24 Ocak 2007 Çarşamba
Emrah Arısoy ve Aslı'nın Sitesi
Efendim, benim Emrah Arısoy adında kadim mi kadim bir dostum var, bilenler ziyadesiyle biliyorlar. Güzel, steril bir insandır kendisi, Sepultura dinler, Paradise Lost dinler, Fenerbahçeli olmasından gayrı tuhaf bir yanı bulunmamaktadır.
İşte bu Emrah kardeşimin, kız arkadaşı Aslı için yaptığı bir web sayfası mevcut. Hayatının birçok alanını yaratıcı fikirleriyle renklendiren Emrah, bu sefer de ilişkisi için böyle bir güzellik düşünmüş; takdir ediyor, özellikle sitedeki anket için oylarınızı bekliyoruz.
Ha, benden tüyo isteyecek olursanız Emrah Aslı'yı en çok seviyor, ama tabii burası demokratik bir ortam. :)
Buyrun, link aşağıda;
http://cokuzgunumasli.freewebspace.com
22 Ocak 2007 Pazartesi
Hrant Dink'i Yakan Sözler
Bir iki gündür Google Analytics'ten takip ettiğim kadarıyla "Grant Dink", "Grant Dink ve Türklük", "Grant Dink Ve Ayakkabıları", "Hrant Dink'in Türklük Hakkında Sözleri" şeklinde Google aramalarının sonuçları sitemde sonuçlanıyor.
Madem bu kadar meraklısınız konu hakkında, bulduğum bir linki sizinle paylaşayım dedim. 10 Ekim 2005 tarihli Radikal Gazetesinde, konu hakkında uzunca bir yazı mevcut. Doğan Yayın Holding'in kuralları , solcuları kafeslemek için yayın hayatını sürdüren bir gazetede bile faşizan olmayı sürdürdüğü için, haberi bir gün linkin kırılması ihtimaline rağmen buraya alamıyorum. Tıklayınız.
Madem bu kadar meraklısınız konu hakkında, bulduğum bir linki sizinle paylaşayım dedim. 10 Ekim 2005 tarihli Radikal Gazetesinde, konu hakkında uzunca bir yazı mevcut. Doğan Yayın Holding'in kuralları , solcuları kafeslemek için yayın hayatını sürdüren bir gazetede bile faşizan olmayı sürdürdüğü için, haberi bir gün linkin kırılması ihtimaline rağmen buraya alamıyorum. Tıklayınız.
20 Ocak 2007 Cumartesi
Fareler Ve İnsanlar
Sizler, konuşmaya başlamadan önce kimliğiyle ilgili sınırları Türk, Kürt, Ermeni, Müslüman, Yahudi şeklinde koyu çizgilerle çekenler; ağzınızdaki kanı tükürmeden konuşmaya çalışmayın, üzerimize sıçrattığınız pisliğiniz herşeyi özetliyor aslında. Tıpkı Hrant Dink'in ayakkabısının altındaki delik gibi.
Pis bir dünyada yaşıyoruz, tanrının unuttuğu büyük bir bok çukurundan ibaret bir dünyada. Cümleleri birleştirip anlamlar yüklemekle geçmiş dolu dolu maddiyatsız bir ömür, nasıl satın alındığı belirsiz bir çocuğun, bir hayvanın, ruhu emilmiş bir insan müsveddesinin elinde sona erebiliyor.
Biz bu yüzden kaybetmeye mahkumuz, karşımızdakinin ta gözlerinin içine bakıp da anlayamadığı sözler söylemeye devam ettiğimiz müddetçe, kabullenemediğimiz fikirlerin sahiplerine saygı göstermeye devam ettiğimiz sürece,
Kısa ve fani hayatlarımızı ışığın kaynağını aramaya harcayıp, duvarların arkasındaki yapışkan sıcaklığa sırtımızı dayama özlemi duymadığımız sürece böyle öldürüleceğiz. Düzecekler bizi, binlerce yıllık maneviyatın yüklü bilgeliğini omuzlarından atıp dişlerini nefretle birbirine kenetlemiş olanlar akıllarından sağduyuyu, gögüs boşluklarından vicdanı attıklarından beri dünyanın çamurlu yollarında bizden daha hızlı koşuyorlar.
Varoluşun kıçımıza soktuğu en büyük kazık bu olsa gerek, siz anlamın büyüsünün peşindeyken arkanıza geçiyorlar, leş nefesleri ensenize doğru içlerinde büyümekte olan nefreti üflüyor, elimizde kalan tek şeyle karşılarında dik durup söylediklerimizi vakur bir şekilde tekrarladıkça tokat üzerine tokat yiyoruz, biz tokat yedikçe onların yüzü kızarıyor olsa da.
Kainatın kanlı bir tükürük gibi gırtlağından söküp atabilmek için kendini kavurmaya başladığı insan denen götü yuvarlak yaratık, kafasını kaldırıp gökyüzünün muhteşem ahenginden ilham almak yerine yeri eşelemeye devam ediyor binlerce yıldır. Binlerce yıldır kazıyoruz tırnaklarımızla , avuçlarımıza dolan kardeş kanı kulaklarımıza, ağzımıza, ensemize sıvandıkça kendimizi mutlu sona daha yakın hissediyoruz. İllüzyon, yalan, rüya, hakikat, ne derseniz deyin; ufak bir kız çocuğunun acı içinde ağlıyor olmasındansa hiç varolmamasını dilediğim bu hayat, dünya üzerinde son yıllarımızı yaşarken gerçekliğini bağırsaklarımıza kadar hissettiriyor.
Duydum ki Hrant Dink ölmüş, öldürülmüş. Öldürmüşler Hrant Dink'i, kafasına iki kurşun sıkıp ruhunu bedeninden hoyratça çekip çıkartmışlar.
Politika konuşmaya ilk defa dilim varmıyor, siyasetin doğası gereği içine aldığı tüm varlıkları kirlettiği gibi ağzımdan düşürmediğim bir önermeyi bile mırıldanamıyorum. Geldiğimiz son nokta bu işte, ellerimizde çürümekte olan silahların pası, dudaklarımızda kan tadı var.
Hrant Dink ölmüş, buna rağmen biz hala yaşayabiliyoruz. "Bu insanları incittiğimden dolayı bir gün dahi ceza alırsam, buna rağmen burada yaşamak şerefsizliktir." demişti, peki biz ne yapıyoruz ?
Nasıl ayaktayız hala, nasıl tat almaya çalışabiliyoruz hayattan ?
Kemal Kerinçsiz, kim bilir hangi yetimin sırtından alınan o arabasının içinde pardesüsüyle nasıl "Hrant Dink de ne olursa olsun bir insandır.." şeklinde ishal bir götten bile çıkamayacak kadar kahverengi cümleler kurabiliyor ? Nasıl nefes alabiliyor bu şahıs , nasıl rahat uyuyor ? Müslümansa, bu günah değil mi tanrı nezdinde, kafatasçı olduğu için belki Gök Tengriye inanıyordur , onun gazabından da mı korkmuyor ?
Siz uyuyun ey insanlarımız dediğimiz saman yığını, dün bu topraklarda benim atalarımdan daha uzun geçmişi olan kardeşimi öldürdüler, siz uyuyun. Osurarak sağınızdan solunuza dönerken, kıçınızı kaşımak için ülkücü işaretinden bozma serçe parmaklarınızı kullanırken bir an için düşünmeyin. Aramaya devam edin vadedilmiş toprakları, bir gün gelip de artık yürüyemediğinizi, nefreti içinize çekmeden nefes alamadığınızı hissettiğinizde yine bizim yanımızda utangaç bakışlarınızı yere devirmeyecek misiniz?
Hepinizden tiksiniyorum, midemi bulandırıyorsunuz.
8 Ocak 2007 Pazartesi
The Prestige - Kritik
The Prestige ile ilgili yazdığım eleştiri yazısına, Film.Gen.Tr'dan ulaşabilirsiniz.
Spoiler olacağı korkusuyla eleştiri yazısı içinde yazamadığım birçok şeyi, yakında burada yazmayı düşünüyorum.
7 Ocak 2007 Pazar
Müzik Nedir?
Dictatorshit !
Gün geçmiyor ki yeni bir dangalaklığa şaşırmak için gözlerimizi kocaman açmayalım. Aslında bu bir haftadan fazla süredir beklettiğim bir konu , sinirim yatışsın da güzel güzel yazayım diye sürekli pas geçiyordum.
Efendim, Hıncal Uluç bey geçenlerde bir yazı yazmış köşesinde; buyrun,
"ENTEL dünyamızda diktatörler ikiye ayrılır. Tüm solcu diktatörler, muhteşem adamlardır.. Lenin.. Mao.. Ho Şi Min!..
Aklınıza kim gelirse..
Tüm sağcı diktatörler de, alçak, aşağılık, rezil.. Yakın zamanda sağdan iki diktatör öldü.. Pinochet ve Türkmenbaşı.. Bu ikisinin eleştirilecek yanı çoktu. Yazdılar, hâlâ yazıyorlar..
Ama yaptıkları çok önemli işler de vardı..
Pinochet, ekonomist olmadığı halde, çökmüş bir ekonomiyi ayağa kaldırmış, Türkmenbaşı, halkına en çok sosyal haklar sağlayan, onun yaşam düzeyini gıpta edilecek düzeye getiren lider olmuştu.
Bunları bir yerlerde okudunuz mu, bugüne dek?.. Yazan oldu mu, "Sezar'ın da hakları var" diye.."
Evet , derin bir nefes alıp kabul edelim arkadaşlar, Hıncal bey bugüne kadar gözümünüzün önünde durmasına rağmen ideolojik gözlüklerimiz sonucunda farkedemediğimiz bir gerçeği apaçık önümüze koymuş. Efendim, Pinochet kötüye gitmekte olan Şili ekonomisini toparlamış, fakat kendisi sağcı olduğu için biz bunu kabullenememişiz.
Hadi ordan canım, hadi ordan.
Yav bir kere, yüz bine yakın insanı öldürmüş, stadyumlarda infaz ettirmiş, cesetleri helikopterlerle okyanusa attırmış bir insanın sağladığı ( aslında gerçek olmayan ) bir ekonomik gelişmeye saygı duymak, Hitler için "O kadar Yahudi'yi öldürdü ama onların altın dişlerini sökerek atıl kaynağı ekonomiye kazandırdı, hem savaş ekonomisi ABD'nin şu anki gelişmişlik halini sağlaması açısından önemlidir." demekle aşağı yukarı aynı şey değil mi ? Nerede kaldı senin insancıllığın, o televizyon programında yaptığın saçma sapan hayattan keyif alma geyiklerin ? Ekonomik gelişme uğruna hepimizi satabileceğini bildiğimiz bir insan, bize sevgi adına ne verebilir ?
Bok okurum bundan sonra yazdığın saçma yazıları, bu bir.
İkincisi, bilgi sahibi olmadan bu konularda fikir sahibi olmak her zaman tehlikelidir, allah muhafaza bir gün biri mutlaka ters köşeye yatırır da , ağı cırtlayan pantalonunuzdan görünen kıçınızı nasıl saklayacağınızı düşünürsünüz.
Wikipedia'dan alıntılıyorum, yaradan rabbinin adıyla oku Hıncal Uluç;
"Between 1950 and 1970, the Chilean economy expanded at meager rates. GDP grew at an average rate of 3.8 percent per annum, whereas real GDP per capita increased at an average yearly rate of 1.6 percent. Over this period, Chile's economic performance was the poorest among Latin America's large and medium-size countries.
As in most historical cases, Chile's import-substitution strategy was accompanied by an acute overvaluation of the domestic currency that precluded the development of a vigorous nontraditional (that is, noncopper) export sector. Although some agrarian reform was attempted, the government increasingly resorted to controlling agricultural prices in order to subsidize the urban working and middle classes. The agricultural sector was particularly harmed by the overvaluation of Chile's currency. The lagging of agriculture became, in fact, one of the most noticeable symptoms of Chile's economic problems of the 1950s and 1960s. Over this period, manufacturing and mining, mainly of copper, significantly increased their shares in total output.
