
Gelin Turk basini bu olayla ne kadar ilgilenmis bakalim;
Radikal - Aydin Dogan'in solcu kafeslemek icin cikardigi pacavrada, olayin izi bile yok. İkinci sayfasinda Borat denen kepaze vardi bugun, dunya haberleri sayfasinda da bol bol AB mavrasi gordum.
Milliyet - Yok. Sadece 17 aylik bir bebege tecavuz etmenin ne kadar kotu birsey oldugunu anlatan uzun uzun yazilar var. Sanki bilmiyormusuz, o olay icimizi yakip kavurmuyormus gibi.
Sabah - Sabah gazetesinin Dunya haberleri kismindaki basliklara bir bakalim mi ?
"Kızını makasla sünnet eden babaya 10 yıl hapis"
"Âşığı için üç çocuğunu gölde boğdu"
"Müslüman diye işten kovuldular"
Neyse, siktir edin, bakmayalim. Hurriyet iyidir mesela.
Hurriyet - Buyrun cenaze namazina , Hurriyetin Dunya Haberlerinden anladigi da bu;
"Bin Ladin’e benziyor diye işinden oldu"
Aksam - Guler Komurcu denilen kadıncagiz Yimpas olayinin sifrelerini mansette cozerken, biz ic sayfalara bir gecelim;
"Kızgın Alman, euroları asitledi!"
Yok, bir yazida iki kere agzimi bozmak istemiyorum. Serdar Turgut'a saygisizlik olmasin ama, Engin Ardic yaziyor olmasa su tuvalet kagidina kicimi bile silmem.
Haberturk diye bir olay var bir de, bildiginiz gibi ayinin penisindeki kemigi elleriyle cikarmaktan hayvani bir zevk alan patrona sahip tek basin kurulusu. Onlarin durumu daha da aci, Dunya haberleri kismina girdigimde "Arkadan Frikik verdi" diye bir haber gordum.
Valla, bakin.
Saka yapiyor gibi durabilirim ama, gercekten icim aciyor arkadaslar. Orada insanlar olmekte, devlet her sıkıstıgında yaptigi gibi gucunu insanlarin agzina catir catir sicmak icin kullanmakta, buralarda ise kimsenin haberi yok. Tabii ufak bir grup haric; bakin İstanbulda ne yapmislar;
"A press meeting and demonstration by Indymedia – Istanbul volunteers was realized today (2 November, 2006) in front of Mexico’s Consulate in Istanbul to protest the murder of documentarist anarchist Brad Will by state-supported paramilitary forces on 27 October, 2006 in Mexico, Oaxaca; who was there as a volunteer journalist for Indymedia-New York to document the state-funded paramilitary violence against teachers and people’s councils’ struggle. "
Indymedia.org'a donelim, olayla ilgili turkce bilgi bulabilecegimiz belki tek taze kaynak; onlar da son haber olarak Polisin universiteye saldirdigini yazmislar. Radio APPO'nun canli yayin kayitlarina ulastim, saat 20:40'da sona eriyor, yani bizim saatimizle bu sabah.
Radyo binasi havaya ucmus.
Soylenecek cok sey kalmiyor.
1 Kasım 2006 Çarşamba
Oaxaca Vive! ¡La Lucha Sigue!
Oaxaca'da neler oluyor ?
Hicbiriniz bu kucuk sehrin adini duymadiniz biliyorum, ben de duymamistim. Ta ki bugüne kadar.
Dunya Gazetesi'nin 29 Ekim 2006 nushasindan alintiliyoruz;
"..MEXICO CITY - Meksika'nın güneyinde yeralan Oaxaca'da meydana gelen şiddet olaylarına hükümet müdahale etmeye hazırlanıyor. İsyancılara ultimatom veren hükümet yetkilileri, protestoculardan barikatları kaldırmaları ve devlet dairelerini boşaltmalarını istedi.