By the early 1960s, most of the easy and obvious substitutions of imported goods had already been made; the process of import substitution was rapidly becoming less dynamic. For example, between 1950 and 1960 total real industrial production grew at an annual rate of only 3.5 percent, less than half the rate of the previous decade.
During the 1950s, inflation, which had been a chronic problem in Chile since at least the 1880s, became particularly serious; the rate of increase of consumer prices averaged 36 percent per annum during the decade, reaching a peak of 84 percent in 1955. The main source of the inflationary pressure on the Chilean economy was a remarkably lax fiscal policy. Chile's economic history has been marked by failed attempts to curb inflation. During the 1950s and 1960s, three major stabilization programs, one in each administration, were launched. The common aspect of these efforts was the emphasis placed on tackling the various consequences of inflationary pressures, such as prices, wages, and exchange-rate increases, rather than the root cause of money growth, the monetization of the fiscal deficit. In spite of the efforts of presidents Carlos Ibáñez del Campo (1927-31, 1952-58) and Jorge Alessandri Rodríguez (1958-64), inflation averaged 31 percent per annum during these two decades. In 1970, the last year of the government of President Eduardo Frei Montalva (1964-70), the inflation rate stood at 35 percent.
During the 1960s, and especially during the Frei administration, some efforts to reform the economy were launched. These included an agrarian reform, a limited liberalization of the external sector, and a policy of minidevaluations aimed at preventing the erosion of the real exchange rate. Under the 1962 Agrarian Reform Law, the Agrarian Reform Corporation (Corporación de Reforma Agraria--Cora) was created to handle the distribution, but land reform proved to be slow and expensive. In spite of these and other reforms, toward the end of the 1960s it appeared that the performance of the economy had not improved in relation to the previous twenty years. Moreover, the economy was still heavily regulated"
Burada da 70'te göreve gelen Allende yönetiminin planladığı ekonomik reformlar anlatılıyor, bunlar anlayacak kadar İngilizcen olduğunu varsayıyorum, yoksa bir akşam Ertegün'ün kafesinde otururken çıtlat bana, çevireyim senin için;
"In September 1970, Salvador Allende, the UP candidate, was elected president of Chile. Over the next three years, a unique political and economic experience followed. The UP was a coalition of left and center-left parties dominated by the Socialist Party of Chile (Partido Socialista--PS) and the Communist Party of Chile (Partido Comunista de Chile--PCCh), both of which sought to implement deep institutional, political, and economic reforms. The UP's program called for a democratic "Chilean road to socialism".
When Allende took office in November 1970, his UP government faced a stagnant economy weakened by inflation, which hit a rate of 35 percent in 1970. Between 1967 and 1970, real GDP per capita had grown only 1.2 percent per annum, a rate significantly below the Latin American average. The balance of payments had shown substantial surpluses during all but one of the years from 1964 to 1970, and, at the time the UP took power, the Central Bank of Chile had a stock of international reserves of approximately US$400 million.
The UP had a number of short-run economic objectives: initiating structural economic transformations, including a program of nationalization; increasing real wages; reducing inflation; spurring economic growth; increasing consumption, especially by poorer people; and reducing the economy's dependence on the rest of the world. The UP's nationalization program was to be achieved by a combination of new legislation, requisitions, and stock purchases from small shareholders. The other goals--output and increased consumption, with rising salaries and declining inflation--were to be accomplished by a boost in aggregate demand, mainly generated by higher government expenditures, accompanied by strict price controls and measures to redistribute income.
The UP's macroeconomic program was based on several key assumptions, the most important being that the manufacturing sector had ample underutilized capacity. This provided the theoretical basis for the belief that large fiscal deficits would not necessarily be inflationary. The lack of full utilization was, in turn, attributed to two fundamental factors: the monopolistic nature of the manufacturing industry and the structure of income distribution. Based on this diagnosis, it was thought that if income were redistributed toward the poorer groups through wage increases and if prices were properly controlled, there would be a significant expansion of demand and output.
Regarding inflation, the UP program placed blame on structural rigidities (namely, slow or no response of quantity supplied to price increases), bottlenecks, and the role of monopolistic pricing, and it played down the role of fiscal pressures and money creation. Little attention was paid to the financial sector, given the orientation of the new regime's economic technocrats toward the import-substitution, structuralist philosophy of the Economic Commission for Latin America. In fact, Allende's minister of foreign relations and vice president, Clodomiro Almeyda, relates in his memoirs how in the first postelection meeting of the economic team, these technocrats argued expressly and convincingly that monetary and financial management did not deserve too much attention. Alfonso Inostroza, the Central Bank president, stated in early 1971 that the main objective of the monetary policy was to "transform it into a key instrument . . . to achieve the complete mobilization of productive resources, and their allocation to those areas that the government gives priority to . . . ." This was consistent with the view of inflation of those espousing structuralism.
The UP perspective on the way the economy functioned ignored many of the key principles of traditional economic theory. This was reflected in the greatly diminished attention given to monetary policies, but also in the complete disregard of the exchange rate as a key variable in determining macroeconomic equilibrium. In particular, the UP program and policies paid no attention to the role of the real exchange rate as a determinant of the country's international competitive position. Moreover, the UP failed to recognize that its policies would not be sustainable in the medium term and that capacity constraints were going to become an insurmountable obstacle to rapid growth."
Bu da senin çok sevdiğin, milyonlarca insanın mezarının üzerinde dansedebilmek için can attığı Pinochet döneminde yapılanlar;
"After the military took over the government in September 1973, a period of dramatic economic changes began. Chile was transformed gradually from an economy isolated from the rest of the world, with strong government intervention, into a liberalized, worldintegrated economy, where market forces were left free to guide most of the economy's decisions. This period was characterized by several important economic achievements: inflation was reduced greatly, the government deficit was virtually eliminated, the economy went through a dramatic liberalization of its foreign sector, and a strong market system was established.
From an economic point of view, the era of General Augusto Pinochet Ugarte (1973-90) can be divided into two periods. The first, from 1973 to 1982, corresponds to the period when most of the reforms were implemented. The period ended with the international debt crisis and the collapse of the Chilean economy. At that point, unemployment was extremely high, above 20 percent, and a large proportion of the banking sector had become bankrupt. During this period, a pragmatic economic policy that emphasized export expansion and growth was implemented. The second period, from 1982 to 1990, is characterized by economic recovery and a further movement towards a free market economy, although at a slower pace than that of the early 1980s."
Neymiş, kapitalist dünyada Soğuk savaş döneminde geç kalmış ekonomik gelişmesini sağlama mücadelesi veren bir ülkenin uyguladığı ekonomik programları ve toprak reformunu daha ileriye götürebilmek için halk tarafından seçilerek yönetime gelen Allende hükümetinin ABD tarafından devrilmesinin sebebi, Pinochet aracılığıyla ekonomiyi ardına kadar dışarıya açarak , korumacılıkla geliştirilmeye çalışan tüm sektörlerin çökertilmesinin kolaylaştırılmasıymış.
Ee, hani bir fıkra vardır; ağam biz bu boku niye yedik diye, biz bunları zaten biliyorduk bu tartışmaya niye girdik ?
Çünkü Hıncal bey, marjinal olmayı, saçma da olsa genel görüşün aksi yönündeki fikirleri savunmayı matah bir şey sanmakta.
Ben daha fazla uzatmıyorum, buradan bile çıkartılacak fazlasıyla sonuç var.
Bu arada, kıçın görünüyor abi.
Efendim, Hıncal Uluç bey geçenlerde bir yazı yazmış köşesinde; buyrun,
"ENTEL dünyamızda diktatörler ikiye ayrılır. Tüm solcu diktatörler, muhteşem adamlardır.. Lenin.. Mao.. Ho Şi Min!..
Aklınıza kim gelirse..
Tüm sağcı diktatörler de, alçak, aşağılık, rezil.. Yakın zamanda sağdan iki diktatör öldü.. Pinochet ve Türkmenbaşı.. Bu ikisinin eleştirilecek yanı çoktu. Yazdılar, hâlâ yazıyorlar..
Ama yaptıkları çok önemli işler de vardı..
Pinochet, ekonomist olmadığı halde, çökmüş bir ekonomiyi ayağa kaldırmış, Türkmenbaşı, halkına en çok sosyal haklar sağlayan, onun yaşam düzeyini gıpta edilecek düzeye getiren lider olmuştu.
Bunları bir yerlerde okudunuz mu, bugüne dek?.. Yazan oldu mu, "Sezar'ın da hakları var" diye.."
Evet , derin bir nefes alıp kabul edelim arkadaşlar, Hıncal bey bugüne kadar gözümünüzün önünde durmasına rağmen ideolojik gözlüklerimiz sonucunda farkedemediğimiz bir gerçeği apaçık önümüze koymuş. Efendim, Pinochet kötüye gitmekte olan Şili ekonomisini toparlamış, fakat kendisi sağcı olduğu için biz bunu kabullenememişiz.
Hadi ordan canım, hadi ordan.
Yav bir kere, yüz bine yakın insanı öldürmüş, stadyumlarda infaz ettirmiş, cesetleri helikopterlerle okyanusa attırmış bir insanın sağladığı ( aslında gerçek olmayan ) bir ekonomik gelişmeye saygı duymak, Hitler için "O kadar Yahudi'yi öldürdü ama onların altın dişlerini sökerek atıl kaynağı ekonomiye kazandırdı, hem savaş ekonomisi ABD'nin şu anki gelişmişlik halini sağlaması açısından önemlidir." demekle aşağı yukarı aynı şey değil mi ? Nerede kaldı senin insancıllığın, o televizyon programında yaptığın saçma sapan hayattan keyif alma geyiklerin ? Ekonomik gelişme uğruna hepimizi satabileceğini bildiğimiz bir insan, bize sevgi adına ne verebilir ?
Bok okurum bundan sonra yazdığın saçma yazıları, bu bir.
İkincisi, bilgi sahibi olmadan bu konularda fikir sahibi olmak her zaman tehlikelidir, allah muhafaza bir gün biri mutlaka ters köşeye yatırır da , ağı cırtlayan pantalonunuzdan görünen kıçınızı nasıl saklayacağınızı düşünürsünüz.
Wikipedia'dan alıntılıyorum, yaradan rabbinin adıyla oku Hıncal Uluç;
"Between 1950 and 1970, the Chilean economy expanded at meager rates. GDP grew at an average rate of 3.8 percent per annum, whereas real GDP per capita increased at an average yearly rate of 1.6 percent. Over this period, Chile's economic performance was the poorest among Latin America's large and medium-size countries.
As in most historical cases, Chile's import-substitution strategy was accompanied by an acute overvaluation of the domestic currency that precluded the development of a vigorous nontraditional (that is, noncopper) export sector. Although some agrarian reform was attempted, the government increasingly resorted to controlling agricultural prices in order to subsidize the urban working and middle classes. The agricultural sector was particularly harmed by the overvaluation of Chile's currency. The lagging of agriculture became, in fact, one of the most noticeable symptoms of Chile's economic problems of the 1950s and 1960s. Over this period, manufacturing and mining, mainly of copper, significantly increased their shares in total output.
By the early 1960s, most of the easy and obvious substitutions of imported goods had already been made; the process of import substitution was rapidly becoming less dynamic. For example, between 1950 and 1960 total real industrial production grew at an annual rate of only 3.5 percent, less than half the rate of the previous decade.
During the 1950s, inflation, which had been a chronic problem in Chile since at least the 1880s, became particularly serious; the rate of increase of consumer prices averaged 36 percent per annum during the decade, reaching a peak of 84 percent in 1955. The main source of the inflationary pressure on the Chilean economy was a remarkably lax fiscal policy. Chile's economic history has been marked by failed attempts to curb inflation. During the 1950s and 1960s, three major stabilization programs, one in each administration, were launched. The common aspect of these efforts was the emphasis placed on tackling the various consequences of inflationary pressures, such as prices, wages, and exchange-rate increases, rather than the root cause of money growth, the monetization of the fiscal deficit. In spite of the efforts of presidents Carlos Ibáñez del Campo (1927-31, 1952-58) and Jorge Alessandri Rodríguez (1958-64), inflation averaged 31 percent per annum during these two decades. In 1970, the last year of the government of President Eduardo Frei Montalva (1964-70), the inflation rate stood at 35 percent.
During the 1960s, and especially during the Frei administration, some efforts to reform the economy were launched. These included an agrarian reform, a limited liberalization of the external sector, and a policy of minidevaluations aimed at preventing the erosion of the real exchange rate. Under the 1962 Agrarian Reform Law, the Agrarian Reform Corporation (Corporación de Reforma Agraria--Cora) was created to handle the distribution, but land reform proved to be slow and expensive. In spite of these and other reforms, toward the end of the 1960s it appeared that the performance of the economy had not improved in relation to the previous twenty years. Moreover, the economy was still heavily regulated"
Burada da 70'te göreve gelen Allende yönetiminin planladığı ekonomik reformlar anlatılıyor, bunlar anlayacak kadar İngilizcen olduğunu varsayıyorum, yoksa bir akşam Ertegün'ün kafesinde otururken çıtlat bana, çevireyim senin için;
"In September 1970, Salvador Allende, the UP candidate, was elected president of Chile. Over the next three years, a unique political and economic experience followed. The UP was a coalition of left and center-left parties dominated by the Socialist Party of Chile (Partido Socialista--PS) and the Communist Party of Chile (Partido Comunista de Chile--PCCh), both of which sought to implement deep institutional, political, and economic reforms. The UP's program called for a democratic "Chilean road to socialism".
When Allende took office in November 1970, his UP government faced a stagnant economy weakened by inflation, which hit a rate of 35 percent in 1970. Between 1967 and 1970, real GDP per capita had grown only 1.2 percent per annum, a rate significantly below the Latin American average. The balance of payments had shown substantial surpluses during all but one of the years from 1964 to 1970, and, at the time the UP took power, the Central Bank of Chile had a stock of international reserves of approximately US$400 million.
The UP had a number of short-run economic objectives: initiating structural economic transformations, including a program of nationalization; increasing real wages; reducing inflation; spurring economic growth; increasing consumption, especially by poorer people; and reducing the economy's dependence on the rest of the world. The UP's nationalization program was to be achieved by a combination of new legislation, requisitions, and stock purchases from small shareholders. The other goals--output and increased consumption, with rising salaries and declining inflation--were to be accomplished by a boost in aggregate demand, mainly generated by higher government expenditures, accompanied by strict price controls and measures to redistribute income.
The UP's macroeconomic program was based on several key assumptions, the most important being that the manufacturing sector had ample underutilized capacity. This provided the theoretical basis for the belief that large fiscal deficits would not necessarily be inflationary. The lack of full utilization was, in turn, attributed to two fundamental factors: the monopolistic nature of the manufacturing industry and the structure of income distribution. Based on this diagnosis, it was thought that if income were redistributed toward the poorer groups through wage increases and if prices were properly controlled, there would be a significant expansion of demand and output.
Regarding inflation, the UP program placed blame on structural rigidities (namely, slow or no response of quantity supplied to price increases), bottlenecks, and the role of monopolistic pricing, and it played down the role of fiscal pressures and money creation. Little attention was paid to the financial sector, given the orientation of the new regime's economic technocrats toward the import-substitution, structuralist philosophy of the Economic Commission for Latin America. In fact, Allende's minister of foreign relations and vice president, Clodomiro Almeyda, relates in his memoirs how in the first postelection meeting of the economic team, these technocrats argued expressly and convincingly that monetary and financial management did not deserve too much attention. Alfonso Inostroza, the Central Bank president, stated in early 1971 that the main objective of the monetary policy was to "transform it into a key instrument . . . to achieve the complete mobilization of productive resources, and their allocation to those areas that the government gives priority to . . . ." This was consistent with the view of inflation of those espousing structuralism.
The UP perspective on the way the economy functioned ignored many of the key principles of traditional economic theory. This was reflected in the greatly diminished attention given to monetary policies, but also in the complete disregard of the exchange rate as a key variable in determining macroeconomic equilibrium. In particular, the UP program and policies paid no attention to the role of the real exchange rate as a determinant of the country's international competitive position. Moreover, the UP failed to recognize that its policies would not be sustainable in the medium term and that capacity constraints were going to become an insurmountable obstacle to rapid growth."
Bu da senin çok sevdiğin, milyonlarca insanın mezarının üzerinde dansedebilmek için can attığı Pinochet döneminde yapılanlar;
"After the military took over the government in September 1973, a period of dramatic economic changes began. Chile was transformed gradually from an economy isolated from the rest of the world, with strong government intervention, into a liberalized, worldintegrated economy, where market forces were left free to guide most of the economy's decisions. This period was characterized by several important economic achievements: inflation was reduced greatly, the government deficit was virtually eliminated, the economy went through a dramatic liberalization of its foreign sector, and a strong market system was established.
From an economic point of view, the era of General Augusto Pinochet Ugarte (1973-90) can be divided into two periods. The first, from 1973 to 1982, corresponds to the period when most of the reforms were implemented. The period ended with the international debt crisis and the collapse of the Chilean economy. At that point, unemployment was extremely high, above 20 percent, and a large proportion of the banking sector had become bankrupt. During this period, a pragmatic economic policy that emphasized export expansion and growth was implemented. The second period, from 1982 to 1990, is characterized by economic recovery and a further movement towards a free market economy, although at a slower pace than that of the early 1980s."
Neymiş, kapitalist dünyada Soğuk savaş döneminde geç kalmış ekonomik gelişmesini sağlama mücadelesi veren bir ülkenin uyguladığı ekonomik programları ve toprak reformunu daha ileriye götürebilmek için halk tarafından seçilerek yönetime gelen Allende hükümetinin ABD tarafından devrilmesinin sebebi, Pinochet aracılığıyla ekonomiyi ardına kadar dışarıya açarak , korumacılıkla geliştirilmeye çalışan tüm sektörlerin çökertilmesinin kolaylaştırılmasıymış.
Ee, hani bir fıkra vardır; ağam biz bu boku niye yedik diye, biz bunları zaten biliyorduk bu tartışmaya niye girdik ?
Çünkü Hıncal bey, marjinal olmayı, saçma da olsa genel görüşün aksi yönündeki fikirleri savunmayı matah bir şey sanmakta.
Ben daha fazla uzatmıyorum, buradan bile çıkartılacak fazlasıyla sonuç var.
Bu arada, kıçın görünüyor abi.
Fly in the Starfucks!
Fly Inn diye bir mekan var Florya'da, "Burası zengin bir semt, böyle büyük bir alışveriş merkezi yaparsak buraların balını emebiliriz" düşüncesiyle alakasız bir şekilde havaalanı yolunun yanına inşa edilmiş heyula gibi bir bina.
Deri koltuk müptelası olduğum için değil, kıçımın dibinde Marcus Miller bass çalıyormuş gibi beni sürekli zıplatan bir ses sistemiyle film izlemek hoşuma gittiği için de değil; sadece izlemek istediğim filmi gösteren en yakın sinema olduğu için buradaki Cinebonus'a gittim.
Bayanların alışveriş keyfi nasıl bir süreçtir hepiniz biliyorsunuz; giriş, gelişme ve sonuç şeklinde üç bölümden oluşur. Buradaki sonsuz değişkenine sonsuzla sonsuz arasında bir sayı koyabilirsiniz. Mango adı verilen erkek mezarında baya bir oyalandıktan sonra, Burger King'den kahvelerimizi alıp, iki yudum aldıktan sonra sinemaya yöneldik. Kardeşime "Yaw yiyecek içecekle sinemadan içeri almıyor olmalılar, bunları bıraksak mı?" dedim, o da az önce kahveleriyle giren iki kadın gördüğünü söyledi. Sallana sallana girişe geldik.
Biletimizi otomata okutan çocuk, "Pardon ama," dedi, "Sadece Starbucks'tan alınan kahvelerle girebiliyorsunuz."
"Nasıl?" dedim.
"Starbucks'tan kahve alabilirseniz içeri sokabiliyoruz, onun dışındakileri alamıyoruz." dedi.
"Neden, diğer kahveler gıcık mı yapıyormuş?" dediğimde, kendimi çalışan arkadaşla kısır bir geyiğin içinde buldum. Neyse, gerisi önemsiz, sigara içmeden önce tercih ettikleri bir marka olup olmadığını sordum, Winston olursa iyi olacağını söyledi. Gülüştük, geçtik.
Şimdi nedir bu ?
Reklam, ya da bir çeşit promosyon mu yapıyorsunuz siz gençler ? Vay be, biz bunu neden daha önce düşünemedik, insanların o an yapmakta oldukları keyif verici eylemi - özellikle anlık bir eylem olduğuna dikkat çekiyorum - yasaklayarak, onları aynı eylemi başka bir şekilde tekrarlamaya teşvik etmek. Ben günün yorgunluğunu alsın diye içiyorum güzel kardeşim bu kahveyi, sinir stres sahibi olmak için değil. Sizin bana söylediğiniz ise, eğer kahve içmek istiyorsam bir zahmet iki kat aşağıya inip Starbucks'un boktan kahvesinden almak zorunda olduğum mu yani ?
Tamam herşey iyi güzel de, böyle bir uygulamanız varsa geniş düşünmeniz gerekli bana göre ;
Mesela hastaysak ve burnumuz akıyorsa, hangi peçeteleri kullanabiliyoruz ? O fil olduğu iddia edilen halkalara sahip peçetelerden mi kullanmalıyız, yoksa yirmi sene önce Kurban bayramında hediye edilen mendile sümkürebilir miyim?
Cep telefonları Sony olanlar film boyunca açık tutabilse mesela, Sony'nin satışlarına müspet bir etkisi olmaz mıydı bunun ? İsteyince ben de bulabiliyorum böyle fikirler değil mi ?
Eh, bu dünyada insanın başına ne gelirse arkadaştan geliyor; bana kalırsa buna da bir kriter getirilebilir. Yanımızda getireceğimiz arkadaşımız için ne zaman bir beden ölçüsü genelgesi yayınlayacaksınız ?
Filmi izlerken kıçım kaşınırsa, hangi elimle kaşıyabilirim ? Koltuğa sürtünerek geçmesini ummak serbest mi ?
Siz Faşist misiniz ulan ? İçmiyorum kahvenizi, inşallah hepinizin kıçı da sinemanızın o deri koltuklarında pişik olur.
Zeit - Eskilerden Bir Yazı.
Sene 2001 olmalı, liseli bir salak olmaktan üniversiteli antisosyal bir salak olmaya doğru attığım en hevesli adımlar, yerini yavaş yavaş hayal kırıklığına bırakıyor. Olanca hızıyla ve bir seferlik insan hayatına yapılabilecek en büyük hakaret olan bir boşlukla geçen günler, kendimi hayatı yoğun yaşadığıma inandırmaya yönelik bir sanrı yaratmıştı bende. Parçalanıyordum, bunalımdaydım, üzgündüm, hayatın anlamı altında eziliyordum; oysa bir bok yaptığım yoktu.
Bu da o döneme ait bir yazı işte.
"Merhaba , Nasılsınız ? Biraz geç kaldım , özür dilerim. Bu yüzden bugün birlikte fazla vakit geçiremeyeceğiz.Birazdan dersim başlıyor , o yüzden hemen anlatmaya başlasam iyi olacak.Son olarak önceki hayatlarımdan birinde güçlü-postmodern bir savaşçıyken zalim titanlarla ve güç odaklarıyla savaşıp nasıl medyatik bir kral olduğumu anlatmıştım değil mi ? Tamam.
Aslında onun öncesi de var.Bütün bu mücadelemde bana güç veren yıkıcı tutku zamandan bana kalıtımsal olarak geçti ; o da benim gibi yıkıp yeniden yaratmasını pek sever.
Lafı dolandırmadan başlamalıyım , çünkü birazdan ateşkes kalkacak ve zihnim yeniden kuşatılacak.Bugün şu an karşınızda duran ve son yaşam formum olan adamı anlatacağım size.