Meksika'da yaşanan şiddet olayları devam ediyor. Hükümet isyancılara ultimatom vererek, olayların sonlandırılması için hazırlık yapmaya başladı. Oaxaca'da meydana gelen olaylarda çok sayıda bina ateşe verilirken, zaman zaman girişilen çatışmalarda çok sayıda kişi yaralandı. Protestocuların yollara kurduğu barikatların bir an önce kaldırılmasını isteyen yetkililer, işgal edilen devlet dairelerinin de boşaltılmasını talep etti. İçişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre şu ana kadar birçok sokak, plaza ve devlet binası ile özel mülkler protestocular tarafından ele geçirildi.
Öte yandan olayların başlangıcına neden olan öğretmen eylemleri ise son bulacak gibi görünüyor. 70 bin öğretmenin daha iyi iş koşulları ve maaş talebi ile başlayan grevleri bölgedeki dengeleri sarsarak, olayların çıkmasına neden olmuştu. Hükümet, federal güçlerin bölgeye giderek, durumu yeniden kontrol altına alacaklarını ifade ederken, Öğretmenler Birliği'nden yapılan açıklamaya göre, öğretmenler eylemlerine son vererek Pazartesi günü itibariyle görevlerine geri dönecek. Birlik Başkanı Enrique Rueda, "Anlaşma imzaladık. Bu durumda okullar 30 Ekim Pazartesi günü yeniden açılacak" dedi.."
Bakin burada da bir Mainstream medya study'si olarak gorulebilecek bicimde Radikal'in olaylari yansitis bicimi yer aliyor;
"Komşu polise linç girişimi
REUTERS - OAXACA - Eyalet valisinin görevden alınması amaçlı protestolarda, eylemcilerle polisin sıkı çatışmalara giriştiği Meksika'nın güneyindeki Oaxaca kentinde, bir polis komşularının linç girişimine maruz kaldı. 50 kadar komşusu, bir evi soymakla suçladıkları polis Manuel Dominguez'i, sokak lambasına bağlayıp işkence yaptı. Kızgın komşular, giysilerini çıkarıp üzerine su boca ettikleri Dominguez'i saatlerce dövdü."
Bu kadar. İlginizi cekti mi , kafaniz karismis olmali.
Devam edelim; Sabah gazetesi nasil bakmis olaya;
"Meksika'da Ortaçağ dönemi yargı geri geldi
Meksika'nın Oaxaca eyaleti 4 aydır inanılmaz gösteri, işgal ve çatışmalara sahne oluyor. Vali Ulises Ruiz'in istifasını talep eden ve kendilerine "Oaxaca Halk Meclisi" (APPO) ismini veren grubun eyaleti "işgal" etmesinin ardından ülkede Ortaçağ benzeri sahneler yaşanmaya başladı. Dün de hırsız olduğu iddia edilen bir grup genç ilk önce APPO üyeleri tarafından dövüldü sonra da ağaca bağlandı. Gençleri öfkeli kalabalığın elinden polisler kurtardı. Olaylar APPO ile eyalet polis güçlerinin çatışmalarıyla başladı. APPO yönetim binalarını işgal ederken, çatışmalarda 8 kişi hayatını kaybetti."
Peki siz olaylarin aslını ogrenmek istiyor musunuz ? Gozumuzun onune bok rengi bir perde ceken tum bu dezenformatif hareketlerden sıyrılın, ve kendiniz takip edin. Internet MSN, Muzik, Cnn.com ve Porno'dan ibaret bir lagim cukuru degilmis degil mi, cok ilginc.
Disaridan izlemeyi birakin, biraz da iceri girin.
Ah Derek Sherinian Ah !
Hehe, Derek'i tanidiginizi varsayiyorum, kendisi Dream Theater'in Kevin Moore'un yerine gruba dahil olmak gibi bir talihsizlik yasamis eski klavyecisi. Gorevini zorla Jordan Rudess'a devretmeden once Change of Seasons, Falling into Infinitiy ve Once in a Livetime albumlerinde calmisti.