Yola başladığımdan bugüne çok zaman geçmedi , gözlerimin ışığa alışması ve karanlığa daha özgürce bakabilmem ise günümüzden birkaç yıl öncesine dayanır...Benden önce yaşamış insanların sevinç ve acı gözyaşlarından oluşan sarı parke taşları üzerinde yürüdüğümü ve zamanın sürtünme kuvvetini hesaba katmadan ilerlediğini -eğer ilerliyorsa tabii- anlayabilecek kadar büyüdüm.Her kadın gibi ağladığı zaman makyajı akan hayatın gerçek yüzünü ve sivilcelerini görebilecek ve yüzümü zenginliklere çeviremeyecek kadar da yanlış yoldayım...
Keşke yaptığım tek büyük hata bu olsa.Keşke bu kadarla sınırlı olsaydı reddettiklerim.Ama ben hatamı hiçbir zaman anlamadım , bununla da yetinmeyerek sürekli düşünmeye çalıştım.Onca patırtı arasında , gücü sınırlı olan beynimin yorulacağını hesaplamadan etrafımda olup bitenleri anlamak için mücadele ettim.”Hayat yaşamaya değer” diyordu sanat , ama ben “Hayat anlamaya değer” diyen bilimin peşinden gittim.Hem de özelde kendimi , genelde insanı tüm varoluşun merkezine koyarak.Ne büyük aptallık...
Oysa hiçbir şey sadece bizim için yaratılacak kadar basit değil , öyle olsa bile biz asla uğruna evrenler yaratılacak kadar asil yaratıklar olmadık.Bir an için bu iki şartın da oluştuğunu düşünelim-ki ikisi asla aynı zaman ve mekan kavramları içinde bulunamazlar- : eminim kader denilen mekanizma (ya da sistem ya da makine ya da her neyse ya da...) sadece birazcık daha adaletsiz olarak durumu insanlık aleyhine çevirecektir.Sonra bize de bu olaylar üzerine konuşmak kalır.Sanki sözle atalarımızın günahlarını affettirip milyonlarca yıllık (hem de taraflardan birinin bir tanrı olduğu) bir kan davasını kapatabilirmişiz gibi...Bu durumu sözle çözmek biraz , hatta oldukça zordur.
Evet , evet.
Hristiyan olanlarınızın “Ama Önce Söz Vardı?” dediğini duyuyorum.
Haklı olduğunuz noktaların varlığını teslim ediyorum tabii ki , ama kendimce yanlış olan bir saptamanızı göstermezsem bu hareketimi kişisel gelişiminize yapılmış bir ihanet olarak kabul ederim.
Tanrı İsa’ya “Önce söz vardı...” derken kuvvetle muhtemel başka bir şey düşünüyordu.Zaman içerisinde derinlemesine düşünecek olursak Tanrı ve Tanrının sevincinin ifadesinden başka bir şey olmayan “Söz”den önce de bir düzen vardı : zaman.Zaman kaosun içindeki tek düzendir...
Işığın karanlıktan doğduğu gün madde ne ise , bugün de odur bana göre.Biçimsel birkaç değişikliği saymazsak.Örnek olarak insanın gelişim süreci ile zamanın geçişini ele alalım , belki bazı paralellikler bulabiliriz.
Önümden hızla geçen her gün onu himayesinde bulunduran ayı kötü bir yönetim altında olduklarına dair tahrik ediyor , aylar da birleşerek karlar altında çam ağaçlarıyla süslü şatosunda kaybolmuş ihtişamının gölgesinde ısınarak yaşamaya çalışan yıllara saldırıyorlar.Atalarımızın dediği gibi , birlikten kuvvet doğuyor tabii ki , yıl yeniliyor.
Bu sonsuz döngü böylece devam ediyor , dorukta oturan yıl her sene değişiyor ama rejim hala aynı.Hala yıllar birer birer artıyor , medeniyetimizin ve teknolojimizin geldiği noktaya rağmen.Seneler yaklaşık 365 serf tarafından gaza getirilen 12 ay tarafından alaşağı edilebilecek kadar zayıflar , Aylardan hiçbiri ise indirilen yılın tahtına oturacak kadar kudretli hissetmiyor kendini.
Nasıl , tıpkı ihtilaller gibi değil mi ?
Her insan geçiş dönemleri yaşar ; terk eder , kaybeder , bulur.Bazen bir günde yıkarız inandığımız tüm şeyleri ; ahlaksız , tanrısız devam ederiz hayatımıza bir süre.Elbette yıkılanın yerini yenisi alır (bir yerlere dayanmadan yaşayabilecek kadar kötü müyüz?) , hem de daha sertleşmiş ve sökülmesi güç bir şekilde.İnançsızlığın inanç haline geldiği zaman yola çıktığın noktadan daha da geride bir yerlerdesin demektir.
-“Affedersin , sınıfta ders var mı acaba ?”
Bilmem ki.Kapı kapalıydı , ben de açıp kontrol etme ihtiyacı duymadım.Herhalde vardır , hem sana ne ? Varsa girip dinlemeyeceksin nasıl olsa.Boş ver , bilmemen daha iyi.
-“Bilmem ki.Bir bak istersen.”
Bir şeyler söylüyor ama duymuyorum , uzaklaşırken gülümsüyor ve ben de karşılık veriyorum.Nihayet sınıfa girdi.Demek ki ders yokmuş.
Ahlaksızlığımız bile kendi sınırlarını çizer kalın kalın çizgilerle , dışına istesek de çıkamayız.Kirlenmiş yaşlı adamlar için olduğu kadar hayata yeni gelmiş bebekler için de geçerli bu.Doğduğunda seni sardıkları o kumaş parçasına değdiğin an her şey bitmiş demektir ; boş olduğuna en çok inandığın zamanlarda bile ağır bir yük taşırsın aslında.Çıplakken bile kendimiz olamayız , beni anlıyorsunuz değil mi ?
Bu neye benziyor biliyor musun ?
Karşımda duran duvarın bir kısmını (nedendir bilinmez) yıkıp yeniden yapmışlar.İşleri bittikten sonra yöneticiler o kısmı boyamanın gereksiz olduğuna inanmış olmalılar ki , hala sıvalı bir biçimde duruyor.Ve duvarın yere yakın kısımlarında...
-“Merhaba , Nasılsın ?”
Sana ne ? İyiyim ve yalnız kalmak istiyorum.
-“Fena değil , sağ ol.Nasıl gidiyor ?”
Bana ne ? Gülümsüyorsun , eminim mutlusun.
-“Derslere gidip geliyoruz işte.İçeride ders var mı ?”
Bilmem ki.Kapı hep kapalıydı , ben de açıp kontrol etme ihtiyacı duymadım.Vardır herhalde.
-“Herhalde yok.Yine de bir bak istersen.”
-“Tamam.Haydi dersten sonra görüşürüz.”
Sınıfa girdi.Demek ki sınıfta hoca yok.
Evet , duvarın yere yakın kısımlarında ayakkabı izleri var ; siz bulunduğunuz yerden göremediğiniz için anlatıyorum.Belki on , belki yirmi defa vurulmuş.Bir bu kadar da duvarın boyalı olan taraflarında vardır , orası daha eski olduğu için izlerin sayısı belki daha bile fazladır.
Asıl anlatmak istediğim şu : Boyalı olan taraftaki izler görünmüyor , boyanın koyu rengi insanın duvarları tekmeleten azgınlığını saklıyor.Ama medeniyetten tam anlamda nasibini alamamış , boyanın henüz icat edilmediği çağlardan kalmış gibi duran kısımda insanın bütün vahşiliği gözler önünde.Onu gizleyecek hiçbir şey yok.
Tıpkı hayatlarımız gibi.Beni anlıyorsunuz değil mi ?
Bütün gününü bir masanın arkasında bize güler yüz göstermeye çalışarak geçiren , görevi insanlarla ilişkilerini iyi tutmak olan , her gördüğümüzde davranışlarından dolayı takdir ettiğimiz insanlar bile günün karanlığın ışığa sahip olduğu saatlerinde değişmiyorlar mı ? Bilgisayarlardan , telefon ahizelerinden gündüzleri düşünmeye bile korktukları karanlık fikirlerini insanların üzerine bulaştırmıyorlar mı ? Peki bu cesarete yol açan sahte güvenlik duygusunu onlara , bize , hepimize veren ne ? İnsan sesinin acımasızca telefon kablolarına , insan zihninin bilgisayar kasalarına hapsedilmesinin sorumlusu neyse o ! Medeniyet.Medine-i-yet.Ya da her ne derseniz.
Onların duvara attıkları tekmeleri boyalar gizliyor , ama biz ayağımızın ucuyla dokunsak bile duvarı kirletmeye ve anarşi yaratmaya teşebbüsten etiketleniyoruz.Bir de tekmeledikten sonra para verip duvarı boyatanlar var , onlardan bahsetmek istemiyorum.
Duvarlar temiz değil , ama öyle görünüyorlar.Çünkü
soğuktan korunmak için icat ettiğimiz medeniyet , bizi bizden gizliyor.Eğer giydiğimiz her şeyi-derimizi soymak pahasına-üzerimizden çıkaracak olursak , en altta saf insanı ve zamanın ilahi düzenini bulacağız.Çıkaracak olursak dedim , ben çıkarabileceğimize inanmıyorum.
Bunları size anlatıyorum dostlarım ; çünkü bilinmesi gereken şeyler hep gizli kalıyor.Bunları size anlatıyorum dostlarım , çünkü birazdan zihnim işgal edilince anlattıklarımı sadece sizler bileceksiniz.Ta ki işgal kalkana kadar...
Bunları size anlatıyorum dostlarım , çünkü ben sadece kendime yardım edemem.
Şimdi gitmem gerekiyor , top atışlarını ve dürbünle cepheyi seyreden generallerin sert bakışlarını beyin kıvrımlarımda hissedebildiğime göre kuşatma tekrar başlıyor.Ellerinden yine kurtulabilir ve hatlarını yarabilirsem gelirim yanınıza , anlatacak çok şeyim var daha...İşte saldırı başladı , yavaş yavaş unutuyorum yaşadıklarımı teker teker...
Ders saatini on beş dakika geçiyor , henüz sınıfa kimse uğramadığına göre bugün ders yok herhalde , o yüzden boşu boşuna beklememin de bir anlamı yok.Eve gidip de biraz dinleneyim , kendimi çok yorgun hissediyorum."
Bu da o döneme ait bir yazı işte.
"Merhaba , Nasılsınız ? Biraz geç kaldım , özür dilerim. Bu yüzden bugün birlikte fazla vakit geçiremeyeceğiz.Birazdan dersim başlıyor , o yüzden hemen anlatmaya başlasam iyi olacak.Son olarak önceki hayatlarımdan birinde güçlü-postmodern bir savaşçıyken zalim titanlarla ve güç odaklarıyla savaşıp nasıl medyatik bir kral olduğumu anlatmıştım değil mi ? Tamam.
Aslında onun öncesi de var.Bütün bu mücadelemde bana güç veren yıkıcı tutku zamandan bana kalıtımsal olarak geçti ; o da benim gibi yıkıp yeniden yaratmasını pek sever.
Lafı dolandırmadan başlamalıyım , çünkü birazdan ateşkes kalkacak ve zihnim yeniden kuşatılacak.Bugün şu an karşınızda duran ve son yaşam formum olan adamı anlatacağım size.
Yola başladığımdan bugüne çok zaman geçmedi , gözlerimin ışığa alışması ve karanlığa daha özgürce bakabilmem ise günümüzden birkaç yıl öncesine dayanır...Benden önce yaşamış insanların sevinç ve acı gözyaşlarından oluşan sarı parke taşları üzerinde yürüdüğümü ve zamanın sürtünme kuvvetini hesaba katmadan ilerlediğini -eğer ilerliyorsa tabii- anlayabilecek kadar büyüdüm.Her kadın gibi ağladığı zaman makyajı akan hayatın gerçek yüzünü ve sivilcelerini görebilecek ve yüzümü zenginliklere çeviremeyecek kadar da yanlış yoldayım...
Keşke yaptığım tek büyük hata bu olsa.Keşke bu kadarla sınırlı olsaydı reddettiklerim.Ama ben hatamı hiçbir zaman anlamadım , bununla da yetinmeyerek sürekli düşünmeye çalıştım.Onca patırtı arasında , gücü sınırlı olan beynimin yorulacağını hesaplamadan etrafımda olup bitenleri anlamak için mücadele ettim.”Hayat yaşamaya değer” diyordu sanat , ama ben “Hayat anlamaya değer” diyen bilimin peşinden gittim.Hem de özelde kendimi , genelde insanı tüm varoluşun merkezine koyarak.Ne büyük aptallık...
Oysa hiçbir şey sadece bizim için yaratılacak kadar basit değil , öyle olsa bile biz asla uğruna evrenler yaratılacak kadar asil yaratıklar olmadık.Bir an için bu iki şartın da oluştuğunu düşünelim-ki ikisi asla aynı zaman ve mekan kavramları içinde bulunamazlar- : eminim kader denilen mekanizma (ya da sistem ya da makine ya da her neyse ya da...) sadece birazcık daha adaletsiz olarak durumu insanlık aleyhine çevirecektir.Sonra bize de bu olaylar üzerine konuşmak kalır.Sanki sözle atalarımızın günahlarını affettirip milyonlarca yıllık (hem de taraflardan birinin bir tanrı olduğu) bir kan davasını kapatabilirmişiz gibi...Bu durumu sözle çözmek biraz , hatta oldukça zordur.
Evet , evet.
Hristiyan olanlarınızın “Ama Önce Söz Vardı?” dediğini duyuyorum.
Haklı olduğunuz noktaların varlığını teslim ediyorum tabii ki , ama kendimce yanlış olan bir saptamanızı göstermezsem bu hareketimi kişisel gelişiminize yapılmış bir ihanet olarak kabul ederim.
Tanrı İsa’ya “Önce söz vardı...” derken kuvvetle muhtemel başka bir şey düşünüyordu.Zaman içerisinde derinlemesine düşünecek olursak Tanrı ve Tanrının sevincinin ifadesinden başka bir şey olmayan “Söz”den önce de bir düzen vardı : zaman.Zaman kaosun içindeki tek düzendir...
Işığın karanlıktan doğduğu gün madde ne ise , bugün de odur bana göre.Biçimsel birkaç değişikliği saymazsak.Örnek olarak insanın gelişim süreci ile zamanın geçişini ele alalım , belki bazı paralellikler bulabiliriz.
Önümden hızla geçen her gün onu himayesinde bulunduran ayı kötü bir yönetim altında olduklarına dair tahrik ediyor , aylar da birleşerek karlar altında çam ağaçlarıyla süslü şatosunda kaybolmuş ihtişamının gölgesinde ısınarak yaşamaya çalışan yıllara saldırıyorlar.Atalarımızın dediği gibi , birlikten kuvvet doğuyor tabii ki , yıl yeniliyor.
Bu sonsuz döngü böylece devam ediyor , dorukta oturan yıl her sene değişiyor ama rejim hala aynı.Hala yıllar birer birer artıyor , medeniyetimizin ve teknolojimizin geldiği noktaya rağmen.Seneler yaklaşık 365 serf tarafından gaza getirilen 12 ay tarafından alaşağı edilebilecek kadar zayıflar , Aylardan hiçbiri ise indirilen yılın tahtına oturacak kadar kudretli hissetmiyor kendini.
Nasıl , tıpkı ihtilaller gibi değil mi ?
Her insan geçiş dönemleri yaşar ; terk eder , kaybeder , bulur.Bazen bir günde yıkarız inandığımız tüm şeyleri ; ahlaksız , tanrısız devam ederiz hayatımıza bir süre.Elbette yıkılanın yerini yenisi alır (bir yerlere dayanmadan yaşayabilecek kadar kötü müyüz?) , hem de daha sertleşmiş ve sökülmesi güç bir şekilde.İnançsızlığın inanç haline geldiği zaman yola çıktığın noktadan daha da geride bir yerlerdesin demektir.
-“Affedersin , sınıfta ders var mı acaba ?”
Bilmem ki.Kapı kapalıydı , ben de açıp kontrol etme ihtiyacı duymadım.Herhalde vardır , hem sana ne ? Varsa girip dinlemeyeceksin nasıl olsa.Boş ver , bilmemen daha iyi.
-“Bilmem ki.Bir bak istersen.”
Bir şeyler söylüyor ama duymuyorum , uzaklaşırken gülümsüyor ve ben de karşılık veriyorum.Nihayet sınıfa girdi.Demek ki ders yokmuş.
Ahlaksızlığımız bile kendi sınırlarını çizer kalın kalın çizgilerle , dışına istesek de çıkamayız.Kirlenmiş yaşlı adamlar için olduğu kadar hayata yeni gelmiş bebekler için de geçerli bu.Doğduğunda seni sardıkları o kumaş parçasına değdiğin an her şey bitmiş demektir ; boş olduğuna en çok inandığın zamanlarda bile ağır bir yük taşırsın aslında.Çıplakken bile kendimiz olamayız , beni anlıyorsunuz değil mi ?
Bu neye benziyor biliyor musun ?
Karşımda duran duvarın bir kısmını (nedendir bilinmez) yıkıp yeniden yapmışlar.İşleri bittikten sonra yöneticiler o kısmı boyamanın gereksiz olduğuna inanmış olmalılar ki , hala sıvalı bir biçimde duruyor.Ve duvarın yere yakın kısımlarında...
-“Merhaba , Nasılsın ?”
Sana ne ? İyiyim ve yalnız kalmak istiyorum.
-“Fena değil , sağ ol.Nasıl gidiyor ?”
Bana ne ? Gülümsüyorsun , eminim mutlusun.
-“Derslere gidip geliyoruz işte.İçeride ders var mı ?”
Bilmem ki.Kapı hep kapalıydı , ben de açıp kontrol etme ihtiyacı duymadım.Vardır herhalde.
-“Herhalde yok.Yine de bir bak istersen.”
-“Tamam.Haydi dersten sonra görüşürüz.”
Sınıfa girdi.Demek ki sınıfta hoca yok.
Evet , duvarın yere yakın kısımlarında ayakkabı izleri var ; siz bulunduğunuz yerden göremediğiniz için anlatıyorum.Belki on , belki yirmi defa vurulmuş.Bir bu kadar da duvarın boyalı olan taraflarında vardır , orası daha eski olduğu için izlerin sayısı belki daha bile fazladır.
Asıl anlatmak istediğim şu : Boyalı olan taraftaki izler görünmüyor , boyanın koyu rengi insanın duvarları tekmeleten azgınlığını saklıyor.Ama medeniyetten tam anlamda nasibini alamamış , boyanın henüz icat edilmediği çağlardan kalmış gibi duran kısımda insanın bütün vahşiliği gözler önünde.Onu gizleyecek hiçbir şey yok.
Tıpkı hayatlarımız gibi.Beni anlıyorsunuz değil mi ?
Bütün gününü bir masanın arkasında bize güler yüz göstermeye çalışarak geçiren , görevi insanlarla ilişkilerini iyi tutmak olan , her gördüğümüzde davranışlarından dolayı takdir ettiğimiz insanlar bile günün karanlığın ışığa sahip olduğu saatlerinde değişmiyorlar mı ? Bilgisayarlardan , telefon ahizelerinden gündüzleri düşünmeye bile korktukları karanlık fikirlerini insanların üzerine bulaştırmıyorlar mı ? Peki bu cesarete yol açan sahte güvenlik duygusunu onlara , bize , hepimize veren ne ? İnsan sesinin acımasızca telefon kablolarına , insan zihninin bilgisayar kasalarına hapsedilmesinin sorumlusu neyse o ! Medeniyet.Medine-i-yet.Ya da her ne derseniz.
Onların duvara attıkları tekmeleri boyalar gizliyor , ama biz ayağımızın ucuyla dokunsak bile duvarı kirletmeye ve anarşi yaratmaya teşebbüsten etiketleniyoruz.Bir de tekmeledikten sonra para verip duvarı boyatanlar var , onlardan bahsetmek istemiyorum.
Duvarlar temiz değil , ama öyle görünüyorlar.Çünkü
soğuktan korunmak için icat ettiğimiz medeniyet , bizi bizden gizliyor.Eğer giydiğimiz her şeyi-derimizi soymak pahasına-üzerimizden çıkaracak olursak , en altta saf insanı ve zamanın ilahi düzenini bulacağız.Çıkaracak olursak dedim , ben çıkarabileceğimize inanmıyorum.
Bunları size anlatıyorum dostlarım ; çünkü bilinmesi gereken şeyler hep gizli kalıyor.Bunları size anlatıyorum dostlarım , çünkü birazdan zihnim işgal edilince anlattıklarımı sadece sizler bileceksiniz.Ta ki işgal kalkana kadar...
Bunları size anlatıyorum dostlarım , çünkü ben sadece kendime yardım edemem.
Şimdi gitmem gerekiyor , top atışlarını ve dürbünle cepheyi seyreden generallerin sert bakışlarını beyin kıvrımlarımda hissedebildiğime göre kuşatma tekrar başlıyor.Ellerinden yine kurtulabilir ve hatlarını yarabilirsem gelirim yanınıza , anlatacak çok şeyim var daha...İşte saldırı başladı , yavaş yavaş unutuyorum yaşadıklarımı teker teker...
Ders saatini on beş dakika geçiyor , henüz sınıfa kimse uğramadığına göre bugün ders yok herhalde , o yüzden boşu boşuna beklememin de bir anlamı yok.Eve gidip de biraz dinleneyim , kendimi çok yorgun hissediyorum."
Lanet - Eskilerden Bir Yazı
Yıllar önce, üniversiteyi kazandığım yıl yaptığım sitedeki yazıları yavaş yavaş buraya aktarmak istiyorum , Tripod işi öyle abartmış ki yeni sayfaya tıklamayı bir kenara bırakın; hiçbir yere tıklamasanız bile pop-up çıkıyor.
Uzatmayalım; ilginizi çekerse buyrun. Hayata, aşka, ölüme, edebiyata acemi bir çocuğun kaleminden çıkan deli saçmaları zaman zaman burada olacak. İmlasına, bokuna püsürüne dokunursam o zamanlar sahip olduğum saflığa, kirlenmemişliğe ihanet olacakmış gibi hissettiğim için ellemedim.
"Aslına bakarsak herşey eskidir buralarda ; o yüzden suçu duvarlardaki boyalara ve merdiven trabzanlarına yüklememek gerekir.Uzun bir süre önce kaçtı bu sokaktan insanların yüzündeki gülümseme , çocuk çığlıklarını da beraberinde götürdü.Yollar ise kaldılar , zaten eskiydiler ve artık kimseyi kimseye ulaştırmaları da gerekmiyor...Çok az kişi kaldı buralarda artık.Onlar da hala susuyorlar ; çünkü kimse merak etmiyor gerçeği.Kimse bilmek istemiyor şehrin bu sokağının neden boş ve sevgisiz olduğunu...Boş bu sokaklar ; çünkü yağmur ve tanrılar bu sokağa küstüler.Biri sebep oldu buna ; bir adam sonsuza kadar lanetledi bu sokağı.Evet ; sokaklara da küser tanrılar insanlara olduğu kadar.
Son kez yağıyordu yağmur o gece asfalt yola ve çatılara...
"Yağmuru seviyorum." dedi küçük kız gökyüzüne bakarak."Etraf biraz daha kararıyor ama ben yine de seviyorum yağmuru.Sokak biraz soğuk.Birazdan annem kucağıma alır beni ve ısıtır.Camın arkasından izlerim yağmuru ; hem de üşümeden..." Adımlarını sıklaştırdı.On ya da onbir yaşlarında gösteriyordu ; sapsarı saçları iki örgü halinde omuzlarından dökülüyordu.Melekleri andıran bir yüze sahipti çocuk ; görseniz o soğukta bile içiniz ısınırdı.Tabii bir kadını az bir para için öldürebilecek kudurmuş bir katil değilseniz...Belki onları bile vazgeçirebilirdi bu saf güzellik...Sevginin gücü azdır belki karanlığınkinden ; ama yadsınamaz...Kendi adıma söyleyeyim ; onu gördüğümde sadece biraz daha yaşamak geldi içimden...Öldürmek değil ; her ne kadar bunu hissetmek için biraz geç kalmış olsam da.