O zamanlar, Dream Theater'in muzikal gelisiminin ortalarinda olmamizin verdigi sevkle Moore'un gruba katabildiklerini kaybetmenin sokundan henuz kurtulamamistik, bir daha asla Space Dye West gibi bir sarki, Take The Time gibi bir duzenleme dinleyebilecegimize ihtimal vermiyorduk. Ve acik konusmak gerekirse, Moore'dan sonra Beethoven gokten inip grupta klavye calsa yine begenmeyecektik.
Sherinian'i da begenmedik tabii. O ne kaknem herifti oyle, klavye filan da calamiyordu zaten, soz olarak da, beste olarak da gruba bir katki yapamadigi gibi sahnede gunes gozlukleriyle Rockstar gibi dolasarak hepimizi ayar ediyor; Dream Theater'in Rockstarliktan son derece uzak imajini zedeliyordu. Jordan Rudess geldi, hem grup klavyeci gordu, hem de biz rahat ettik..
Oyle mi acaba ? Halt etmis olabilir miyiz ?
Aradan gecen zaman hem bizi biraz sakinlestirdikce, hem de grubun muzigi yerine oturdukca simdi daha iyi anliyoruz ki; Sherinian oldukca iyi bir muzisyen. Hem kompozitor olarak , hem de performans sergileme olarak ust duzeyde yeteneklere sahip. Falling into Infinity'nin o kapagi gibi masmavi soundunda, Change of Seasons'un hircin sakinliginde buyuk payi varmis, Once in a Livetime'da Ytse Jam'in ve Lines in the Sand'in basindaki sololariyla zaten sevmeyenlerin de biraz takdirini kazanabilmisti. O zamanlar biz "Eskiden de yaptigi gibi gitsin Alice Cooper'la calsin; ancak orada calabilir zaten" diyen arkadaslar hala var, goruyorum. Eminim bu arkadaslarin cogu ne Planet X projesini, ne de Sherinian'in solo albumlerini dinlememisler.
Planet X; kisaca bahsetmek gerekirse Derek Sherinian'in yanina Tony Macalpine gibi bir hayvani ve dunyanin sayili progressive davulcularindan biri olan Virgil Donati'yi alarak alemleri boydan boya yardirdigi bir proje. Simdilik biri Live olmak uzere iki albumleri var, ve bunlardan son cikan "Universe" bana her dinledigimde yeni bir tad veriyor. Vokalsiz muzik yapmanin uzerine; bir de yaptiginiz muzigin fazlasiyla kompleks olmasini ekleyin; sonuc cogunlukla anlasilamamak ve kenara itilmek oluyor. Ben de boyle yapmistim bir sure, simdi cok pismanim.
Solo albumleriyse ayri bir senlik, bir fener alayi havasinda gecmekte; mesela Black Utopia diye 2003 cikisli bir album var ki ; Zakk Wylde'dan Billy Sheenan'a, Malmsteen denilen gitar masturbatoru de dahil olmak uzere bir suru konukla alip basini gidiyor. Dinlemeyenler cikacaktir, progresssive fanlari tarafindan acilen dinlenmesini ve Liquid Tension albumlerinin yaninda guzel bir yere konulmasini oneriyorum.
Ah Derek Ah, hersey o gunes gozluklerinin yuzunden oldu bence...
Ha, bu da eski gunlerden guzel bir ani; "Nightmare Cinema" Derek'li gunlerin Dream Theater konserlerinde ortaya cikan bir grup, klavyede John Myung, Basta Mike Portnoy, Gitarda Derek Sherinian ve davulda buyuk bir beceriksizlikle John Petrucci var. Perfect Strangers caliyorlar, daha dogrusu grup calarken Petrucci onlarin arkasindan kosturarak geliyor :)
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)