Merdivenlerde karşılaştık onunla ; evdeki dostlarımın çıkmasını beklerken duvarlardaki dökülmüş boyaları ve rutubet izlerini seyrediyordum.İçim sıkıldığındandır belki ; bir sürü anlam yüklemiştim onlara.Kimi birkaç mücevher gibi göründü ; kimi ise duvara yapışan kadın çığlıkları gibi...İğrendim bir an kendimden ; boş ve alçakça geldi bugüne kadar yaptığım herşey.O an kızın sesi geldi sokaktan , kendi kendine annesini anlatıyordu.Bir tarafta ben vardım ; henüz beş dakika önce yeniden kirlenmiş olan , bir de o vardı hayatında benim kadar büyük bir pisliği ilk defa görecek olan.Merdivenleri çıkarken "Merhaba." dedi bana gülümseyerek , işte tam bu an istedim sonsuza kadar yaşamayı.Gülümsemeye çalıştım anlamsızca : "Merhaba güzel kız , saat biraz geç değil mi ? Senin evinde olman gerekiyor sanırım." Derin derin baktı gözlerime ; ama korkmadan.Alışkın değildim banan böyle bakılmasına ; herşeyi gözlerimde görür diye korktum ve kaçırdım gözlerimi.Üzerimdeki ilk etkisi böyle oldu sevginin ; biri gözlerime baktı ve korkan ben oldum ilk defa."Benim bir evim de burası aslında." diye cevap verdi bana gözlerini kırpıştırarak."Diğeri bir sokak aşağıda ; babaannemin evi.Burada annem oturuyor , bende arada ona geliyorum kalmak için.Kucağına oturuyorum ve uzun uzun öpüyorum onu.Öyle güzel ki onunla olmak." Birden evin kapısının aralık olduğunu fark etti ; gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı : " Yoksa sen annemi tanıyor musun ?"
"Bunu yapma bana." dedim içimden : "Bana böyle bir ceza verme , buna dayanamam !" Evin içinden hala tıkırtılar geliyordu ; kendimi toparlamaya çalıştım ve mantıklı bir cevap düşündüm.Planları genelde ben yapardım ; bu konularda pek zorlandığım söylenemez ama o an aklım durmuş gibiydi.Küçük kız suskunluğum karşısında endişeye düştü , içeriye doğru yürüdü ve tam yanımdan geçerken kendime çekerek ona sarıldım.O sırada adamlarım kapıda belirdiler.Birinin elinde ufak , siyah bir poşet ; diğerinde ise sürüklediği büyük bir çuval vardı.Kızı görünce şaşırdılar , kafamı kıza çevirdiğimde ise kaçınılmazlığın dehşetini gördüm gözlerinde.Aman tanrım ; hala titriyorum hatırladıkça...Başka bir seçeneğim yoktu ; o kadar masumdu ki...
İki el ateş ettim...
Şaşkınlık yerini sırayla nefrete , daha sonra da donukluğa bıraktı ve arkadaşlarım yere düştüler.Ağlamak üzere olan kıza iyice sarıldım ve "Sanırım bu hırsızlar annene kötü şeyler yapmışlar bebeğim." dedim."İçeri girmesen iyi olur." Soru soran gözlerindeki yaşlar üzerime damlıyordu.Biraz olsun kendini huzurlu hissetsin diye canımı verebilirdim o an orada."Ben gizli servis ajanıyım ; anneni kurtarmak için geldim ama yetişemedim.Üzgünüm..." Elimle gözyaşlarını sildim , az önce yıkayarak annesinin kanından temizlediğim elimle...Neden bilmiyorum , bana daha sıkı sarıldı o an...
Sokağa son yağmur damlaları düşüyordu biz oradan ayrıldığımızda...
***
Yağmur yeni dinmişti.Mutfak penceresini açtım ve hafifçe dışarıyı kokladım.Tabakları tepsiye koydum ; tam ona kahvaltının hazır olduğunu haber vereceğim sırada kapı çaldı."Ben bakarım baba." diye bağırdığını duydum ve hızla mutfak kapısının önünden geçti."Aman tanrım." dedim kendi kendime."Ne kadar da büyüdü !" Geçen gün 20 yaşını kutlamıştık ve sevdiği bir erkek arkadaşı vardı.Ben kız çocuğu sahibi olmanın zorlukları üzerine düşünüp tavadaki omleti çevirirken içeriden beni çağırdı.Ellerimi yıkayıp salona girdim ve kızımın yanında iki tanımadığım adam gördüm."Sizinle yalnız konuşmak istiyoruz." dedi bir tanesi.Başımla işaret ettim ve kızım çalışma odama girdi...
"Kim olduğumuzu biliyorsun." dedi biri."Ve biz de senin kim olduğunu biliyoruz.Bu güne kadar nasıl saklandığını anlayamıyorum ama tek bildiğim şu cinayetlerin hepsini adamlarınla birlikte senin işlediğin !" Masanın üzerine attığı dosya düşerken aralandı ve içinde üzerine resimler zımbalanmış bir sürü kağıt olduğunu gördüm."Kız kim olduğunu biliyor mu peki ?" dedi az önce konuşan."Hiçbir şey bilmesini istemiyorum." diye cevap verdim.İsteğimin hiçbir zaman yerine gelmeyeceğini biliyordum.
İki el silah sesi duydum...
Kendi kanlarıyla kıpkırmızı olan halıya düştü polisler ve arkada elinde silahımı tutan kızımı gördüm.Başımın dertte olduğunu anladığını ve beni kurtarmaya geldiğini düşündüm.Kollarımı sarılmak için açtım ve ona doğru yürüdüm.
Silah bir kere daha ateşlendi...
Gözlerimi açtığımda yüzüme doğrulttuğu silahla başımda dikiliyordu.Omzuma binlerce bıçak saplanıyor gibiydi.Gözlerinden akan yaşlar üzerime damlarken hıçkırarak konuştu : "Bunu kaç kere düşündüm biliyor musun ? Sana baba derken neden burkulduğumu şimdi anlıyorum ! Kahretsin ; sen bir polis değilsin ve annemi öldürdün !"
Ben onu kurtarabilmek için nasıl arkadaşlarımı öldürdüysem o da beni öldürebilmek için polisleri vurmuştu.Halıda bana doğru sürünen adamı fark ettim ; kızıma onu sevdiğimi söyledim ve son silah sesiyle herşey karardı...
Öldüm ve lanet kalktı.Sahiplendiğim kızın annesi affetti ruhumu.
O gece yağmur yağdı karanlık , parke taşlı sokağa.Yıllar sonra..."
Uzatmayalım; ilginizi çekerse buyrun. Hayata, aşka, ölüme, edebiyata acemi bir çocuğun kaleminden çıkan deli saçmaları zaman zaman burada olacak. İmlasına, bokuna püsürüne dokunursam o zamanlar sahip olduğum saflığa, kirlenmemişliğe ihanet olacakmış gibi hissettiğim için ellemedim.
"Aslına bakarsak herşey eskidir buralarda ; o yüzden suçu duvarlardaki boyalara ve merdiven trabzanlarına yüklememek gerekir.Uzun bir süre önce kaçtı bu sokaktan insanların yüzündeki gülümseme , çocuk çığlıklarını da beraberinde götürdü.Yollar ise kaldılar , zaten eskiydiler ve artık kimseyi kimseye ulaştırmaları da gerekmiyor...Çok az kişi kaldı buralarda artık.Onlar da hala susuyorlar ; çünkü kimse merak etmiyor gerçeği.Kimse bilmek istemiyor şehrin bu sokağının neden boş ve sevgisiz olduğunu...Boş bu sokaklar ; çünkü yağmur ve tanrılar bu sokağa küstüler.Biri sebep oldu buna ; bir adam sonsuza kadar lanetledi bu sokağı.Evet ; sokaklara da küser tanrılar insanlara olduğu kadar.
Son kez yağıyordu yağmur o gece asfalt yola ve çatılara...
"Yağmuru seviyorum." dedi küçük kız gökyüzüne bakarak."Etraf biraz daha kararıyor ama ben yine de seviyorum yağmuru.Sokak biraz soğuk.Birazdan annem kucağıma alır beni ve ısıtır.Camın arkasından izlerim yağmuru ; hem de üşümeden..." Adımlarını sıklaştırdı.On ya da onbir yaşlarında gösteriyordu ; sapsarı saçları iki örgü halinde omuzlarından dökülüyordu.Melekleri andıran bir yüze sahipti çocuk ; görseniz o soğukta bile içiniz ısınırdı.Tabii bir kadını az bir para için öldürebilecek kudurmuş bir katil değilseniz...Belki onları bile vazgeçirebilirdi bu saf güzellik...Sevginin gücü azdır belki karanlığınkinden ; ama yadsınamaz...Kendi adıma söyleyeyim ; onu gördüğümde sadece biraz daha yaşamak geldi içimden...Öldürmek değil ; her ne kadar bunu hissetmek için biraz geç kalmış olsam da.
Merdivenlerde karşılaştık onunla ; evdeki dostlarımın çıkmasını beklerken duvarlardaki dökülmüş boyaları ve rutubet izlerini seyrediyordum.İçim sıkıldığındandır belki ; bir sürü anlam yüklemiştim onlara.Kimi birkaç mücevher gibi göründü ; kimi ise duvara yapışan kadın çığlıkları gibi...İğrendim bir an kendimden ; boş ve alçakça geldi bugüne kadar yaptığım herşey.O an kızın sesi geldi sokaktan , kendi kendine annesini anlatıyordu.Bir tarafta ben vardım ; henüz beş dakika önce yeniden kirlenmiş olan , bir de o vardı hayatında benim kadar büyük bir pisliği ilk defa görecek olan.Merdivenleri çıkarken "Merhaba." dedi bana gülümseyerek , işte tam bu an istedim sonsuza kadar yaşamayı.Gülümsemeye çalıştım anlamsızca : "Merhaba güzel kız , saat biraz geç değil mi ? Senin evinde olman gerekiyor sanırım." Derin derin baktı gözlerime ; ama korkmadan.Alışkın değildim banan böyle bakılmasına ; herşeyi gözlerimde görür diye korktum ve kaçırdım gözlerimi.Üzerimdeki ilk etkisi böyle oldu sevginin ; biri gözlerime baktı ve korkan ben oldum ilk defa."Benim bir evim de burası aslında." diye cevap verdi bana gözlerini kırpıştırarak."Diğeri bir sokak aşağıda ; babaannemin evi.Burada annem oturuyor , bende arada ona geliyorum kalmak için.Kucağına oturuyorum ve uzun uzun öpüyorum onu.Öyle güzel ki onunla olmak." Birden evin kapısının aralık olduğunu fark etti ; gülümsemesi bütün yüzüne yayıldı : " Yoksa sen annemi tanıyor musun ?"
"Bunu yapma bana." dedim içimden : "Bana böyle bir ceza verme , buna dayanamam !" Evin içinden hala tıkırtılar geliyordu ; kendimi toparlamaya çalıştım ve mantıklı bir cevap düşündüm.Planları genelde ben yapardım ; bu konularda pek zorlandığım söylenemez ama o an aklım durmuş gibiydi.Küçük kız suskunluğum karşısında endişeye düştü , içeriye doğru yürüdü ve tam yanımdan geçerken kendime çekerek ona sarıldım.O sırada adamlarım kapıda belirdiler.Birinin elinde ufak , siyah bir poşet ; diğerinde ise sürüklediği büyük bir çuval vardı.Kızı görünce şaşırdılar , kafamı kıza çevirdiğimde ise kaçınılmazlığın dehşetini gördüm gözlerinde.Aman tanrım ; hala titriyorum hatırladıkça...Başka bir seçeneğim yoktu ; o kadar masumdu ki...
İki el ateş ettim...
Şaşkınlık yerini sırayla nefrete , daha sonra da donukluğa bıraktı ve arkadaşlarım yere düştüler.Ağlamak üzere olan kıza iyice sarıldım ve "Sanırım bu hırsızlar annene kötü şeyler yapmışlar bebeğim." dedim."İçeri girmesen iyi olur." Soru soran gözlerindeki yaşlar üzerime damlıyordu.Biraz olsun kendini huzurlu hissetsin diye canımı verebilirdim o an orada."Ben gizli servis ajanıyım ; anneni kurtarmak için geldim ama yetişemedim.Üzgünüm..." Elimle gözyaşlarını sildim , az önce yıkayarak annesinin kanından temizlediğim elimle...Neden bilmiyorum , bana daha sıkı sarıldı o an...
Sokağa son yağmur damlaları düşüyordu biz oradan ayrıldığımızda...
***
Yağmur yeni dinmişti.Mutfak penceresini açtım ve hafifçe dışarıyı kokladım.Tabakları tepsiye koydum ; tam ona kahvaltının hazır olduğunu haber vereceğim sırada kapı çaldı."Ben bakarım baba." diye bağırdığını duydum ve hızla mutfak kapısının önünden geçti."Aman tanrım." dedim kendi kendime."Ne kadar da büyüdü !" Geçen gün 20 yaşını kutlamıştık ve sevdiği bir erkek arkadaşı vardı.Ben kız çocuğu sahibi olmanın zorlukları üzerine düşünüp tavadaki omleti çevirirken içeriden beni çağırdı.Ellerimi yıkayıp salona girdim ve kızımın yanında iki tanımadığım adam gördüm."Sizinle yalnız konuşmak istiyoruz." dedi bir tanesi.Başımla işaret ettim ve kızım çalışma odama girdi...
"Kim olduğumuzu biliyorsun." dedi biri."Ve biz de senin kim olduğunu biliyoruz.Bu güne kadar nasıl saklandığını anlayamıyorum ama tek bildiğim şu cinayetlerin hepsini adamlarınla birlikte senin işlediğin !" Masanın üzerine attığı dosya düşerken aralandı ve içinde üzerine resimler zımbalanmış bir sürü kağıt olduğunu gördüm."Kız kim olduğunu biliyor mu peki ?" dedi az önce konuşan."Hiçbir şey bilmesini istemiyorum." diye cevap verdim.İsteğimin hiçbir zaman yerine gelmeyeceğini biliyordum.
İki el silah sesi duydum...
Kendi kanlarıyla kıpkırmızı olan halıya düştü polisler ve arkada elinde silahımı tutan kızımı gördüm.Başımın dertte olduğunu anladığını ve beni kurtarmaya geldiğini düşündüm.Kollarımı sarılmak için açtım ve ona doğru yürüdüm.
Silah bir kere daha ateşlendi...
Gözlerimi açtığımda yüzüme doğrulttuğu silahla başımda dikiliyordu.Omzuma binlerce bıçak saplanıyor gibiydi.Gözlerinden akan yaşlar üzerime damlarken hıçkırarak konuştu : "Bunu kaç kere düşündüm biliyor musun ? Sana baba derken neden burkulduğumu şimdi anlıyorum ! Kahretsin ; sen bir polis değilsin ve annemi öldürdün !"
Ben onu kurtarabilmek için nasıl arkadaşlarımı öldürdüysem o da beni öldürebilmek için polisleri vurmuştu.Halıda bana doğru sürünen adamı fark ettim ; kızıma onu sevdiğimi söyledim ve son silah sesiyle herşey karardı...
Öldüm ve lanet kalktı.Sahiplendiğim kızın annesi affetti ruhumu.
O gece yağmur yağdı karanlık , parke taşlı sokağa.Yıllar sonra..."
Hollywood Hakkında - Mario Puzo'dan Bir Alıntı.
Mario Puzo'nun, The Godfather serisinin gölgesinde kalmış çok ilginç bir kitabını okuyorum bu aralar; Fools Die. Kitabı okudukça bir taraftan da internet üzerinden Puzo'nun hayat hikayesini didikliyorum, ve arada kitap hakkında bir çeşit otobiyografi olduğunu düşündürecek kadar önemli paralellikler var. Romanın kahramanı da yazarlıkla başladığı kariyerine Hollywood için senaryolar yazarak devam eden iflah olmaz bir kumarbaz. Çok zekice bir üslupla ince ince dokumuş kitabı Puzo, bazı yerler hayat öyküsüyle birebir örtüşürken bazı noktalar da size hiç alakası olmadığını düşündürecek kadar zıt. Ters menyal vermek dedikleri böyle birşey herhalde.
Neyse, bunlar hakkında kitabı bitirdiğimde uzun uzun konuşacağım. Şu an sinema sektörüyle ilgili alıntı yapmak istediğim bir kısım var. Kitabın ana karakteri olan anlatıcı, romanının filme çekilmesi için Hollywood'da kaldığı süre içerisinde, film stüdyosunun sahibiyle sinema sektörü üzerine derin tartışmalara giriyor. Bu da onlardan biri. Mario Puzo'nun bu sektör hakkındaki derin tecrübelerini düşünecek olursak, dikkatli okunmasında fayda var:
"- artık erkek bulamayan karının biri gibi konuşuyorsun" dedi Malomar. "Sinema yeni bir sanat türü olduğundan kendi dümeninin zamanının geçtiğinden korkuyorsun. Kıskançlık seninki, başka bir şey değil."
-"Filmle roman kıyaslanamaz ki" dedim. "Film hiçbir zaman kitabın yaptığını yapamaz."
-"Bunun konuyla bir ilgisi yok." dedi Malomar. "Bugün insanlar sinemayı istiyor ve gelecekte de isteyecekler. Bir de sen yapımcılar, örümcekler diye tutturmuşsun. Buraya birkaç aylığına gelmişsin, ahkam kesiyorsun. Herbirimize ayrı bir kulp uyduruyorsun. Fakat her iş aynıdır, hepsinin iyi yanı da kötü yanı da vardır. Tamam, sinemacıların tümü kaçık ve dolandırıcıdır, incik boncuk değiş tokuşu yapar gibi kullanırlar seksi; peki ne çıkar bundan? Sen bütün bu insanların, yapımcı olsun, yönetmen olsun, yazar olsun, oyuncu olsun, bir sürü sıkıntının içinden geçtiğini gözden kaçırıyorsun. Bu mesleği öğrenmek için yıllarını verirler ve herkesten çok çalışırlar. Gerçekten bağlıdır işlerine ve sen ne dersen de , iyi bir film yapmak için yetenek ve hatta deha gerekir. O aktör ve aktristler kara piyadesi gibidirler, önsafta harcanır giderler. Önemli rolleri onunla bununla düzüşerek de almazlar hem. Sanatçılıkları kanıtlanmış kişiler olmak zorundadır, zenaatlerini iyi bilmek zorundadırlar. Tabii ki erkek ya da kız arkadaşlarını baş role koyup beş milyon dolarlık bir filmi bok eden manyaklar da vardır. Fakat ömrü uzun sürmez böylelerinin. Sonra sen yönetmenlere ve yapımcılara da takmışşsın. Eh, yönetmenleri savunmama gerek bile yok. Bu mesleğin en zorlu işidir onlarınki. Fakat yapımcıların da bir işlevi vardır. Sirkteki aslan terbiyecileri gibidirler. Bir filmin yapımı ne demektir, bilir misin sen ? Önce film stüdyosunun finansman kurulunda on kişinin kıçını yalaman gerekir. Sonra allahın delisi birkaç yıldıza hem analık hem de babalık etmek zorundasın. Çekim ekibini hoşnut tutmak gerekir yoksa dalga geçip fazla mesailerle ananı ağlatırlar. Nihayet ekiptekilerin birbirini boğazlamasını önlemek de senin işindir. Bak Moses Wartberg'den nefret ederim örneğin, ama bu işin yürütülmesine destek olan büyük bir finansman dehası var adamın. Sanat zevkini ne kadar küçümsüyorsam, bu dehasına da o denli saygım var. Ve yapımcı yönetmen olarak durmadan uğraşmak zorundayım onunla. eh, herhalde sen bile kabul edersin ki filmlerimden birkaçı sanat ürünü denilebilecek nitelikte sayılırlar."
6 Ocak 2007 Cumartesi
Parçala Beni [Hehe]
Haşmet Babaoğlu'nun şuradan erişebileceğiniz hiçbir elle tutulacak yanı olmayan döşeme yazısına, favori köşe yazarım Engin Ardıç'tan çok ağır bir cevap gelmiş, linkin kaybolma ihtimaline karşı buraya alıyorum;
"Aşk çocuğu ve de yazarı Haşmet’i bilirsiniz, son zamanlarda fırtınalı ilişkileri ve kavgalarıyla gündeme gelmiş bir arkadaşımız... Hani şu “şarkıcının damadı” namıyla maruf kişi... Futboldan anlar sanırdık, meğerse Ortadoğu uzmanlığı da varmış.
Geçen gün bana bulaştı.
Yanlış duvara işedi.
Adını elbette vermediği başka birilerine beni de katmış, “seçilmiş cehaletimiz, baştan savmacılığımız ve yüzeyselliğimizle dudak uçuklattığımızı” söylüyor. (Seçilmiş cehalet ne demekse?)... En az altı yedi aydır Irak üzerine iki satır analiz okumamışız, bir dakika bile o konuda yoğunlaşmamışız. (“İçinde Tayyip Erdoğan, Süleyman Demirel, laiklik, irtica gibi unsurlar olmayan bir konuda ne yapacaklarını bilmeyenler ama salla başını al maaşını modelini sürdürenler” arasında ben de varmışım!)
Benden öğrendiği lafları bana satıyor, bu arada “mefhum-u muhalif” kullanma yöntemiyle kendisinin okuduğunu ve yoğunlaştığını belirtiyor yani.
O zaman sen beni aydınlat Haşmet... “Saddam’ın defteri çok önceden tarihten düşülmüştü, ölse ne olacak kalsa ne olacaktı” cümlem üzerine “diktatörün böyle bir idam yüzünden kahraman olarak yeniden dirilmesi ihtimalinin bölgedeki yangına nasıl olumsuz katkısı olabileceğini hiç umursamadığımı” yazmışsın, nasıl olabilir, anlat da öğrenelim.
Haşmet, ben burada lise kompozisyonu yazmak için bulunmuyorum. “Saddam’ın ölümü Irak halkını birleştirir” diyene de gülmem bile. Ama istersen ben de bir zevzeklik deneyeyim:
Şii-Sünni çatışmasını körükler... Daha çok kan dökülür... Irak iyice içinden çıkılmaz duruma gelir... (Vay be, ne yorum yaptım! Kimsenin aklına gelmemişti...)
Başka ne olur Haşmet, yaz da bilelim. Konunun diğer boyutlarını irdele. Bize Ortadoğu sorunlarını ve muhtemel gelişmeleri öğret. O laf kaleminden çıktı bir kere, kaçamazsın, uzun uzun anlatacaksın. Analiz yapacaksın.
Haşmet, sen de domuz gibi biliyorsun ki, Saddam maddam işin bahanesi... Geçen günkü “Nişantaşı serserileri” lafıma gıcık kaptın, uygun bir kulp takıp “geçirmek” için fırsat kolladın!
Yakıştı mı sana?... Yakıştı, yakıştı.
Fakat benim cahil (pardon, seçilmiş cahil), baştansavmacı (ayrı mı yazılıyor birleşik mi Haşmet?) ve yüzeysel bir adam olduğumu açık etmekle hiç iyi yapmadın: Şurada hem senin deyiminle “küçük bir gazetenin” yöneticilerine hem de okuyucularına kendimizi yutturuyor, yolumuzu buluyor, geçinip gidiyorduk yahu!
Cahilim, aklım ermiyor, sen bana Irak’ı öğret.
Uzun uzun yaz, bol bol okuyalım. Vaktim var: Zamanımı ağarmış kıllarımla karı kız peşinde koşmakla, orada burada maraza çıkarmakla ya da televizyonda kart geyiği yapmakla geçirmiyorum.
Benim hem Galatasaray hem de Boğaziçi Siyasal Bilimler diplomam var ama cahil kalmışım, sen de hangi okulları bitirdiğini, hangi yabancı dilleri bildiğini, Mezopotamya uzmanlığını ve de futbol kültürünü de hangi berber dükkânından edindiğini bir açıklayıver kamuoyuna... (Aşk uzmanlığını hangi yataklarda edindiğini sormuyorum, orasını biliyoruz.)
Sen bir zamanlar “Hülya Avşar’ın hayatının romanını” da yazdırmıştın birilerine, edebiyat kültürünün derinliğini ve genişliğini de biliyoruz da Irak bilirkişiliğini atlamışız.
Haşmet, beni tam yirmi yıldır tanırsın... Bilirsin ki ben, dişine göre bulup gözüne kestirdiğin ve dövmeye gidip dövemeden geldiğin gençlere de benzemem, “yayınlanmamak kaydıyla küfür ettiğin” genel müdürlere de...
Yani: Senden çok korkarım, bütün söylediklerimi geri alıyorum! Neme lazım, beni de dövmeye mövmeye gelirsin! Sen bilirsin, istersen beni de hırpala yıldızlı semalardaki haşin Haşmet, kır kemiklerimi ve de kulunçlarımı... Oh... Oh... Ortaya doğru... Hah, orası... Sakın durma, devam et!"
Böyle yazılar okumak genellikle hoş olmuyor, ama bunda farklı bir durum var. Köşe yazarı okumak ile sevdiğin köşe yazarını okumak arasında ufak bir fark oluyor bende; köşe yazarını bilgi ( ve genellikle perspektif ) edinmek için okurken, sevdiğim köşe yazarını keyif almak için okuyorum. Üslup, hikayeyi ele alış açısı içerikten daha etkili oluyor. Engin Ardıç'ın bu yazısı da, medyanın işlevi açısından pek doğru olmasa da, bana keyif verdiğini itiraf etmeliyim.
Belki de Haşmet'i en az onun kadar sevmediğim içindir. Duygularıyla yaşayan insanlarız biz, profesyonel olacağımızı da sanmam, yeri geldiği zaman belden aşağıya vuruyoruz işte. Bizim için yazı yazan insanların da, bizim yansımalarımızdan farklı varlıklar olacağını düşünmek biraz saflık olacaktır.
"Aşk çocuğu ve de yazarı Haşmet’i bilirsiniz, son zamanlarda fırtınalı ilişkileri ve kavgalarıyla gündeme gelmiş bir arkadaşımız... Hani şu “şarkıcının damadı” namıyla maruf kişi... Futboldan anlar sanırdık, meğerse Ortadoğu uzmanlığı da varmış.
Geçen gün bana bulaştı.
Yanlış duvara işedi.
Adını elbette vermediği başka birilerine beni de katmış, “seçilmiş cehaletimiz, baştan savmacılığımız ve yüzeyselliğimizle dudak uçuklattığımızı” söylüyor. (Seçilmiş cehalet ne demekse?)... En az altı yedi aydır Irak üzerine iki satır analiz okumamışız, bir dakika bile o konuda yoğunlaşmamışız. (“İçinde Tayyip Erdoğan, Süleyman Demirel, laiklik, irtica gibi unsurlar olmayan bir konuda ne yapacaklarını bilmeyenler ama salla başını al maaşını modelini sürdürenler” arasında ben de varmışım!)
Benden öğrendiği lafları bana satıyor, bu arada “mefhum-u muhalif” kullanma yöntemiyle kendisinin okuduğunu ve yoğunlaştığını belirtiyor yani.
O zaman sen beni aydınlat Haşmet... “Saddam’ın defteri çok önceden tarihten düşülmüştü, ölse ne olacak kalsa ne olacaktı” cümlem üzerine “diktatörün böyle bir idam yüzünden kahraman olarak yeniden dirilmesi ihtimalinin bölgedeki yangına nasıl olumsuz katkısı olabileceğini hiç umursamadığımı” yazmışsın, nasıl olabilir, anlat da öğrenelim.
Haşmet, ben burada lise kompozisyonu yazmak için bulunmuyorum. “Saddam’ın ölümü Irak halkını birleştirir” diyene de gülmem bile. Ama istersen ben de bir zevzeklik deneyeyim:
Şii-Sünni çatışmasını körükler... Daha çok kan dökülür... Irak iyice içinden çıkılmaz duruma gelir... (Vay be, ne yorum yaptım! Kimsenin aklına gelmemişti...)
Başka ne olur Haşmet, yaz da bilelim. Konunun diğer boyutlarını irdele. Bize Ortadoğu sorunlarını ve muhtemel gelişmeleri öğret. O laf kaleminden çıktı bir kere, kaçamazsın, uzun uzun anlatacaksın. Analiz yapacaksın.
Haşmet, sen de domuz gibi biliyorsun ki, Saddam maddam işin bahanesi... Geçen günkü “Nişantaşı serserileri” lafıma gıcık kaptın, uygun bir kulp takıp “geçirmek” için fırsat kolladın!
Yakıştı mı sana?... Yakıştı, yakıştı.
Fakat benim cahil (pardon, seçilmiş cahil), baştansavmacı (ayrı mı yazılıyor birleşik mi Haşmet?) ve yüzeysel bir adam olduğumu açık etmekle hiç iyi yapmadın: Şurada hem senin deyiminle “küçük bir gazetenin” yöneticilerine hem de okuyucularına kendimizi yutturuyor, yolumuzu buluyor, geçinip gidiyorduk yahu!
Cahilim, aklım ermiyor, sen bana Irak’ı öğret.
Uzun uzun yaz, bol bol okuyalım. Vaktim var: Zamanımı ağarmış kıllarımla karı kız peşinde koşmakla, orada burada maraza çıkarmakla ya da televizyonda kart geyiği yapmakla geçirmiyorum.
Benim hem Galatasaray hem de Boğaziçi Siyasal Bilimler diplomam var ama cahil kalmışım, sen de hangi okulları bitirdiğini, hangi yabancı dilleri bildiğini, Mezopotamya uzmanlığını ve de futbol kültürünü de hangi berber dükkânından edindiğini bir açıklayıver kamuoyuna... (Aşk uzmanlığını hangi yataklarda edindiğini sormuyorum, orasını biliyoruz.)
Sen bir zamanlar “Hülya Avşar’ın hayatının romanını” da yazdırmıştın birilerine, edebiyat kültürünün derinliğini ve genişliğini de biliyoruz da Irak bilirkişiliğini atlamışız.
Haşmet, beni tam yirmi yıldır tanırsın... Bilirsin ki ben, dişine göre bulup gözüne kestirdiğin ve dövmeye gidip dövemeden geldiğin gençlere de benzemem, “yayınlanmamak kaydıyla küfür ettiğin” genel müdürlere de...
Yani: Senden çok korkarım, bütün söylediklerimi geri alıyorum! Neme lazım, beni de dövmeye mövmeye gelirsin! Sen bilirsin, istersen beni de hırpala yıldızlı semalardaki haşin Haşmet, kır kemiklerimi ve de kulunçlarımı... Oh... Oh... Ortaya doğru... Hah, orası... Sakın durma, devam et!"
Böyle yazılar okumak genellikle hoş olmuyor, ama bunda farklı bir durum var. Köşe yazarı okumak ile sevdiğin köşe yazarını okumak arasında ufak bir fark oluyor bende; köşe yazarını bilgi ( ve genellikle perspektif ) edinmek için okurken, sevdiğim köşe yazarını keyif almak için okuyorum. Üslup, hikayeyi ele alış açısı içerikten daha etkili oluyor. Engin Ardıç'ın bu yazısı da, medyanın işlevi açısından pek doğru olmasa da, bana keyif verdiğini itiraf etmeliyim.
Belki de Haşmet'i en az onun kadar sevmediğim içindir. Duygularıyla yaşayan insanlarız biz, profesyonel olacağımızı da sanmam, yeri geldiği zaman belden aşağıya vuruyoruz işte. Bizim için yazı yazan insanların da, bizim yansımalarımızdan farklı varlıklar olacağını düşünmek biraz saflık olacaktır.
4 Ocak 2007 Perşembe
Yeni Bir Spam - Ya Kardeşim Siz Nasıl Para Kazanıyorsunuz ?
Geçtiğimiz aylarda bahsetmiştim gelen spamden, zengin bir işadamının oğlu olduğunu ve babasının mirasını yurtdışına çıkartmak istediğini söyleyen kullanıcımız, bu konuda yardım talep ediyordu.
Bugün daha da fantastik bir mail aldım , bakın aşağıda;
Maclord ChambersPlot 205 Marina Way,Victoria Island ,Lagos-NigeriaTell Phone: 234-1-474-3867Fax: 234-1-88-12824Email :maclord18@yahoo.com Compliment of the day. I got your contact in course of my inquiry to locate relations of my Deceasesd Client Mr Mercer Tilki,who died in a car crash on the 13th February 2003.The reason for this is to inherit a Contracts Payment Deposits Account of $6.5 million of which the Deceased left in a Finance Firm. Consequently, having gone through to your profile on Internet, I want you to please assist me to inherit the fund into your Account. This request emerged last week when the Finance Firm contacted me for the attention of my Deceases Client (perhaps for one reason or the other they have tried to contact him and was unsuccessful). However, thereupon I announced his death and protocols observed, I was mandated (as the deceased's attorney)to provide the Next of Kin to inherit the Deposits or they will freeze it as"Unclaimed Deposit".Unfortunately, and unknown to the Finance Firm, the Next of Kin was among the dead in the car crash. But rather leaving the Deposits/Account frozen hence I seek your help to claim the fund into your Account as you share same names with the Next of Kin and I have the required Information to execute the transaction under legal process. Please contact me for further information and commencement of the transaction,and I need your full mailing address,your direct telephone number/Fax number,for this transaction to commence successfully. Be informed that your compensation will be 40% of this fund,while 60% will be my share. Please it is only trust and honesty to ourself will make this claim to work out accordingly,and success will be our achievement at the end of this transaction. Please get in touch with me by my email address :(maclord18@yahoo.com ) For the successful transaction, Yours faithfully,Maclord Ubah Esq
Bugün daha da fantastik bir mail aldım , bakın aşağıda;
Maclord ChambersPlot 205 Marina Way,Victoria Island ,Lagos-NigeriaTell Phone: 234-1-474-3867Fax: 234-1-88-12824Email :maclord18@yahoo.com Compliment of the day. I got your contact in course of my inquiry to locate relations of my Deceasesd Client Mr Mercer Tilki,who died in a car crash on the 13th February 2003.The reason for this is to inherit a Contracts Payment Deposits Account of $6.5 million of which the Deceased left in a Finance Firm. Consequently, having gone through to your profile on Internet, I want you to please assist me to inherit the fund into your Account. This request emerged last week when the Finance Firm contacted me for the attention of my Deceases Client (perhaps for one reason or the other they have tried to contact him and was unsuccessful). However, thereupon I announced his death and protocols observed, I was mandated (as the deceased's attorney)to provide the Next of Kin to inherit the Deposits or they will freeze it as"Unclaimed Deposit".Unfortunately, and unknown to the Finance Firm, the Next of Kin was among the dead in the car crash. But rather leaving the Deposits/Account frozen hence I seek your help to claim the fund into your Account as you share same names with the Next of Kin and I have the required Information to execute the transaction under legal process. Please contact me for further information and commencement of the transaction,and I need your full mailing address,your direct telephone number/Fax number,for this transaction to commence successfully. Be informed that your compensation will be 40% of this fund,while 60% will be my share. Please it is only trust and honesty to ourself will make this claim to work out accordingly,and success will be our achievement at the end of this transaction. Please get in touch with me by my email address :(maclord18@yahoo.com ) For the successful transaction, Yours faithfully,Maclord Ubah Esq
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)